YÖK Yükseköğretim Bilgi Yönetim Sistemi, üniversitelere ilişkin güncel istatistiki verileri geçtiğimiz hafta yayınladı. Yayınlanan site mevcut verileri hem geçmiş verilerle karşılaştırmaya hem de dinamik tablolama sistemiyle kişiye özel tablolar oluşturmaya imkan tanıyor. Sitedeki istatistikler dört ana başlıkta (Öğrenci, Öğretim Elemanı, Birim ve Yükseköğretim istatistikleri) toplanmış; her bir kategorinin kendi içinde alt kategorileri de mevcut. Bu yazıda kullandığım (biri hariç geri kalan) bütün tablo ve grafiklerimi de bu yolla elde ettim.
Sitede yer alan bilgilerin serinkanlı bir analizi, bu yazının mücavir alanı dışında kalıyor: Nitekim zaten böylesi bir çabanın, Bilgi Yönetim Sistemi’nde yer alan verilerin başka istatistikî verilerle ve değerlendirmelerle karşılaştırması, bilimsel araştırma yöntemleri çerçevesinde üretilmiş, analitik bir süreci de kapsaması gerekirdi. Oysa bu yazıda, Bilgi Yönetim Sistemi üzerindeki verilerle ilgili olarak, gözüme çarpan bazı hususları paylaşmaktan öte bir amaç taşımıyorum. Okumakta olduğunuz bu yazı, belki, bu konudaki başka araştırmalar için bir (ön)fikir verebilir; olsa olsa Türkiye’de üniversiteler ile ilgili güncel verilerden hareketle elde edilmiş tartışma notları olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’deki Üniversite Sayısı Çok mu?
Şu anda Türkiye’de 129 devlet, 78 vakıf (bunun 4 tanesi meslek yüksek okulu) üniversitesi faaliyette. 2001 yılında 71 üniversite varken bu sayı bugün 207’ye, aynı tarihlerde yaklaşık 1,5 milyon olan öğrenci sayısı da 8 milyona yükselmiş durumda. Türkiye hararetle, “207” ve “8 milyon” sayılarının az mı çok mu olduklarını tartışmakla meşgul.
“100 kg. ağır mıdır?” Ne kadar saçma bir soru! Böyle bir soruyla karşılaşan birisi elbette bir anda cevap veremeyecektir. Çünkü 100 kilonun ağır mı hafif mi olduğu, neyi, neden, niçin tarttığınıza göre değişecek bir sorudur. Aynı şey üniversite ve bu üniversitelerde okuyan öğrenci sayıları ile ilgili bir tartışma için de geçerli: “207 üniversite az mı çok mu?” Sahi neyi tartıyoruz üniversitelerle ilgili olarak?
207 üniversite, 80 milyondan fazla nüfusa sahip Türkiye için gerçekten yüksek bir sayı değildir. Neden 500 üniversite olmasın? 1000 üniversitenin açılmış olması utanılacak bir şey midir, yoksa övünülecek bir şey mi? O zaman avuçlarımız patlayana kadar, üniversite sayısını 10 yılda üç kata yakın (71-207), öğrenci sayısını da (1,5-8 milyon) 5 kattan fazla artıran Erdoğan’ı alkışlayabiliriz.
Kanser nedir? Basitçe (bir Google kurcalaması ile ) onu, hücrelerde sınırsız çoğalma, bu çoğalmayı baskılayacak faktörlere karşı direnç vb. ile tanımlanan bir hastalık; kontrolsüz bir hücre büyümesi olarak tanımlamak mümkün. Kanser metaforu, üniversite sayısında 10 yıldaki artışı tartışmak için de elverişli bir metafor. Sorun, Türkiye’deki üniversite sayısı değil, bu sayıya 10 yılda nasıl ulaşıldığı, bu kontrolsüz artışın normal bir gelişme mi, kanserli (kontrolsüz) bir “irileşme” mi olduğudur. Bu çerçeveden bakıldığında hiçbir fizibiliteye, hiçbir uzun erimli plana bağlı olmaksızın açılan üniversitelerin Türk yükseköğretiminde bir “irileşme”ye neden olduğu vaka olsa da, bunun bir “gelişme” olduğu kuşkuludur; daha doğrusu “kuşkusuzdur”. Özetle, üniversite sayısı konusunda sorun rakam değil artışın kontrolsüzlüğü, plansızlığı, niteliksizliğidir. Son 10 yılda öğrenci sayısı 5 kat, üniversite sayısı 3 kat artsa da Türkiye’nin daha fazla üniversiteye ihtiyacı vardır ama bu şıpınişi baraka üniversitelere ya da esnafın açtığı (vakıf) albenili ticarethane üniversitelerine değil.
Üniversiteli İşsizler
Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen Yükseköğretim Akademik Yıl Açılış Töreni’nde (2019-2020) bir konuşma yapan Erdoğan, “Her üniversiteyi bitiren, bitirdiği zaman iş sahibi olacak diye de bir şey yok. Bunu dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız (Euronews, 18.09.2019) deyince, CHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Açıkel, iktidarın plansız ve popülist bir yaklaşımla “her ile bir üniversite” sloganı ile üniversite sayısını hızla artırdığını bunun da akademik öğretim ve araştırmada niteliksizleşmeyi beraberinde getirdiğini söylemişti (Sözcü, 19.09.2019). Her iki açıklama tam olarak “iki ucu da pis bir değneğe” işaret ediyor. Evet, bir önerme olarak mevcut kapitalizm koşullarında “her üniversite mezununa mezun olduğu dalda çalışmasını taahhüt edecek bir eğitim sistemi” yok. Bu “yok”luk bir “eksiklik” değil, aksine bir “zorunluluk”; çünkü kapitalizm, yedek işgücü ordusu, daha düşük ücrete çalışmaya dünden razı bir işsizler/iş arayanlar ordusu olmaksızın ayakta kalamaz. Bazıları işsiz kalmalı, işsiz kalma riski altında kalmalı ki, çalışanlar hallerine şükredip çenelerini kapatsınlar. Dünyanın hiçbir yerinde kapitalizm, hiçbir zaman, herkese iş bulmayı garanti etmeyecekse de bu, kamu otoritelerinin, yükseköğretim gibi pahalı bir işi plansız, programsız yürütmelerini, “…mevlam gayıra” usulü açtıkları kalitesiz okullara gitmek zorunda bıraktıkları öğrencilere (orta vadede emekçi olmaları beklenen gençlere) iş bulmak zorunda olmamakla övünmelerini meşru hale getirmez. Ne kadar mühendise, doktora, avukata, iktisatçıya, ziraatçıya…. ihtiyacı olduğunu ölçüp biçmeyen bir rejimin, kendi beceriksizliğini “herkese iş bulmak mümkün değil” sloganı arkasında meşrulamaya çalışması olsa olsa “pişkinlik” olarak adlandırılabilir. Hesapsız kitapsız açılan üniversitelerin aynı şekilde açılmış bölümlerinden mezun olan gençler için ellerindeki diplomaların, “sosyal” itibarından (“üniversiteli olmak”, “Ben ‘de’ üniversite mezunuyum!”) başka bir değeri ne yazık ki yoktur. Bu pişkinlik politikası “akademik enflasyona” neden olmakta, diplomaların değerini düşürmektedir. Eğer yeni açılan hastane sayısından çok çok daha fazla tıp fakültesi öğrencisi okullarından mezun oluyorlarsa, açılan kreşten fazla anaokulu öğretmenleri, sosyal hizmet uzmanları, ziraat fakültesi öğrencileri mezun oluyorlarsa, bunların bir kısmının (ve gittikçe artan kısmının) işsiz kalması mukadderdir. Üstelik artık bu, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu yedek işgücü ordusu ile değil, o ülkedeki yöneticilerin perspektifsizliği ve pişkinliğiyle açıklanabilecek bir durumdur.
Yüksek Öğretim Politikası mı, İktisat Politikası mı?
1980 sonrası hükümetlerin elinde, adı konulmamış “resmî”(!) bir devlet politikası haline getirilen “her ile bir üniversite” politikasının bir “eğitim politikası” değil, bir “iktisat politikası “olduğunu, devletin her ile bir üniversite açarak o ildeki ticarî hayatı canlandırmayı hedeflediğini 2005 yılında İsmet Parlak ile birlikte yazdığımız Her İle Bir Üniversite: Türkiye’de Yükseköğretimin Çöküşü başlıklı kitapta göstermeye çalışmıştık. Bugün, artık her ilde bir üniversite ve neredeyse her ilçede bir yüksekokul var. Var ama bu, kâr hırsıyla gözleri dönmüş “müteşebbisleri” ve onlara çanak tutan devlet yöneticilerini hâlâ tatmin etmiyor. Her ilin ticarî hayatını canlandıracak bir üniversitenin açılması şeklindeki iktisat politikasının hasıl olmasından sonra, artık sıra özel üniversitelerin sayısının artırılarak üniversitenin bir “kamu” hizmeti olmaktan çıkarılması, bir ticarî “sektör”, bir “girişim” haline getirilmesi izledi. Artık gittikçe, “diploma satan ticarethanelere” üniversite demeye başladık.
Kahraman Prof-esirler
Yükseköğretim Bilgi Yönetim Sistemi verilerine göre 2021 yılı itibariyle Türkiye’de 30 bin civarında profesör görev yapmakta. Bunun sadece 9.978’i kadın. Oysa mesleğin ilk basamağındaki cinsiyet dağılımına baktığımızda 51.502 araştırma görevlisinin yarıdan çoğunu kadın araştırma görevlilerinin oluşturduğunu görürüz. Cam tavan, her sektörde olduğu gibi -belki de en fazla- bu “sektör”(!)de geçerli. Hele tartışmaya bölüm başkanları, enstitü müdürleri, dekanlar ve rektörlerin cinsiyet dağılımlarını da eklersek, vahametin kat be kat arttığını daha net görebiliriz.
Sadece profesör sayısına bakarak bir üniversitenin kalitesi ile ilgili değerlendirmelerde bulunmak doğru olmaz; bu konudaki tartışmaların da tüm akademik personelin kapsamlı bir haritası üzerinden yani akademik personelin, unvanlar, üniversiteler, bölümler ve o üniversitelerin bulunduğu coğrafi bölgeler düzeyindeki kapsamlı haritası üzerinden yapılması daha doğru olacaktır. Çıkaracağımız bu haritaya yukarıda sadece küçük bir örneğini vermeye çalıştığım cinsiyet dağılımlarını, sendikal dağılımları vb. de eklemek elzemdir. Böyle bir harita şu anda elimizde olmasa da bu haritanın oldukça istikrarsız, tutarsız bir deseni imleyeceğini de tahmin etmekte zorlanmıyoruz.
Bu noktada, sayıları zaten az olan profesörlerin akademik faaliyetlerden çok idari görevlerde istihdam edildiklerini, profesörlerin kahir ekserisinin de bu görevlere gelebilmek için canhıraş çabaladıklarını hatta bir kısmının bu idari görevlere gelebilmek için yek diğerinin gözünü oymaya dünden razı olduklarını da ifade etmek gerekiyor. Elbette idari işleri de birileri yapacak ve elbette bu idari işler de üniversitenin bir parçası. Bir bölüm/fakülte etkili ve verimli bir şekilde idare edilmiyorsa da orada araştırma faaliyetleri -hiç kuşku yok ki- aksayacaktır. Üniversitenin, onun bir idari biriminin, yine bu üniversitenin bir akademik personeli tarafından yönetiliyor olması da güzel bir uygulamadır ama bu, bu idari görevlere diğer personelin oyu/tasvibi ile değil, yukarıdan atamayla gelindiği, sayısı zaten az olan profesörlerin yaygın olarak idari görevlere talip olmalarının bir şekilde üniversite kalitesine etki ettiği gerçeğini görmezden gelmemizi de gerektirmiyor.
Üniversitelerdeki akademik personel yetersizliği de siyasal aktörler tarafından tartışılıyor. Muhalefet, sadece profesör sayısına odaklanarak, akademik faaliyeti profesörlerin yaptığı bir şeymiş gibi düşünerek iktidarı “profesörsüz üniversite açmakla” eleştirirken; iktidar, daha doğrusu Erdoğan, sorunu kendi adını taşıyan üniversiteyi överek aşmaya çalışmakta. Recep Tayyip Erdoğan’ın üniversitelerle ilgili eleştirilere kendi adını taşıyan üniversite ile ilgili rakamları sıralayarak cevap vermesi ve “…Recep Tayyip Erdoğan ismini taşıyan üniversiteye yakışan da budur.” Şeklinde bir cümle kurması tarihe geçecek bir ifadedir. O kadar ki bu ifade kanımca, Türkiye’de yöneticilerin yükseköğretim politikasından ne anladıklarını -aslında ne anlayamadıklarını- tek başına özetleyebilecek bir ifadedir. Açıklamanın tamamı şu şekilde: “Kısa süre önce TV’de birileri üniversitelerin sayısıyla dalga geçerken ‘Profesörü olmayan üniversite var, bunlarla mı övünüyorlar’ diyordu. Recep Tayyip Erdoğan üniversitesinde yüzün üzerinde profesör var. Sonradan ismimizin verildiği üniversiteye her türlü desteği sağladık, sağlıyoruz. 25 fakülte ve yüksekokulu ile Rize’deki üniversitemiz iftihar ettiğimiz bir düzeye geldi. Tabii biz bu seviyeyi yeterli bulmuyoruz. Üniversitemizin önce ülkemizde ilk 10’a, ardından dünyada ilk 500’e girmesini bekliyoruz. Ben siz değerli hocalarıma güveniyorum. Recep Tayyip Erdoğan ismini taşıyan üniversiteye yakışan da budur” (Milli Gazete 12.02.2021).
Üniversite mevzuunu daha çok tartışacak gibiyiz. Çözümün de -zaten- tartışmayı bırakmamaktan, herkesin eteğindeki taşı dökmesinden geçtiğini düşündüğümü de belirtmeden allahaısmarladık demeyeyim.