Cumhuriyet gazetesinin duruşmaları yapıldı ve demokratik cephenin yüzünü güldürmeyen kararlarla, şimdilik durdu. Evet, yedi tahliye, ama aynı zamanda tahliye edilmeyen beş kişi. Bu durum, tahliye olan yedi kişinin de sevinç duymasını engelledi.
Tabii daha bütünsel bir gözle bakacak olursak, yedi kişi değil de kilit altında tutulanların hepsi serbest bırakılsa “Bu insanlar bu kadar gün niçin tutuklu bulundular?” sorusunun sorulması gerekiyordu – şüphesiz gene gerekiyor ve sürekli gerekecek. Davanın başlamasıyla kamuya da açıklanmış olan iddianame, bu soruya “hukuki” bir cevap, bir açıklama getirmiyor. Yargılananlar ve avukatları iddiaların kofluğunu ortaya koydular. Ama sonuç, beş kişinin tutukluluğunun devamı! Bu karar çıktıktan sonra, avukatlar, haklı olarak, “hepsi aynı suçla suçlanıyor; o halde neden bazıları serbest bırakılıyor, bazıları bırakılmıyor?” diye sordular. Bu da aklî ve daha önemlisi, “hukuki” bir soru. Tabii gene cevabı yok.
Zaten şu son nokta, genel durumu açıklıyor: Devam etmekte olan ciddi “çarpışma”da, Cumhuriyet çalışanları ve daha birçok davada sanık yapılarak tutuklanan aydınlar, yazar çizerler (Şahin Alpay’dan Nazlı Ilıcak’a, Ali Bulaç’tan Mümtaz’er Türköne’ye, Altan Kardeşlere v.b.) kendilerine yöneltilen ipe sapa gelmez suçlamalara karşı “hukuki” bir cevap vermeye çalışıyorlar. Ama onların kaderleriyle ilgili karar verme merciine tayin edilmiş zevat, hukuka göre değil, geçerli siyasî yapılanmanın istek ve beklentilerine göre karar veriyor. Yani bu terazinin bir tarafında elmalar varsa öbür tarafına armutlar konmuş. Yargılananlar, aslında, “Hukuk! Hukuk!” diye bağırıyorlar.
Yani, sorun “Ben suçluyum; ben suçsuzum” aşamasında değil henüz; “Beni hukuk içinde yargılayın” aşamasında. Buradan bakınca kutuplaşma elbette yargılayanlarla yargılananlar arasında; ama asıl ciddi çelişki ya da kutuplaşma (bugünün Türkiye’sinde) “yargı” ile “hukuk” arasında.
İktidar hukuku hukuk olarak anlamıyor. Onun zihninde “hak”, “adalet” v.b. kavramlar çok başka bir düzeyde. Kendini “hak”la özdeşleyince, sana karşı çıkan, seni eleştiren otomatikman “suçlu” oluyor. İşte o zaman “yargı”nın yapacağı da, eldeki “yasa”ları eğip bükerek, o düzeyde “suçlu” ilan edilen kişiye münasip bir ceza vermek.
Burada kim ne yapmış, ne konuşmuş, ne söylemiş önemli değil. Zaten şu kadar adamı toparlayıp tıkmışsın içeri, bazıları bir yıldır içeride; şimdi “Haydi buyurun, gidin; yanlışlık olmuş” diyebilir mi iktidar? Sık sık kandırılsa da hiç yanılmayan bir iktidar bunu söyleyemez elbet.
Ama bir yandan da bu siyasetin yurt içinde ve dışında yarattığı gerilim var. Bütün ülkenin bir toplama kampına dönüşmesinin zamanı henüz gelmemiş olabilir. (“Geldi! Geldi!” diye tezahürat yapan çığırtkanlar olsa da). Gerçekten, şu OHAL’li bir yıl içinde ülke tarumar oldu. Cumhuriyet ya da öbür davalar, bütün dünya izliyor olanları; yazılan iddianameleri de okuyup anlıyorlar, yapılan savunmaları da. Her ne kadar yalan-dolan üreten bir sanayi kursan da, kendi cephende bile, bunların yalan-dolan olduğunu bilenler var.
Onun için, herhangi bir davada, arada bir, tahliye kararı da çıkmalı. Ama bu insanların tutuklanmasında “hukuk”un payı ne idiyse, tahliyeleri için de başka ölçü yok.
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri, bir “hukuk devleti” değil, bir “yasa” devleti olmuştur. Bu keyfiyet zaten bütün toplumun ortak bilincinde “hukuk” denen şeyin anlamını çarpıtmıştır. Bir devlet ki “Varlık Vergisi” diye bir “yasa” çıkarabiliyor… Hangi hukuk?
Neyse, bu eski hikâyelere yeniden dalmayalım, yeterince konuştuğumuz konular. Yeni durum farklı.
“Farklı” ama büsbütün farklı değil. Evet, “Bonapartist” denebilir bir “seçkinler iktidarı”ndan bir “plebisiter çoğunluk diktası”na geçişi önemli bir değişim. Bununla birlikte değişen bir yığın etken var. Ancak, kendini eski rejimin karşıtı olarak ortaya koyan ve her fırsatta onu yeren yeni iktidarın bu karşıtlığı, bir “despotizme karşı demokrasi” biçimini almıyor; bir despotizme karşı farklı içerikte bir despotizm olarak biçimleniyor. Onun için “hukuk devleti” ve benzeri konularda bir farklılaşma görülmüyor ya da görülüyorsa bu hukuk devletinin daha ağır bir biçimde tahribatı oluyor.
“Manzara-i umumiye” böyle: Kendi zihninde olanların doğruluğundan hiçbir şüphesi olmayan bir irade, aynı zamanda “idare”, kendine aykırı her düşünceyi “suç” olarak algılıyor. Kendisini eleştiren her bireyi ensesinden tutup içeri tıkmadığında, “Ben ne kadar demokratım” diye ayrıca bir kıvançlanma kaynağı buluyor. Ve bu iradenin kararlarının uygulayıcısı rolünü benimsemiş bir “yargı” kurumu var.
Kaynak: T24
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024