1960’lı yılların en önemli sosyalist siyasal akımlarından biri de MDD’dir. MDD’nin siyasal önderi ve ideologu Mihri Belli’dir. Mihri Belli’nin yanısıra O’nun gibi eski TKP kuşağından gelen Şevki Akşit,…ve yeni kuşaklar içinden gelen Vahap ve Seyhan Erdoğdu, Muzaffer Erdost gibi isimler MDD’nin temel kadrolarını oluşturmaktaydılar.
Mihri Belli’nin 60 sonrası siyasi hayata ilk müdahalesi.M:Doğu imzasıyla YÖN Dergisi’nde yazdığı bir yazıyla olmuştur. Bu yazıyı yine YÖN’de E.Tüfek imzasıyla yayınlanan yazı izlemiştir. M.Belli’nin kaleminden çıkan bu yazılarla ilk tohumları atılan MDD hareketinin asıl ve belirleyici şekillenmesi ise Türk Solu Dergisi’nin yayınlanmasıyla olmuştur. Daha çok politik içeriğiyle öne çıkan Türk Solu Dergisi’ni teorik ağırlıklı yazılara yer veren Aydınlık Dergisi’nin yayınlanması izlemiş ve böylece MDD Hareketi siyasal kamuoyunun önünde kendi programatik ve politik yaklaşımlarını daha tam olarak yansıtmak olanağı bulmuştur. Çok değişik alanlarda da görüş bildirmesine karşın, 60 sonrası sol hareketi üzerinde MDD’nin en büyük düşünsel etkisinin gündeme getirdiği strateji tartışmaları yoluyla olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim hareketin adının bile Milli Demokratik Devrim Hareketi olması bizatihi bu durumun en temel kanıtları arasında sayılabilir.
1- Anti- Emperyalizm ve Anti- Feodalizm
MDD Hareketi’nin dönem boyunca en etkili olan savı, Türkiye’de gündemde olan devrim aşamasının sosyalist değil milli demokratik devrim olduğudur. Temel yaklaşımları itibariyle kökleri geçmişe dayanmakla beraber, özellikle TİP ile yapılan tartışmalara bağlı olarak daha sistematik hale getirilen bu tez, Türkiye sosyalist hareketi içindeki ilk değil ama en ciddi ve kalıcı bölünmenin de temel argümansal nedenini oluşturmuştur.
MDD’ye göre Türkiye’de söz konusu olan devrim aşaması TİP’in iddia ettiği gibi bir “sosyalist devrim” değildir. Zira bir sosyalist devrimin gerçekleşmesi için ülkenin bağımsız bir sanayi temeline sahip olması, feodal ilişkilerin büyük ölçüde tasfiye edilmiş olması ve tüm bunlara bağlı olarak da işçi sınıfının yalnızca kırın ve kentin yoksul kesimlerinin ittifakına dayalı olarak iktidarı alabilecek bir niceliksel ve niteliksel güce sahip olması gerekir. Zira ancak bu koşullar altında işçi sınıfı iktidarı, ekonominin büyük ölçüde kollektivizasyonuna gidebilecek bir güce sahip olabilir.
Oysa Türkiye’nin koşullarına bakıldığında ekonomisinin emperyalizme bağımlı olduğu görülür. Ülkede, ülkenin gereksinimlerinden ziyade emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin gereksinimlerine göre kurulmuş bağımlı ve son derece yetersiz bir sanayi vardır. Dolayısıyla ülkedeki işçi sınıfının gelişimi de sosyalist görevlerini yerine getirebilecek bir niceliğe ve niteliğe ulaşmış olmaktan uzaktır. Başta Doğu ve Güneydoğu bölgesi olmak üzere ülkedeki feodal ilişkiler etkisini ve yaygınlığını korumaktadır. Bu koşullarda ülkenin önündeki devrimci görev doğrudan işçi iktidarını ve sosyalist bir kamulaştırma politikasını hedefleyen bir sosyalist devrim değil, bağımsızlığı ve feodalizmin tasfiyesini sağlamayı hedefleyen bir milli demokratik devrimdir. Bu devrimde ise yalnızca işçi sınıfı ile kentin ve kırın yoksullarının değil, başta küçük burjuvazi ve bu sınıfın özel bir kesimini oluşturan asker-sivil aydın zümre olmak üzere, köylülüğün en geniş kesimlerinin ve hatta burjuvazinin belli bir kesiminin de yararı bulunmaktadır. Bu koşullarda doğrudan sosyalist sloganlar atmak bağımsızlığı ve feodalizmin tasfiyesini isteyen ama ana gövdesiyle sosyalist politikaları benimseme olanağı bulunmayan sınıf ve kesimleri emperyalizmin ve işbirlikçilerinin safına itmek anlamına gelecektir.
MDD’NİN TÜRKİYE ANALİZİ
MDD’nin Milli Demokratik Devrim görüşünü daha iyi anlayabilmek açısından, bu akımın önce Türkiye’deki tarihi gelişimi ve ardından da ülkedeki siyasal ve sınıfsal güçleri nasıl değerlendirdiği konusuna daha yakından bakmak son derece yararlı olacaktır.
1- MDD’NİN TÜRKİYE’NİN TARİHİ GELİŞİMİ ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ
MDD’nin Türkiye’nin tarihi gelişimi ile ilgili değerlendirmelerini irdelediğimizde bu değerlendirmenin bazı önemli tarihi yol ayrımlarının saptanması üzerine yükseldiğini görmekteyiz. Bu yol ayrımlarını temel olarak Milli Kurtuluş Savaşı, 1942’de başlayıp 1945’te nihai sonucuna ulaşan Anti-Kemalist Karşı Devrim Dönemi, 27 Mayıs askeri müdahalesiyle işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibe iktidarının nispeten geriletilmesi ve bir süre sonra AP iktidarı ile emperyalizmin işbirlikçisi olan karşı devrimci güçlerin yeniden iktidarı ele geçirmesi olarak ayrımlamak olanaklıdır.
1a) Milli Kurtuluş Savaşı’ndan Karşı Devrime
MDD’ye göre Türkiye Kurtuluş Savaşı bütün mazlum uluslara da örnek olacak bir bağımsızlık savaşı idi. Bu anlamda Kurtuluş Savaşı kesinlikle ilerici bir karakter taşımaktaydı. Bu savaşın sonunda Türkiye emperyalist sistemden bağımsızlaşmış, feodalizme ise ekonomik anlamda olmasa bile sosyal ve özellikle de siyasal anlamda büyük darbeler indirmişti.
Fakat Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren asker-sivil zümrenin ekonomi ve siyaset alanındaki deneyimsizlikleri feodal güçlerle ittifak yapmaları sonucunu doğurmasa da bu güçlerle sonuna kadar savaşma işini ertelemelerine yol açmıştı. Ayrıca aynı asker sivil aydın zümre SSCB’deki sosyalizm uygulamalarının henüz olumlu meyvelerini vermeye başlamaması ama kapitalist ülkelerin o dönemde ciddi gelişme gösteriyor olmaları gibi dışsal faktörlerin de etkisinde kalarak bir dönem kapitalist yoldan kalkınma sağlanabileceği gibi “yanlış” düşüncelere de kapılabilmişti. 1930’lı yıllara doğru gerek uluslararası kapitalizmin derin bir krize girmesi, gerek içeride uygulanan serbest piyasa ekonomisi aracılığıyla kapitalist kalkınma yolu politikalarının başarısız olması ve gerekse de SSCB’de uygulanan sosyalizm uygulamalarının kapitalizme göre daha üstün olduğunun ortaya çıkması nedenleri ile, Kemalistler kapitalist kalkınma yolu yerine devletçi politikalara yönelerek, bir süre sonra başlangıçtaki yanlışlarını düzeltmeye başlamışlardı. Bu tarihlerden 2. Dünya Savaşı yıllarına, özellikle de Şükrü Saraçoğlu Hükümeti kuruluncaya kadar geçen süreç içinde, Türkiye’nin temel olarak ilerici bir politika izlediğini düşünen MDD akımı,Türkiye tarihinin en ilerici hükümeti olarak niteledikleri Refik Saydam Hükümetinin ardından kurulan Şükrü Saraçoğlu Hükümeti Dönemini ise Anti-Kemalist Karşı Devrimin “miladı” olarak kabul etmektedir. MDD’cilere göre bu karşı devrim akşamdan sabaha birden bire ortaya çıkmış değildir. Anti-Kemalist Karşı Devrim’in geçmişteki toyluklardan, hatalardan ve savrulmalardan beslenen bir tarihsel-sınıfsal arka planı mevcuttur. M. Belli, bu arka planı ve buradan beslenen “karşı devrim” sürecini şu şekilde anlatmaktadır:
1b) Karşı Devrim: Bağımlı Çarpık Ekonomi ve “Filipin Tipi Demokrasi”
Kimi çevreler tarafından “ çok partili siyasal hayata “ geçişi simgelediği için bir tür “demokratik devrim” olarak görülen ve adlandırılan 1945 yılı, MDD’ciler için bir “karşı devrim” momentidir. Öyle ki MDD’nin ideologu M.Belli, 1950-60 dönemini “Türk tarihinin en karanlık sayfası” olarak nitelemektedir.
MDD’cilere göre Türkiye bu tarihten sonra bağımsız bir iktisadi ve sosyal gelişme olanağını yitirdiği gibi, Kurtuluş Savaşı’nın önderlerinin sosyo-kültürel planda modern bir toplum yaratma projesi de ağır bir yara aldı. Meydan “CHP’nin sağındaki asalak güçlere bırakıldı, Cumhuriyetin modernleşmeci ve bağımsızlıkçı politikasının yerini, irticaya taviz ve emperyalizme yaranma politikası aldı.”
Emperyalizme bağımlılıkla birlikte Türkiye, kendi ulusal çıkarları ekseninde bağımsız bir iktisadi gelişme olanağını yitirerek, “Kapitalizmin en adisinin, en kötüsünün, komprador kapitalizminin” içine girmiştir. Belli’ye göre az gelişmiş bir ülke bir kez emperyalizmin yörüngesine girince o ülke de artık gerçek bir sanayileşme yaşanması olanağı söz konusu olama. Zira “Emperyalizm, sömürü alanı olan ülkelere, bu ülkelerin gerçek çıkarlarına aykırı olan ve tekelci kapitalizmin çıkarları ile bağdaşan bir işbölümünü kabul ettirir…bu işbölümü genel olarak sanayinin baltalanması sonucunu verir…Başta Amerika olmak üzere, emperyalist blokun Türkiye’ye kabul ettirdiği iktisadi politika, ülkemizin bağımlı tarım ülkesi durumunu perçinleyen politikadır…Montaj ve ambalaj sanayiinden, boğaz köprüsüne kadar bu böyledir”
“… Çok gelişmiş, çok güçlü durumdaki bu emperyalist ülkelerin çıkarı, dünya yüzünde sanayi mamülü satabilen rakip ülkelerin ortaya çıkmalarını önlemeyi emreder. Ve emperyalistler bu engelleme işinde çok ustadırlar. Onun için 19. sonlarından bu yana, emperyalizmin bir dünya sistemi niteliğine bürünmesinden bu yana, kapitalist yoldan kalkınan tek ülke görülmemiştir. Emperyalizm çağında kapitalist yoldan kalkınan son ülkeler Almanya ve Japonya olmuşlardır. Ve bunların hemen ardından, tarih bu döneme son noktayı koymuştur.
1945’li yıllarda yaşanan ve emperyalizme bağımlılık ve feodal güçlere, irticaya teslimiyetle simgelenen bu karşı devrimin bir diğer önemli sonucu da savunma alanında yaşanmıştır. Belli’ye göre, “ …ordusunun silah, cephane, araç ve yakıt bakımından ikmal işini, kendi ulusal kaynaklarına baltalayarak, Amerika’nın keyfine terk eden, kendi seçeceği düşmana karşı, kendisinin uygun göreceği yerde ve anda savaşa girme kararını verebilme hakkını yitirmiş durumdadır”. Bu durumdaki bir savunma gücünün de, kendi ulusal çıkarlarını değil, emperyalizmin çıkarlarını savunur duruma düşmesi kaçınılmazdır. 1945’den sonra bir kısmı nükleer taarruz sistemleriyle de donatılmış olan Amerikan askeri üslerini Türkiye’ye yerleştirerek, Türkiye’yi olası bir nükleer savaşın ilk hedeflerinden biri haline getiren karşı devrimci iktidarlar, Türk savunma gücünü de “ ilk başarılı milli kurtuluş savaşında emperyalizmi yenmiş olan ordusunun şanlı askeri geleneğine rağmen, bu ordunun kemalist subay kadrosuna rağmen” benzer bir kaderi paylaşmak akıbetiyle yüz yüze bırakabilmişlerdi
Bazıları 1945’ten sonra çok partili düzene geçmekle partilerin kurulabildiğini, seçimler yapılabildiğini ,vatandaşın oyunu kullanabildiğini ve hükümetlerin seçimle iktidara gelebildiklerini dolayısıyla Türkiye’nin bu tarihten sonra iyi kötü bir demokratik rejimin kurulduğunu ve bunun da geçmişe göre ilerleme sayılması gerektiğini düşünseler de, Belli’ye göre, demokrasi alanında böyle bir ilerleme olduğundan söz etmek olanaksızdı. Hatta tam tersine 1920’lerin Türkiye’si daha bağımsız olduğu gibi, eğer demokrasiyi ‘statükocu partilerin’ sayısıyla ölçme gafletine düşülmeyecekse, 1945’lerin Türkiye’sine göre daha demokratik olduğu bile söylenebilirdi.. Zira her ne kadar 1945’ten sonra parti sayısı çoğalsa ve hükümetler seçimle iş başına gelmeye başlasalar bile, siyasal alan tümüyle işbirlikçi kesimlerin denetimine geçmişti. Bırakalım sosyalistleri 1945’ten sonra hiçbir milli unsurun bile siyaseten etkili olabilme olanağı kalmamıştı. Unutmamak gerekiyordu ki, 1945’ten sonra kurulan çok partili rejimle, bu tarihten sonra 141 ve 142. maddelerin giderek şiddetlendirilmesi arasında da çok yakın bir nedensellik ilişkisi vardı. Öyle ki, “ On yıllık DP iktidarı döneminde marksist solun belli başlı unsurları ya zindanda ya sürgündeydi. O Soğuk Savaş yıllarında biz Türkiye’de ki çok partili düzeri,burjuva demokrasisini demir parmaklıklar arasından seyrettik. Sol önemli ölçüde tecrit edilmişti. İhbar salgını şeklini alan bir anti-komünizm histerisi yaratılabilmişti ülkede. Komünizmi Rus casusluğu ya da şapka asma özgürlüğü olarak gösteren yoğun propagandanın etkisinde insanların hasım bildikleri kimseleri komünist diye ihbar etmeleri artık adet olmuştu.”. Tüm bu nedenlerle sola ve milli güçlere kapalı olan bu çok partili rejimi, gerçek burjuva demokrasisinden ayırmak gerekiyordu, biz de 1945’ten sonra gündeme gelen klasik anlamda bir burjuva demokrasisi değil, Belli’nin ifadesiyle “Filipin Tipi Demokrasi” idi.
Zira kapitalist dünya pazarı sınırları içinde devrimlerin tarihe karıştığı emperyalizm çağında, gerçek bir kapitalist gelişmeyi hiç yaşamamış ve yaşaması da olanaksız olan Doğunun ve Güneyin geri tarım toplumlarında burjuva parlamentarizmi genellikle emperyalizmle işbirliği halinde olan asalak güçleri iktidara getirmekte ve böylelikle emperyalist sömürünün yoğunlaştırılmasına hizmet etmektedir(Belli,130). Bu gerçek nedeniyledir ki, böylesi ülkelerde gündeme getirilen biçimsel bazı benzerlikleri dışında burjuva anlamıyla parlamenter demokrasi ile hiçbir özsel benzerliği olmayan Filipin Tipi Demokrasi’dir. Filipin Tipi Demokrasi her yerde olduğu gibi Türkiye’de de karşı devrimin bir ürünü olduğu kadar bu karşı devrimi kuvvetlendiren, perçinleyen bir kurumsallaşmadır da.
Filipin Tipi Demokrasinin burjuva demokrasisi ile biçimsel benzerliklerini abartıp bu yapıyı geçmişe göre bir ilerleme olarak değerlendirenler, bu rejimin hepsi de kurulu düzenden yana olan partilerin “kapalı av alanı” olduğunu, ancak “vitrin garnitürü niteliğindeki icazetli sol partilerin” varlığına göz yumulduğunu görmemezlikten geldikleri gibi, ulusal bağımsızlıkla demokrasi arasındaki olmazsa olmaz bağlantıyı da yok sayıyorlardı. Belli’ye göre, “Besbelli ki, bu çağda uydu durumuna düşen bir ülkede gerçek anlamıyla bir siyasi demokrasiden söz edilemezdi.”. Kısacası, bağımsızlık yoksa demokrasi de olamazdı.
1c- 27 Mayıs: Karşı Devrimin Göreli Geriletilmesi
Belli’ye göre 27 Mayıs bu karşı devrimci gidişe “Atatürkçü” asker-sivil aydın zümrenin “dur” deyişidir. 27 Mayıs sayesinde işbirlikçi sermaye ile feodal mütegallibe ittifakı bir ölçüde geriletilmiştir. Emperyalizm lafı edilmemekle beraber, emperyalizmin dayandığı güçleri geriletmeye yönelik bazı adımlar atılmıştır. 27 Mayıs’çılar tam bunun bilincinde olmasalar da 1961 Anayasası , milli bir nitelik taşıyan asker-sivil aydın zümrenin, işbirlikçi sermaye ve feodal ağa gibi milli nitelik taşımayan emperyalizmin emrindeki sınıflatması geriletmesini temsil eder. Bürokrasinin kaleleri olan Yargıtay, Danıştay, Yüksek Hakemler Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve Tabi Senatörlük Kurumu vb.nin oluşturulması da bu yeni dengenin kurumsallaştırılmasıydı. 1961 Anayasası yasama gücünün yetkilerini kısıtlayarak ve bu bürokratik kurumların denetim olanaklarını genişleterek işbirlikçi sermayenin manevra alanını daraltmayı hedeflemiştir. 27 Mayıs müdahalesi sayesinde ayrıca Türkiye toplumunda yarım yüzyıllık tarihi olan sosyalist birikimin belli bir biçimde dışa vurması, açığa çıkması olanağı ortaya çıkmıştır. Ve bu durum bundan sonraki yıllarda demokrasiye gidiş yolunda olumlu bir gelişme olmutur.
Ne var ki bütün bu olumlu özelliklerine karşın, Belli’ye göre 27 Mayıs oldukça eksik ve yarım bir müdahale olarak kalmıştır.
27 Mayıs karşı devrimci gidişi bir ölçüde ve ancak bir süreliğine sekteye uğratmıştır. 27 Mayıs’tan bir süre sonra Türkiye yeniden tutucu-statükocu güçlerin ve emperyalizmin etkisiyle, AP hükümeti aracılığıyla işbirlikçi sermaye ve feodal ağa gibi asalak sınıfların iktidarı ele geçirmesiyle karşı devrim rayına girmiştir. 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de tam bağımsızlığın sağlanması ve toplumun feodal kalıntılardan arındırılması anlamında bir demokratik devrim yolunda bazı adımlar atılmasına karşın, 27 Mayıs’çılar demokratik devrim yapma iddiasında olan bir toplumun ilk görevinin siyasi bağımsızlığın önünde duran engelleri temizlemek olduğunu düşünemedikleri için, Amerika ile aramızdaki vesayet ilişkileri üzerinde yeterince durulamadığı ve köklü bir toprak reformuyla feodal ilişkileri temizleme yoluna gidilemediği için, bu adımlar pek ürkek ve pek kısa adımlar olarak kaldı ve dolayısıyla Türkiye’de karşı devrimin yeniden ve kısa sürede galebe çalması kaçınılmaz oldu(Belli:134). Ayrıca her ne kadar 27 Mayıs, siyasetin sola açılımı açısından bazı olumluklara kaynaklık etmişse de, bu açılımın Türkiye emekçilerini kendi öz siyasi örgütlerinden yoksun bırakma amacını güden ünlü 141. ve 142. maddelerin gölgesinde gerçekleşen bir açılım olduğu unutulmamalıdır. Hiç şüphe yok ki, 27 Mayıs kadrosunun karşı devrimin yeniden zafer kazanmasını kolaylaştıran en büyük hatalarından biri de bu “işbirlikçi kesimin” emekçi kesimim davasını güdenlere karşı yaklaşımının bir ifadesi olan “141 ve 142. maddelere hiç dokunmaması, bu devrimciliğin siyaset alanında yerlerini almalarına imkan verecek bir demokratik özgürlük ortamının yaratılması gereğini kavramaması” olmuştur.
2- MDD’NİN TÜRKİYE’NİN SINIFSAL YAPISINA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
MDD’nin Demokratik Devrim Tezi’nin kuramsal gerekçelerinden birini de Türkiye’de ki sınıflar mevzilenmesine ilişkin görüşleri oluşturmaktadır. MDD’cilere göre, yalnızca Türkiye’nin bağımlı ve feodal ilişkiler içinde boğulan çarpık ve geri kalmış sosyo-ekonomik yapısı değil, aynı zamanda yukarıdaki gerçeklerle sıkı sıkıya bağlı olarak Türkiye’deki sınıfsal mevzilenme ve sınıflar arasındaki güç ilişkileri de sosyalizm mücadelesine elverişli değildir. Türkiye’deki mevcut sınıfsal güç ilişkileri işçi sınıfının kent ve kırın yoksul kesimlerini yanına alarak bir sosyalist devrim yapabilmesine elverişli değildir. Oysa işçi sınıfı sosyalizmi değil anti-emperyalist-anti-feodal bir devrim stratejisini benimsediği takdirde; böylesi bir devrimde yalnızca işçi sınıfı ile kentin ve kırın yoksullarının değil, başta küçük burjuvazi ve bu sınıfın özel bir kesimini oluşturan asker-sivil aydın zümre olmak üzere, köylülüğün en geniş kesimlerinin ve hatta burjuvazinin belli bir kesiminin de yararı bulunduğu için devrimin cephesi güçlenecek ve devrim daha gerçekçi bir hedef haline getirilebilecektir; aksi koşullarda, doğrudan sosyalist sloganlar atmak bağımsızlığı ve feodalizmin tasfiyesini isteyen ama ana gövdesiyle sosyalist politikaları benimseme olanağı bulunmayan sınıf ve kesimleri emperyalizmin ve işbirlikçilerinin safına itmek anlamına geleceği gibi, nicel ve nitel olarak zayıf bir durumda olan işçi sınıfının sırtına henüz kaldırmaya hazır olmadığı ağır bir yük bindirilmiş olacaktır.
MDD’cilerin devrim stratejisi tartışmalarını daha iyi anlayabilmek için tüm bu nedenlerle bu akımın Türkiye’deki sınıf mevzilenmesine ilişkin görüşlerine daha yakından bakmakta yarar vardır.
2a) Türkiye’deki Egemen Sınıflar: İşbirlikçi Sermaye ve Feodal Mütegallibe
MDD’cilere göre Türkiye’nin egemen sınıfları işbirlikçi sermaye[1] ve feodal mütegallibeden oluşmaktadır. MDD’nin devrim stratejisine göre, bu iki sınıf milli demokratik devrim sürecinde karşı devrim saflarında yer alacaktır.
İşbirlikçi sermaye kurtuluş savaşı döneminde azınlıkların ülkeyi terketmek zorunda kalmaları sonucunda bu kesimlerin geride bıraktığı mal ve sermayeye el konulması yoluyla oluşmuş “türedi” bir kesimdir. Azınlıkların yeniden ülke topraklarına dönerek ellerine geçmiş olan varlıkları kaybetme korkusu ile Kurtuluş Savaşı sırasında Kemalist harekete belli bir destek sunan bu kesimler, kurtuluş savaşını izleyen yıllarda süreç içinde, emperyalist sermaye ile de bağlantıya girerek belli bir güçlenme yaşamış ve Kemalist elitin karşısına alternatif olabilecek bir güç olarak dikilmiştir. Belli’ye göre :
“İşbirlikçi sermaye, sınıf çıkarı gereği, Türkiye’de gerçek sanayileşmeye, gerçek iktisadi kalkınmaya karşıdır. İşbirlikçi sermayenin çıkarı, memlekette emperyalist sömürücülerin uygun gördüklerinin dışında Türkiye vatandaşlarının mülkü olan fabrikaların kurulmasına engel olmaktır; gerçek sanayi birikimi fabrikaların bacasının tütmesini önlemektir. İşbirlikçi sermaye, toplumumuzdaki bütün asalak sınıf ve zümreler arasında en güçlü olanıdır. Ekonominin kan dolaşımını sağlayan kredi kurumları, sigorta kurumları onun kontrolündedir. Sanayi, nakliyat vb. gibi yedek parça ihtiyacının sağlanması gibi ekonomimizin can damarı sayılması gereken bir alan, onun tekelindedir.”
İşbirlikçi sermayenin yanı başında egemen sınıf bloğunun bir başka unsuru olan feodal mütegallibe yer almaktadır. Belli’ye göre Türkiye’de feodalizm o kadar güçlü ve egemendir Belli Türkiye’de yalnızca fedalizmin kalıntısı olduğunu iddia eden kesimlere zaman içinde ün yapmış ifadesiyle şu şekilde yanıt vermektedir “Kalıntı ne kelime? Filipin demokrasiciliği şartlarında Türkiye toprağından feodalizm fışkırmaktad. Türkiye’deki feodal yapının yalnızca klasik derebeyi-toprak kölesi ilişkisi olarak değerlendirilemeyeceği uyarısını yapan Belli, kapitalist tarım işletmesi görüntüsü altında derin feodal izler taşıyan bir tahakkümü sürdüren büyük toprak sahiplerini de bu kategoriye dahil etmektedir. Tipik “köy sahibi- toprak kölesi” ilişkilerinin sürdüğü Doğu Anadolu’nun yanı sıra, batıda da kapitalist dış görünüşe rağmen geniş tarım alanlarında can, mal güvenliği, köylünün mülkiyet hakkı, kanunların geçerliliği gibi burjuva ilişkilerin emrettiği ilkel unsurlar bile, mahalli mütegallibe tarafından çiğnenmekte ve derebeyi zorbalığı hüküm sürmektedir(….).
Hiçbir zaman toprak reformu yapılmadığı için zaten sürmekte olan feodal ilişkiler 1945’li yıllarda yaşanan karşı devrim nedeniyle daha sonraki yıllarda ekonomik ve özellikle siyasal cephede büsbütün güçlenmiştir.
Türkiye’deki bugünkü düzen, asker-sivil aydın zümreden, küçük burjuva bürokratlarından iktidarı ele geçirmiş olan işbirlikçi sermaye ve büyük toprak sahipleri, feodal ağalar, mütegallibe koalisyonun hegemonyası altındadır ve bu hegemonyayı elde tutan asalak sınıfların ardında emperyalizm vardır
Feodal sınıfların hegemonyası Türkiye’de özgür yurttaşın ortaya çıkmasını engellediği için gerçek demokrasi kurulamamakta ve iktidardaki sınıfların emperyalizmle çıkar birliği içinde olması nedeniyle de ülkenin bağımsız bir gelişme izlemesi olanaksızlaşmaktadır. Tüm bu nedenlerle Türkiye’deki devrim sürecinin en önemli ve birincil görevi, sosyalizm değil, demokrasi ve bağımsızlığı sağlamak, bu amaç için de işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibe iktidarını tasfiye etmektir.
2b- Milli Burjuvazi
60’lı yıllarda yaşanan sosyalist devrim- demokratik devrim tartışmalarının en önemli alanlarından birini de “milli burjuvazi” konusu oluşturur. Bu sınıfın varlığı ve yokluğu, muhtemel bir devrim sürecinde nasıl bir rol oynayabileceği bu dönemin en çok kafa yorulan ve üzerinde polemik yapılan sorunlarından biridir.
Milli demokratik devrim görüşünü benimseyenler açısından, ülkenin gündeminde olan devrimin ulusal karakter taşıyacağı konusunda her hangi bir şüphe bulunmazken, bu devrimde milli burjuvazinin olumlu bir rol oynayacağı konusunda ise tereddütlü ve hatta karamsar bir yaklaşımın varlığı söylenebilir.
MDD’nin milli demokratik devrimde milli burjuvazinin yeri ve rolü ile ilgili yaklaşımını iki düzeyde ele alabilmek olasıdır. Her şeyden önce milli burjuvazinin önderliğinde bir devrim fikri MDD’cilere göre emperyalizm çağında geçerli bir düşünce olamaz. Belli’ye göre, “18. ve 19. yüzyılda Batı’da gerçekleşen burjuva devrimlerinin Türkiye gibi geri kalmış bir doğu ülkesinde tekrarlanmasını ummak, burjuvazi hegemonyasında bir demokratik devrim beklemek büyük bir yanılgı olacaktır. Zira emperyalizm çağında sömürge ülkelerde demokratik devrime önderlik edecek güçte ve bilinçte bir milli burjuvazi yoktur ve olmayacaktır. Belli, bu yaklaşımının doğal ve tutarlı bir uzantısı olarak kendi çizdiği devrim stratejisini “burjuva demokratik devrim” biçiminde değil “milli demokratik devrim” olarak isimlendirmiştir(Belli,…). “Çağımızda milli burjuvazi bir devrimci sınıf olarak barutunu tüketmiştir… Bu sınıfın milli demokratik devrimde ağır basması…şöyle dursun, bir devrim safında yer alması bile ancak devrim dalgasının yükselişi anında, büyük bir halk şahlanışı sırasında olabilir, o da bir süre için…” . ” “Bugün artık emperyalist dünya sistemi kurulalı beri bir ülkede demokratik devrim söz konusu olsa bile ne tutarlı bir devrimci çizgiyi sonuna kadar izlemeye gönüllü bir burjuvazi vardır, ne de kapitalist yoldan kalkınma imkanı”.
MDD’ciler milli burjuvazi konusunu genel kuramsal yaklaşımın yanı sıra bir de Türkiye’nin kendi iç somut koşulları açısından değerlendirmeye tabi tutmuşladır. Bu değerlendirmeden ortaya çıkan sonuç ise özetle şu şekildedir: Cumhuriyet Türkiyesi’nde ilk dönemlerde milli burjuvazi yaratma girişimleri olmuş, fakat Kemalistlerin bu yöndeki çabaları süreç içinde başarısızlığa uğramıştır. Ortaya çıkarılabilen son derece güçsüz milli burjuva unsurlar da çok geçmeden emperyalizme bağlanarak işbirlikçi bir karakter kazanmışlardır. Bu değerlendirmeden de görüldüğü gibi MDD’ciler ortaya attıkları devrim stratejisinde milli burjuvaziye önemli bir rol atfetmemektedirler. Ne var ki, MDD stratejisinin milli burjuvaziye devrimci bir güç olma anlamında kapıları tümüyle kapattıkları da söylenemez. Muhtemelen o dönemde uluslararası komünist harekete milli burjuvazinin devrimciliği konusunda daha olumlu bir tutumun egemen olmasının da etkisiyle MDD’cilerin de mili burjuvazinin tüm bu olumsuz faktörlere rağmen kısmen de olsa devrime katılabileceğini zaman zaman vurguladıklarını görüyoruz. Nitekim Belli’ye göre, milli burjuvazi ile işbirlikçi kapıtalisti aynı kefeye koymak doğru değildir. Milli burjuvazi bir yanıyla emperyalizmin varlığından rahatsızken, diğer yanıyla da sosyalizme karşıdır. Bu çifte karakteri nedeniyle Türkiye’de güçlü bir halk hareketinin geliştiği koşullarda milli burjuvazi kısa bir süre içinde olsa devrimci güçler arasında yerini alabili.
c-Küçük Burjuvazi ve O’nun Özel Bir Kolu Olarak Asker-Sivil Bürokrasi
MDD’cilere göre küçük burjuvazi, orta köylülüğü, şehir küçük burjuvazisini (esnaf ve sanatkarları) ve asker-sivil aydın zümreyi kapsamaktadır (Belli, 1970: 248). Daha çok emeği ile çalışarak geçimini sağlayan ve kapitalist düzende sömürülen küçük burjuvazi, tüm bu nedenlerle devrimci bir sınıftır. “Orta köylü ekonomisinin tarımda oldukça geniş bir alanı kapladığı ve şehirlerde de küçük üretimin yaygın bulunduğu Türkiye’de” küçük burjuvazi, sayıca da toplumun en büyük toplumsal kesimlerinden birini oluşturmakta ve bu durum küçük burjuvazinin siyasal önemini daha da artırmaktadır. Belli’ye göre, “İşbirlikçi sermayenin egemen bulunduğu, feodal ilişkileri barındıran bağımlı bir düzenle sınıf çıkarı asla bağdaşmayan küçük burjuvazi bilinçlendiği ölçüde, kitlesiyle milli demokratik devrimden yanadır. Küçük burjuvazinin hiç değilse bir kesiminin, sosyalist devrim aşamasında da, devrimci güçler safına katılması beklenmelidir”.
MDD teorisinde küçük burjuvazi ana gövdesiyle milli demokratik devrime katılacak bir toplumsal güç olarak değerlendirilirken, bu sınıfın özel bir kolu olarak nitelendirilen asker-sivil aydın zümreye ise devrimci süreçte çok daha özel ve belirleyici bir rol atfedildiği görülmektedir. Çoğunluğu küçük burjuva kökten gelme olan bu kesimin içine öğrencileri, az çok eğitim görmüş kesimleri ve meslek erbabını da dahil eden Mihri Belli, asker-sivil aydın zümrenin toplum yapısındaki yerini şöyle açıklamaktadır.
“Asker-sivil aydın zümre Türkiye’de, orduda olsun, devlet mekanizmasında olsun, kilit noktaları elinde tutmaktadır. Bu zümre, Tanzimattan bu yana, Türkiye’nin yönetimini çok kez tekelinde tutmuş, hiç değilse bu yönetimde önemli bir rol oynamıştır…Pek yakın bir geçmişe kadar toplumumuzda son söz bu zümrenindi. Ağa, eşraf, iş adamı ikincil durumdaydı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bu güçler dengesi bozulmuştur. Biti kanlanan ve büyük bir iktisadi güç haline gelen emperyalist tekellere bağlı ticaret burjuvazisi, taşra eşrafı ile, feodal ağalarla ittifak halinde, sadece Türkiye ekonomisi üzerinde hakimiyetini kurmakla yetinmemiş, 1945’den bu yana büyük bir politik güç olarak da ortaya çıkmıştır. Bunların ideolojisi “ben dümenime bakarım” ideolojisidir. Sahte milliyetçilerdir. Bir yandan ulusu bölen şeriatçılığı kullanırken diğer yandan da batı kozmopolitizminin yayıcılarıdır.”.
Türkiye’nin maddi-ekonomik koşullarının yetersizliği nedeniyle işbirlikçi kesimlerin asker sivil aydın bürokrasiyi kendilerine entegre edecek imtiyazlar vermesinin olanaksızlığına vurgu yapan Belli, hem bu nedenle, hem de asker-sivil aydın zümrenin anti-emperyalist, bağımsızlıkçı bir tarihsel sürecin ürünü olmasından dolayı, bu zümrenin işbirlikçi kesimlerle ittifak yapmasını mümkün görmemektedir. Ona göre, günün şartlarına uyarlanmış Kemalist bir ideolojiye sahip olan asker-sivil aydın zümre, milli demokratik devrimde çok önemli bir rol oynayacağı gibi, bu kesimin ana gövdesiyle sosyalizm mücadelesine katılmaması için de hiçbir neden bulunmamaktadır.
Belli, asker sivil aydın zümreye o kadar belirleyici bir önem vermektedir ki, bu kesimi Türkiye’de proletarya dışında devrimde hegemonya kurması mümkün tek toplumsal kesim olarak tanımlamakta (hatta buna olumsuz da yaklaşmamakta) dır.
2d- İşçi Sınıfı
Feodal ilişkilerin baskısı altında ve emperyalizme bağımlı olarak gelişmesini sürdüren Türkiye’deki kapitalizmin çarpıklığı ve geriliği ortamında Türkiye proletaryası toplumsal sistemde ancak “iğreti” bir yer işgal edebilmektedir. Sanayi işçilerinin büyük çoğunluğu köyle bağlarını sürdürmekte, işçi sınıfının ana gövdesi yarı köylü vasfını muhafaza etmekte ve köyle kent arasındaki kent lehine ekonomik uçurum kentli bir sınıf olan proletaryanın bilinçlenmesini geciktirmektedir. Tüm bu nedenlerle işçi sınıfı hala kendiliğinden sınıf olmaya aşarak kendisi için bir sınıf olamamıştır.
Belli, yukarıda belirtilen olumsuz faktörlere karşın işçi sınıfının Türkiye’deki emekçi sınıflar arasında en yüksek örgütlenme düzeyine sahip olduğunu belirmekte, dolayısıyla bu olumsuzlukları işçi sınıfının devrimci süreçte önderlik yapamayacağı gibi bir sonuca ulaştırmamaktadır. Tam aksine Belli’ye göre, işçi sınıfının devrimdeki yerini belirlerken yalnızca bugünkü bilinç ve gelişme düzeyini değil aynı zamanda ve temel olarak bu sınıfın ekonomideki yerini göz önüne almak gerekir. Ekonomik hayatta tuttuğu stratejik konum nedeniyle işçi sınıfı bu önderlik potansiyeline sahip olduğu gibi, işçi sınıfının hegemonyası “milli demokratik devrimin kesintiye uğramadan tamamlanması için ve Türkiye’nin sosyalist devrimin eşiğine varır varmaz, o eşiği aşabilmesi için”zorunludur da.
2e- Köylülük
Demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmalarında köylülük sorununa ilişkin yaklaşımların özel bir önemi vardır. Zira MDD’cilere göre, kıra kapitalizm girmiş, köylülük büyük ölçüde ayrışmış ve önemli bir tarım proletaryası oluşmuşsa o zaman bir sosyalist devrimi savunmak olanaklıdır. Ama köylülük kendi içinde ayrışmamışsa, geneli feodal ilişkilerin baskısı altında eziliyorsa, köylülüğün büyük çoğunluğunu ancak anti-feodal bir toprak devrimi şiarıyla devrime kazanmak olasıdır. Bu tip bir devrimde doğası gereği demokratik bir devrim olmak zorundadır.
MDD’cilere göre Türkiye kırlarına feodal ilişkiler hakimdir. Türkiye köylerinin çoğunda, orta köylü ekonomisinin egemen olduğu bölgeler de dahil olmak üzere, mahalli tüketim için üretim yapılmaktadır. Köylünün kapitalist pazarla ilişkisi pek sınırlıdır ve bu ilişki çoğu kez pazardan tuz ve gaz yağı almanın ötesine geçmez.
Pazar için değil mahalli tüketim için üretim yapmak ise feodalizmin en önemli göstergelerinden biridir.
Türkiye’de halkın çoğunluğunun ilkel, kısır, sefalet düzeyinde cüce tarım işletmelerinde en derin bir yoksulluk içinde yaşadığını ileri süren Belli’ye göre, Türkiye toplumunda en çok ezilen kesim yoksul köylülüktür. Ezilme derecesi bakımından yoksul köylülük, işçi sınıfından bile çok daha kötü durumdadır. “Öyle ki, yoksul köylü durumundan şehir proletaryası durumuna geçiş köy emekçisinin hayatında özlenen bir değişikliktir”. Bütün bu faktörler yoksul köylülüğü devrimci potansiyeli en yüksek toplumsal kesimlerden biri yapmaktadır.
Belli yoksul köylülüğün yanı sıra Türkiye’de kalabalık bir yarı proleter kitlenin de varlığına dikkat çekmektedir. Yoksul köylülerin önemli bir kesimi, kırla bağlarını koparmadan geçimlerini sağlamak üzere yılın belli bir bölümünde madencilik ve sanayi işletmelerinde ücretli olarak çalışmaktadırlar. Ayrıca büyük tarım işletmeleri de işgücü gereksinimlerinin büyük bölümünü bu yarı proleter yoksul köylü kitlesinden sağlamaktadırlar. Bu yarı proleter köylü nüfusu bu özelliği ile köyle kent, işçi sınıfı ile köylülük arasında bağ kurulmasını kolaylaştırmakta, devrimci fikirlerin kıra taşınmasına aracılık yapabilmekte, işçi-köylü ittifakının sağlanmasında özel bir rol oynayabilmektedir. Belli’ye göre yarı proleter köylüler bu nedenlerle demokratik devrim sürecinin çok önemli bir gücüdür.
- Faşizm Üzerine Notlar (4) - 20 Aralık 2024
- Faşizm Üzerine Notlar (3) - 12 Aralık 2024
- Faşizm Üzerine Notlar (2) - 4 Aralık 2024