“Yazıktır, Günahtır!” Muhalefeti

Başlarken: 1) Yaklaşan “olası” seçimler için her ne olursa olsun sadece ve sadece biat geleneğinin ve dilenci-şükür kültürünün başatlığına ve egemenliğine bağlı olarak iktidardaki dinci-ırkçı faşist kliğin seçimleri kazanacağına dair iddiamı içeren yazımda paylaştığım bir gözlemimi yeniden dillendirerek başlayalım: halkımız hayat pahalığı-alım gücünün yerlerde sürünmesine açlığa, sahte ürünlerle,  çerden çöpten de olsa beslenebilerek yaşamını sürdürebileceği duygusuna, kısacası ekonomik bunalımın getirdiği tüm yıkımlara alışmış ve bu halde yaşamaya kısa sayılabilecek bir sürede –ve tarihinde birkez daha- uyum sağlamıştır: “Buna da şükür”… 2) Sıkça örneklediğim gibi; “yegâne siyasi katılımları seçim olmasına rağmen yarım kilo nohut oylarının rengini belirler” sözlerim sıkça kızgınlığa (ve halk düşmanlığı suçlamasına) yol açsa da –ki savunmaya devam ederim ve yaşadığım gördüğüm örneklerden (!) sadece birisidir- tekrar ederek devam edeceğim; üstelik bu sefer “verilen” yarım kilo nohutu birazcık aştı gibi görünmekte. (Lütuf, sadaka, ulufe!)

Özetle karınları bir öğün yerine iki gün daha fazla doyacak. “Buna da şükür”… Onlarca yıldan bu yana yapılan müdahalelere, açlığa, yoksulluğa ve yoksunluğa alışılmış durumda; sürünmeye devam. Diğer taraftan ne de olsa din var, vicdan var, minnet duygusu var; biat halini/biat duygusunu meşru kılmaya aracılık eden.

Hızlandırılmış bir evrimin şahitleriyiz, herkese nasip olmaz bu durum; buna dair iyi gözlem yapmak gerekiyor… İşin “bilimsel” yanıyla sadece sosyal antropoloji uğraşmıyor tabii ki… Psikiyatri ve sosyoloji de işin içine dahil olmalı, çünkü toplum diyemesek de haklı olarak, halk/topluluk için diyebiliriz, yaşanan/görünen mazoşizm ile hedonizmin muhteşem karması…

“Buna da şükür. Allah devletimize milletimize zeval vermesin.” (Dekadans = (eşit sayılır) zeval!)

Algı müdahaleciliğinin-düşünce maniplatörlüğünün retorik ifadesi olduğunu düşündüğüm “siyaset biliminin” biraz da işin bu yanına bakması gerekiyor; pek mi iddialı oldu ne… Hangi yanına; diğer “unsurlar” göz önüne alınmaksızın sadece bu “kültürün” bile seçim kazanmaya yeteceğine dair olan yanına… [Parantez içinde “diğerlerine” dair bir iki satır: iktidara aday olduğu iddiasındaki klik iktidardakinden ne kadar farklıdır; aslı varken neden taklidi; kötü bile olamayan taklidi… Sunulmuş bir programları yok üstelik; ne her sene karlılık oranını beşe katlayan yerel / (ulusal!) sermeyenin-sömürgenlerin ne de uluslar arası sermayenin desteğini bir türlü alamamanın şaşkınlığını yaşayarak program farksızlığını “altı farklı görüş” söyleminin arkasına gizliyorlar. Demokrasi ve özgürlük ya da  “emek” programlarının neresinde? Yok… “Gerçek demokrasi” ya da “asgari demokrasi” kavramlarının yerli ve milli kavramlar olduğunu anımsatalım.]

Zaten değerli halkımızın ya da sadakayla gününü gün ettiğini sanan (yarın Allah kerim) zihniyetin demokrasi, özgürlük gibi vesaire kavramlarla bir “işi” yok; kardeşlik ve eşitlik mi, hak getire!

Naçizane bir aforizma: Toplumsal dekadans sürecinde “asgari demokrasi” beklentisi bile boş bir hayaldir.

Kimi zaman kafalara takılan bir soru: faşizm seçimle gider mi? 1946’dan beri devam eden “demokrasi geleneğimizi” göz önüne alarak yanıtlayayım. “Gittiği, bittiği sanılır.” Evet; birçok kere seçim kaybetmişler gitmemişlerdir. Ülkenin “bu muhalif halle” baki kaderidir faşizm; çünkü alabildiğine sıradanlaşmıştır. En alt düzeyde iki kişi arasındaki ilişkinin niteliği ile biçimlenebilecek faşizm olgusu bu haliyle gündelik yaşamın bir parçası olmuş kanıksanmış, sıradanlaşmıştır. “Buna da şükür” diyen insanların “şükrü” ben duygusuna, egoya, bencilliğe dairdir ve kapısının dışındakilerin, diğerlerinin, ötekinin açlığı, sefaleti, yoksulluğu ya da çektiği acı, işkence, ölüm görmezden gelinmekte, yok sayılmakta hatta kimi zamamlara bu durumu onlara hak olarak görmektedir. Faşizmi birey düzeyinden başlayarak en yukarılara değin sürdürülebilir kılan, adını koymadan meşru kılan “şey” budur. Sadece bunca yıllık “demokrasi” hayatımızın değil çok öncesinden başlayarak kültürel genetik kodlanmış yüzlerce yıllık gelenek, “kerim devlet / cebbar devlet” tapınısı/fetişizasyonunun sonucudur sıradanlaşmış faşizm; kaçınılmaz, korunulmazdır. Değiştirilmesi zordur, gündelik yaşama öylesine sinmiştir ki tanımlamak, görmek, ayırt etmek olanaksızlaşmıştır.

Faşizm sorgulanmayan gönüllülüktür; biat olarak ta tanımlanabilir, o meşhur tabirle gönüllü kulluktur.

Tabii ki faşizm “devletimizin ve milletimizin her zamandan daha çok birlik ve bütünlüğü ihtiyaç duyduğu” günlerde yoğunlaşmaktan daha bir görünür hale gelmekten de imtina etmeyecek kadar duyarlı ve ilkelerine bağlıdır!

Gelelim başlığımıza: İktidara oynadığı iddiasındaki muhalefete dair “bu dil” faşizmin sıradanlaşmasının hiç de sofistike olmayan, son derece açık-net bir örneği değil mi? İstanbul’un müstesna semtlerindeki “kafelerde/kanallarda” miş gibi, muhalefetmiş gibi yapanların yoksulluğu ve yoksunluğu nicelendirdikleri konuşmalarının sonunda sıkça dillendirdikleri bu sözcükleri tiksindirici bulurum öteden beri. “Yazıktır günahtır” söylemi, dili ile “buna da şükür” kültürünün dili arasındaki mesafe alabildiğine kısadır; birbirinin peşinden gelir, birbirlerini tamamlarlar. Bu dil ile muhalefet(miş) gibi yapanların faşizmin sıradanlaşmasının niteleyenlerinden olduklarının farkında olup olmadıklarını da merak ederim.

Ve bu türden “muhalif söylemlere” bolca eşlik eden bir soru sorarlar kasım kasım kasılarak ve kendilerinden oldukça emin bir şekilde ve beklentilerine söylemi sığınak yaparak; “millet, halk bunları görmüyor mu?” Hemen yanıtlayalım “Hayır… dediğimiz gibi görmek ya da görmemek umurlarında olan bir şey değil; işte esas sorun bu…”

*

TV’lerde asgari ücret, eyt, maaş zamları vs. tartışılıyor; özellikle de muhalefet(miş) TV’lerde. Görünen o ki beklenenin, umulanın ya da hayal edilenin çok altında bir artış… “Buna da şükür” Acaba diyorum bunlar seçim yapmama kararının ya da seçimi kazanmış olarak görmenin bir sonucu olabilir mi? Yazıların içeriğinden bağımsız… Bu sorular sorulurken iktidar, beklentileri karşılanmayan bekleyenlere yönelik oyununu iyi oynayarak, o sözünü ettiğimiz kültürü/geleği beslemek üzere lütuf edasıyla ulufe-sadaka, “zam” yüzdesini  rejimin niteliğine yakışır biçimde “birazcık” arttırıverdi. ( “az veren candan çok veren maldan” ya da “ele verir talkını –telkin- kendi yutar salkımı” vesaire) Bu arada miş muhalefetinin sendika hali ne yapıyor; bu “durum” ya da yapılan, çeşitli sendikalar tarafından böylesine/sevinçli bir şekilde alkışlarla kabul edilirken diğer “çeşitli” sendikalar ise tepki eylemi olarak şekil şartını yerine getirmek ya da oradaki varoluşlarını anlamlı kılmaktan öte bir anlamı olmayan eylemlerini, sonuçta eylem olarak gerçekte eylemsizliği  ön plana çıkararak yöneticilerinin muhalefetmiş partilerinden milletvekili olmasının yolunu açıyor.

“Yazıktır, günahtır.”

*

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)