AKP’nin en büyük iddialarından biri Türkiye’de 90’larla özdeş görülen uzun savaş günlerine bir daha geri dönülmemesiydi. AKP’nin etrafında kümelenen muhafazakâr ve liberal çevreler 28 Şubat’ı savaş atmosferinin ve güvenlik devletinin bir parçası olarak görüyordu. İslamcı siyasete karşı mevzilenmenin beka söylemiyle kesiştiğinin farkındaydılar. O nedenle de AKP iktidara gelir gelmez AB rüzgârıyla 90’ların güvenlik devletini dönüştürme arayışına girdiler. Bu dönüşüm, AKP’nin İslamcı otoriter iktidar stratejisinin bel kemiğini oluşturdu. Önce “askeri vesayet” tartışmasıyla demokratikleşme “sivilleşmeye” indirgendi ardından da kumpas davaları geldi. Fethullahçı çeteyle yürütülen ordudaki tasfiye operasyonu esnasında sözüm ona militarizm karşıtı bir dil kullanılıyor gibiydi ama aynı tarihlerde AKP, sistemi yargı ve polis odaklı yeni bir güvenlik konseptine taşıyordu.
“Çözüm süreci” aşamasında AKP devletin ideolojik aygıtlarını kendine bağlarken, güvenlik unsurları içindeki ve birbiri arasındaki iktidar mücadelesi kızıştı. Aynı dönemde yargıdan üniversiteye kadar her alanda benzer bir kavga göze çarpıyordu. AKP 2014’ten itibaren iç güvenlik alanında üst üste hamleler yaparak kontrolü tamamen eline geçirme arayışına girdi. Daha önce “sivilleşme” diyerek iktidarı alkışlayanlar ise Türkiye “muhaberat devleti” mi oluyor tartışmasına başladı. İktidar bir yandan valilere yeni yetkiler tanıyor, polis ve jandarmanın yetkilerini arttırıyordu. Kürtlerin tüm gelecek planlarını Suriye üzerine kurması ise AKP’nin elini kuvvetlendiriyordu.
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında devletin dönüşümünde yeni bir aşamaya gelindi. Fethullahçı çetenin ordu ve polisten ayıklanması esnasında AKP kumpas davası mağdurlarına göz kırparken tüm güvenlik aygıtlarını kendine bağlamak için yeni bir strateji kurdu. AKP-MHP ortaklığı ve Saray rejiminin inşasında bu strateji hayati bir rol oynadı.
Ancak 15 Temmuz sonrasında OHAL üzerine kurulan rejim yerel seçimlerde görüldüğü üzere büyük bir krize girdi. İktidarın içeride yaptığı her hamle geri tepince masadaki son seçeneğe, Fırat’ın doğusuna operasyona mecbur kalındı. Böylece bir anlamda “90’lara dönüldü”. Medyanın neredeyse tamamen militarizm propagandasına teslim olduğu, muhalefetin iktidarın arkasında hizalandığı, düşünce ve ifade özgürlüğünün fiilen askıya alındığı şu günlerin 90’ları andıran çok yönü var. Ancak tablo bu kadar basit değil. Çünkü bugünün savaşı yalnızca Türkiye’yi değil tüm Ortadoğu’yu ilgilendiriyor ve sahadaki mücadele yalnızca devletin özgücüyle değil İslamcı militanlarla beraber yürütülüyor.
Suriye’de açılan yeni cephenin taşıdığı riskler bu iktidarın sonu olabilir. Zira iktidar bloku hiç bu kadar yalnız kalmamış, hiç bu kadar eli zayıf bir pazarlığa girmemişti. KKTC’den dahi destek bulamadıkları gibi liderliğine oynadıkları “ümmetin” de arkalarında durmadıklarını gördüler. Dolayısıyla ne “Türkün Türk’ten başka dostu yok” klişesine sarılabilirler ne de İslam kardeşliğine. İktidar bu nedenle ülkeyi içine sürüklediği krizi gizlemek için operasyonu “milli mutabakat”ın bir ürünü olarak göstermeye azami önem veriyor. Halbuki bırakın tezkereye evet diyen CHP ve İyi Parti’yi AKP’li ve MHP’li vekiller dahi operasyonun kapsamını ve hedefini net bir biçimde bilmiyor.
İktidar, “Atatürkçülük açılımı” ve “Türkiye ittifakı” denemeleriyle başaramadığını askeri operasyonla başarmış gibi hissediyor. AKP-MHP kanadında şimdilerde moraller yüksek, Erdoğan’a açıktan “millet ittifakının parçalanması çok önemli” dedirten de bu özgüven. Ancak iktidarın neden olduğu sorunlar ortada dururken ve bu sorunların operasyon nedeniyle katmerleşme ihtimali varken erkenden gelin güvey olduklarını söylemek mümkün. Üstelik beka adına yapılan askeri hamle Türkiye’yi terör örgütlerinin yeniden hedefi haline getirebilir.
Operasyon komuta merkezinde AKP Genel Başkanının ve yardımcılarının verdiği fotoğraf bu operasyonun aslında AKP’nin operasyonu olduğunu kanıtlıyor. Peki muhalefet neden buna ortak oluyor? Çünkü operasyonun başarılı kısmının milli mutabakata, maliyetinin ise iktidar hanesine yazacağını varsayıyor. Yerli ve milli olduğunu iddia eden iktidar karşısında en az onlar kadar yerli ve milli olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Eninde sonunda bu iktidarın çözüleceğini, devletin asli unsurlarıyla çelişmemenin kendilerini müstakbel muktedir olarak tescilleyeceğini umuyor. Ama büyük bir hata yapıyor. Zira ne ordu bildikleri ordu ne yargı bildikleri yargı…
Dipsiz bir kuyuya çekilmeye karşı çıkmak vatan hainliği değildir. Hem bu ülkenin insanlarının güvenliğini ve refahını savunmak hem de iktidarın ömrünü uzatmak için açtığı cepheye itiraz etmek mümkündür. Anti-emperyalizm, emperyalizmin gölgesinde savaşanlardan kendini ayırt etmeyi ama aynı zamanda barış için Suriye halklarının iradesine saygı göstermeyi gerekli kılar.
- Yönetim krizinde son perde: Acemilik, kibir ve öfke - 14 Nisan 2020
- Özgür bir memleket için boykotun ötesine geçelim - 10 Şubat 2020
- Bir kuşak laikliğin değerini bu iktidar yüzünden öğrendi - 14 Ocak 2020