Tatilde bir kitap okumak

Yaz mevsimi içinden, şöyle bir tatil yazısı yazayım dedim; öyle ya, bu mevsim akla önce tatili getiriyor. Binlerce kişinin kentleri boşaltıp özellikle Ege’ye ya da Akdeniz’e aktığı bir mevsim bu… Büyük kentler sakinleşiyor, trafik derdi nispeten hafifliyor, ortalık biraz sessizleşiyor. Gidenler de memnun, kalanlar da… Ben her zamanki gibi kalanlardan olmama rağmen tatil psikolojisinden kurtulabilmem mümkün değil, gönlüm gidenlerle beraber. Onları sosyal medyadan izleyip keyif alıyorum; yapabileceğim başka bir şey yok, iş güç işte…

Yurtdışına çıkabilme olanağına sahip olan tatilciler, sosyal medyadan izleyebildiğim kadarıyla Yunanistan’ı ve özellikle de adaları tercih ediyor. Haklılar, şahane yerlerdir oraları… Yemekler şahane, içkiler şahane: Ahtapot, balık çeşitleri, beyaz peynirli çoban salata, ouzo, şarap, reçina; meraklısına da mastika. Üstelik, Herodotos’un dediği gibi, “yeryüzünün en güzel gökyüzü” ve denizi de oralarda.

Bana öyle geliyor ki Türkiye’den Yunanistan’a gidenler, orada idealize ettikleri bir Türkiye buluyorlar. Düşlerde görülen Türkiye yaşamını orada tadıyorlar. Doğru belki de… Zaten pek çok kişi söyleyip durmaz mı, “iki ülke birbirine ne kadar yakın, ne kadar benziyorlar” diye?

Ben bir yere gidemediğim için, ara sıra işlerden zaman buldukça, işte biraz müziktir, biraz televizyonda futbol maçı, bisiklet yarışıdır, biraz kitap mitaptır, öyle takılıyorum. Günübirlik bir yerlere gidip geldiğim bile olabiliyor. Ama işlerin dışında kalan zamanların bir tehlikesi de yok değil; insan olmayacak şeylere kafasını takıyor ve uzun uzun, manasızca abuk sabuk bir sürü şey düşünmeye başlıyor. Rutinin bozulduğu, rahatlatıcı içe kapanmaların, az çok sağlanabilmiş bir yaşam dengesinin bittiği anlar bu kafa takmalar…

Platon, ornitorenk ve Batı felsefesi

Geçen gün kitaplıktan bir kitap çektim; aylar önce aldığım, fakat okumadığım bir kitaptı. İçinde neler varmış diye şöyle bir göz gezdirdim, sonra ilginç bulup okumaya başladım. Kitabın adı: “Plato and a Platypus Walk into a Bar” idi; Daniel Klein ile Thomas Cathcart yazmış. Daha başlar başlamaz “platypus” sözcüğünde stop ettim, hiç bilmediğim bir sözcük… Sözlüğe baktım, “ornitorenk” anlamına geliyormuş. Hani şu hem suda yüzen hem karada gezinen, ördek ile balık arasında bir hayvan; acayip bir şey… İşte o hayvanla Platon, kitabın adından da anlaşılacağı gibi bir bara giriyorlar ve orada felsefe başlıyor; hayli komik bir felsefe hem de… İlginç yani… Kitabın ilk bölümünde şöyle bir diyalog var:

DİMİTRİ: Eğer Atlas dünyayı sırtında yaşıyorsa, Atlas’ı kim taşıyor?

TASSO: Atlas, bir kaplumbağanın sırtında duruyor.

DİMİTRİ: Fakat o halde, kaplumbağa neyin üzerinde duruyor?

TASSO: Başka bir kaplumbağanın üzerinde.

DİMİTRİ: İyi de, o kaplumbağa neyin üzerinde duruyor?

TASSO: Sevgili Dimitri, o kaplumbağalar böyle sonsuza kadar iner.

Kitabın yazarları, bu komik konuşma hakkında özetle diyorlar ki: “Bu küçük Yunan diyaloğu, felsefenin sonsuz bakış açısını çok güzel betimliyor. Öyle ki bu sorular ve yanıtlar, “ilk yaratıcı”nın kim olduğuna kadar uzanır ve bir yandan da yaşamın, zaman ve uzay ilişkisinin evrensel yanıtlarını tartışmaya açar.” Kısaca böyle bir yorumla başlıyor kitap.

Dedim ya; boş zamanlar bazen tehlikelidir; insanı manasız düşüncelere sürükler. Okurken, benim de aklıma şu sorular takılıverdi: Bu komik konuşma, nasıl yüzyıllar boyu devam eden bir Batı felsefesinin betimleyicisi olabilmiş? Komiklikten öte bir konuşma değil ki bu.

Oysa sonra da şunları düşünmeye başladım: Doğru, komikliği bir yana bırakırsak, birtakım yargıların, inançların, dogmaların vb. dışında, gerçekten bu kaplumbağalar ne kadar derine doğru yol alabilir, bunların sayısı kaçtır? Sonsuza kadar mı gidiyor gerçekten bunlar? O halde sonsuzluk ne, neresi? Sayılabilir, ulaşılabilir bir şey mi, yoksa yalnızca o sonsuzluğu düşünmekle mi yetinmeliyiz? Ve o halde evren dediğimiz şey sadece tasavvurlarda mı var olabilecek, yoksa onun matematiksel bir ölçümü gerçekleşebilir mi? Daha da çarpıcı bir soruyla, tüm bunların “ilk hali”ni, daha da açıkçası, tüm bunların “yaratıcı”sını nerede bulacağız? O “yaratıcı” bir madde mi? Onu elle tutabilir miyiz, gözle görebilir miyiz, tadına bakabilir miyiz, sesini duyabilir miyiz, kokusunu alabilir miyiz? Yani biz insanlar, onu kendi algı yetilerimizle deneyimleme şansına erişebilir miyiz?

Vay vay! Bu iş ne kadar da çapraşık bir durum olmaya başladı; ben şu kitaba başladığımda, komik bir şeyler okuyacağımı sanmıştım, bir tatil kitabı değil miydi bu? Şöyle vantilatör karşısında, ferah ferah kahve içilirken okunacak bir kitap değil miydi?

Batı felsefesi, evren ve Yunan adaları

Derken, aklıma şu sorular da üşüşüverdi: Yazarların dediği doğruydu; Platon’u izleyen “Yeni Platoncular”, tanrı ve evren arasında bir “birlik” düşüncesine sarılmamışlar mıydı? Skolastik düşüncenin katılığı, bir yandan “tanrıya ulaşılamazlık” düşüncesini savunup dururken, bir yandan da Platon, Aristoteles çizgisini sürdüren filozoflar, önce Aziz Augustinus’tan geçip ardından da Bruno’lara, Spinoza’lara, oradan da Hegel’lere ulaşmamışlar mıydı? Ve Batı felsefesi, evren ile tanrıyı, en önemlisi de “özne” denilen şeyi tartışıp durmamış mıydı? Estetik, sanat, idea, ideoloji, matematik, bilim, şu bu…

Bir de şu yakın zamandaki “evrim teorisi meselemiz” beynimi tırmaladı.

Selameti, kitabı bir kenara atmakta buldum; çünkü yaz mevsimi bana zehir olmak üzereydi. Yeniden bilgisayarı açtım, Facebook’a daldım, oradaki tatilcilerin fotoğraflarına ve yorumlarına baktım… Oh! Ne rahatlatıcı… Deniz görüntüleri, yeryüzünün en güzel gökyüzü altında plajlar, tavernalar, ahtapot, reçina…

Bir de şu “Almanya sorunumuz” var; yok Alman şirketlerinin listesi, yok listeyi geri çekmeler filan… Yunanistan, Almanya ile ekonomik sorun yaşadığında, bir Yunan tavernacı ne demişti: “Amaaan, bizim denizimiz ve gökyüzümüz var, onları da elimizden alacak değiller ya.” İşte bu kadar…

Düşündüm ki gerçekten de Yunanlılara ne kadar çok benziyoruz, insan bunu hemen anlayabiliyor bu tatilcilerin fotoğraflarından… Rahatladım neyse!

Sahiden rahatladım mı? Sahiden benziyor muyuz birbirimize? Aslında pek de benzemiyoruz galiba, şu basit, küçük diyalogdan çıkıp Batı’yı kuşatan felsefeyi düşününce… Bir de kendi coğrafyamızdan çıktığı gibi toprağa gömüverdiğimiz filozofları, onların yazık olan felsefelerini düşününce… Öyle; hiç benzemiyoruz galiba.

Ama artık bunlar hakkında da fazla düşünmeyeyim, işim gücüm var benim, en iyisi onlara döneyim.

Kayanak: Kültür Servisi