Yağmur duası

“Kim o?”

“Ben Mehmet Mirza, Muallim Efendi.”

Öğretmen kapıyı açtığında, Mehmet Mirza tüm ihtişamı ile kapıdaydı. Elinde derin beyaz çinko tabak ve tandır ekmeklerinin sarılı olduğu bez, öylece gülümsüyordu. Uzun siyah paltosu, sekiz köşeli şapkası, boynunda puşisi ile devasa gözüktü Öğretmen’e. Aslında devasa görüntüsü Öğretmen’in Mirza’ya duyduğu saygıdan kaynaklanıyordu. Gülümseyen Mirza’nın bir altın dişi parlıyor, dudaklarını içine alan bıyıklarına, aksesuar oluyordu âdeta. İçeriye buyur etti Mirza’yı. Mirza hiç ısrara gerek görmeden içeriye girdi. Annesinin gönderdiği yağ, peynir ve ekmeği masada boş bulduğu yere bıraktı. Öğretmen’in buyur etmesine gerek bile görmeden, yerde kilimin üzerine bağdaş kurarak, sofrada yerini aldı. Öğretmen ve Mirza kahvaltılarını yaptılar. Saatlerce satranç oynadılar, hem de Öğretmen’in Mirza’ya şehirden aldığı hediye takımla. Her oyunda Mirza büyük bir ustalıkla hamleler yapıyor ve Öğretmen’i sürekli yeniyordu. Yenilmekten başka, Öğretmen’in yapabileceği bir şey yoktu. Mirza Mehmet, o arada bir olay anlatmaya başladı:
“Geçen yıl değil, ondan önceki yıldı. Bir kuraklık var ki ektiğimiz ekinlere tek damla su veremedik. Gözlerimizin önünde ekinler sararmaya başladı. Hadi ekinlerden geçtik, koca köyde hayvanları otlatacak bir tutam ot bulamayacağız böyle giderse. Bildiğin gibi tek geçim kaynağımız da hayvancılık. Ot yoksa hayvanlar açlıktan kırılır!”

Öğretmen gülümseyerek, “Peki sonra?” dedi.

“Kara kara düşünüyoruz! Ne yapabiliriz Allah’tan gelen bir şey, kaderin önüne geçilmez! Çaresiz Allah’a sığınıp bekliyoruz. Sonuçta köyün yaşlıları bir araya gelip, yağmur duasına çıkılmasına karar verdiler. Eh bir ümit… Biz de dünden razıyız. Nasıl oldu da aklımıza gelmedi, demek tecrübe önemliymiş. Bir koşu ile kilometrelerce öteden gidip atlarla şeyhimizi getirdik. Şeyh geldi, dinlendi biraz…”
“Şeyh kim Mirza?”

“O bizim büyüğümüzdür, inanç olarak bağlı olduğumuz insandır. Onsuz biz hiçiz.”

“Tamam, anladım ama Şeyh kim, hangi köyde oturur? Adını sordum?”

“Ya hele bir dur anlatacağımı unutturdun bana, nerede kalmıştım?”

“Tamam tamam! Kuraklık vardı ve Şeyhinizi alıp getirdiniz, dinlendi. Peki sonra?”

“Ama yaşlılar ve biz heyecanlıyız. Bir an önce yağmur yağmalı. Her şeyi hazırlamışız. Kurbanlar, dualar, Şeyh’e verilecek payı bile ayırmışız. Ne de olsa o kadar uzaktan bizim için gelmiş, boş gönderilmez. Her neyse, kurbanları aldık, yola koyulduk, hani köyün doğusunda tepe var ya işte oraya gideceğiz. Tüm köy, çoluk çocuk, genç ihtiyar kim varsa yola düştük, tabii kadın ve kızlar da gelmiş. Tepeye çıkıyoruz ki Allah’a yakın olalım, yakarışlarımızı daha rahat duysun. Zannedersin düğün var orada, hani bir tek yağlı güreş pehlivanlarımız eksik. Kadınlar un helvası yapmış, çocuklar alıp alıp kaçıyor. Bağırmalar, koşuşturmalar… Neye yanacağımızı şaşırdık. Çocuklara sus demekten, kadınlara susturun diye bağırmaktan helak düştük. Sonuçta kadınlar ve çocuklar uzakta kalmak şartıyla yağmur duasına başlayacağız…”

Mehmet Mirza bunları anlatırken gözleri hafifçe büyüyor, burun delikleri biraz daha genişliyordu. Sigarasından uzun nefes çekip bekliyor, elindeki kehribar, bal sarısı tespihini, biraz daha hızlı tokuşturuyor birbirine ve öğretmen hepsini izlerken aynı zamanda Mirza’nın anlattıklarını ciddiyetle dinliyordu.

“Sonra Muallim’e söyleyeyim, hava sıcak; nasıl bir bilsen, Cenabı Allah sanki cehennemi yaşayalım diye yeri göğü ateşe çevirmiş! Zaten yeterince susuzluktan kavrulmuşuz, sanki bu yetmiyormuş gibi… Ama mukadderat, Allah’tan gelen bir şey, O’nun işine karışılmaz. Şeyh ve yaşlılar önde saf tuttular ve uzun uzun dualar edildi. Kurbanların boyunlarına kızıl kıyamet kan verildi. Her bıçak çekişte, bir böğürmedir duyma gitsin. Dakikalarca, hayvanlar ayaklarını sağa sola vurmakta, damarları genişleyip daralmakta, ateşteki ekmek gibi derileri tıp tıp hareket etmekte. Kurban olduğum mahlukat, bizden fazla sanki dua edip yalvarmaktalar, sesleri arşa değip tekrar bize gelmekte…”

“Peki sonra?”

Mirza bir sigara daha yaktı, kalkıp hem kendi çayını hem de ev sahibinin çayını doldurdu. Öğretmen’e çayı verdikten sonra masaya oturdu ve anlatmaya devam etti.

“Kurbanlar kesilip dualar edilince, kendimizi o kadar kaptırmışız ki, bazılarımız ağlıyoruz. Özellikle yaşlılar daha inançlı tabii, yağmur gibi gözyaşı akıtıyorlar, hani baş aşağı gökyüzüne assak, tüm ekinleri sularlar. Kim bilir belki çaresizliklerine ağlıyorlar, bilmiyoruz tabii. Hava bir karardı, sanki biri gökyüzüne gri bir perde çekti ansızın. Gök gürlemeye başladı ve feryat koptu gökte. Ateşler göğün karnını bıçak gibi kesiyor, şimşekler çakıyor, inanılacak gibi değil, güneş yok. Sadece bulutlar ve gök gürültüsü. Hep beraber başımızı yukarıya kaldırmış hem Şeyh’e, hem cenabı Allah’a yalvarıyoruz. Şükürler ediyoruz. Sevince dönüştü üzüntümüz. Hani Şeyh olmasa oynayacağız vallahi. Bekledikçe hava çarpıyor, vuruyor, şimşek çakıyor ama tek damla yağmur yok. Kurban olduğum, sabrımızı dener gibi, yağdıracak lakin o arada biraz nazlanır gibi. Zil takıp oynayacağız, lakin o da günahtır. Her neyse, sonra öğreniyoruz ki bizim köy hariç, her yere rahmet yağmış. Sadece bizim köye yağmamış. İçimizde inanmayanlar vardı herhâl, ama Allah hepimizi cezalandırdı!”

Öğretmen gülecek ama ayıptı, dudaklarını hafifçe ısırarak kendine engel oldu.

“Evet Mirza, onun işlerine sual olmaz. Muhakkak bir bildiği vardır,” demekle yetindi.

Gecenin ilerleyen saatinde Mirza, “Satranç takımı için çok teşekkür ederim,” diyerek ayrıldı. Öğretmen yeni aldığı kitaplardan birini okumaya başladı. Saate gözü takılınca radyosunu açıp haberleri dinlemeye başladı. Biraz da müzik ziyafeti yaparak, yine yalnızlığına sarılmıştı. Gaz lambasının ışığını kısarak, pencerenin kenarında perdeyi aralayıp, mezarlığa doğru karları izledi bir süre. Sonra yatağına girdi ve uyudu.

ZEMHERİ KOZASI, Romandan alıntı