Bugün Dünya Su günü, ayrıca yakılan, yok edilen ormanlarımızla ilgili tek bir cümle kurmadan büyük laflar edeceğimiz Orman Haftası ve yine ayrıca 25 Mart’ta da Küresel İklim Grevi var. Baharın yolunu gözlerken, cemrelerle beraber düşen kar tanelerine hepimiz içerlemeye başladık. Çünkü, son 40 yılın en soğuk kışı yaşanıyoruz hala. Doğanın tüm itirazlarına rağmen, yer değiştiren mevsimler ve yeni bir kainat düzenini her ne kadar el birliğiyle yarattıysak da, işin hafife alınmayacağını aslında pek çoğumuz biliyoruz.
Kuraklık, açlık, çölleşme, yağışlardaki dengesizlik ve sapmalar, su baskınları, tayfun, fırtına, hortum gibi meteorolojik olaylarda artış, yoksulluk ve hastalık gibi uzun vadede yaşanacağı düşünülen sorunların yanı sıra, bunların hepsinin toplamında çok ciddi bir iklim göçünün yaşanacağını söyleyen bilimsel istatistikler var. Göçlerin yüzde 98’inin iklim değişimine bağlı nedenlerle meydana geldiği, 2050 yılına kadar 200 milyon kişinin yeni bir göçmen statüsü ile bir başka ülkede iklim mültecisi olarak yaşayacağı öngörülmektedir.
Bugün, olmazsa, tüm canlıların da olamayacağı toprak gibi, hava gibi, diğer bir yaşamsal gerçeğimiz olan suyun günü. Bilime dayalı akılla ve sorumlulukla ülke yönetmenin gerekliliğini bilen gelişmiş ülkeler, bugün suyun geleceğine dair politikalar üretirlerken, iklim krizinin ve küresel ısınmanın tehlikelerine dikkat çeken çalışmalar yaparken, bizler ne yazık ki inşaat, maden ve enerji şirketlerine, yani ranta, memleketin tüm yeraltı ve yerüstü sularını, dağını, taşını, ormanını teslim etmiş bulunmaktayız.
Türkiye’de varolan irili ufaklı 300’e yakın gölün yüzde 60’ı ne yazık ki kurudu. İklim krizi, nehir tipi barajlar/HES ler, bilinçsiz sulama ve yanlış tarım politikaları göllerin kurumasının en önemli nedenleri arasında. Türkiye’nin her yerinde evsel ve endüstriyel atıklarla kirletilen dere yatakları, kirliliğin denizlere ulaştırılmasında taşıyıcı kanal görevi yapmaktalar. Dev maden şirketleri, yeraltı sularını ve derelerin suyunu gasp ederek, dünyanın en vahşi altın işleme yöntemi olan siyanürle ayrıştırma için kullanmakta, enerji şirketleri, HES’lerle derelerin akış gücünden enerji üretmek için, ortalama ömrü 30 yıl olan santraller kurarak, suyun akışı ve yatağı değiştirmekte, bu da etrafındaki çok geniş bölgenin kuraklaşmasına, ekolojik dengenin bozulmasına neden olmaktadır.
Deniz seviyesinin her yıl 3.3 mm yükseliyor olması, sıcaklık nedeniyle buharlaşmanın fazla olması ve ortalamanın altında yağış olması; toprağın neminin azalmasının, eko sistem döngüsü içindeki vektörler gibi diğer canlıların yaşama ve üreme dengesinin bozulma sebebidir.
Susuzluğun son noktası olarak kuraklık, tarımsal alanlarda üretimin azalmasına neden olacaktır. Bu da beslenmede tarımsal kaynaklı besinlere ulaşamamak, açlığa bağlı hastalıklar ve ölümlerin artması, yani parası olanın sağlıklı besleneceği bir dünya düzeni demektir.
Suyun kalitesinin ve miktarının azalması veya suya ulaşamamak, bireylerin sağlıklı ve temiz yaşama ortamlarının yok olmasına, enfeksiyon ve hastalık riskine zemin hazırlayacaktır. Suyun bir hak olduğu, kolay ulaşılabilir ve “satılamaz” olması gerektiği, suyun halka rağmen “gücün elinde ve meta” olarak kullanılmaması gerektiğini, Dünya Su Günü’nde yeniden hatırlatmalı ve örgütlü bir ‘karşı güçle’ savunmalıyız.
Suyun olmadığı yerde insanoğlunun mutlu/mesut yaşayamayacağı artık bir gerçek. Sanayi ve tarımı su olmadan düşünebilir misiniz? İşsizlik ve yoksulluğun artması, aşırı kalabalık, kültürel değişim ve çatışmalar, çevre kirliliği, trafik sorunları, geleceği belirsiz insan topluluklarının yaşayacağı diğer sorunlardır. Tüm bunların yaşanmaması için sadece ortalama yüzey sıcaklığının 1.5 derece ile sınırlandırılması bile tek başına yeterli. Yani yolumuz tam da burada küresel iklim değişikliğine düşüyor.
Karbondioksit, metan, ozon, su buharı gibi ısıyı tutan gazların atmosferde artmasıyla oluşan sera gazları ve neden olduğu sera etkisinin sonucunda dünya ikliminin değişmemesi için yapılan Paris Anlaşmasına göre, dünya’nın ortalama sıcaklığı en fazla 1.5°C olmalıdır. Ancak bu gidişle önümüzdeki 20 yılda 1.5°C’lik ısınma eşiği geçileceği öngörülüyor.
Dünyanın ortalama sıcaklığı 2°C dereceye çıkarsa n’olur? İnsan hayatını doğrudan etkileyecek yıkıcı sonuçlar olur. IPCC’ ye (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) göre küresel ısınma senaryosunda artan sıcak hava dalgalarının beraberinde daha uzun süren sıcak mevsimler ve daha kısa süren soğuk mevsimler gözlenecek. 2°C ısınma olduğunda, aşırı uçlarda sıcaklık ve soğuk, tarım ve sağlık için kritik tolerans eşikleri aşılacak. Kuraklık, nem, rüzgârlar, kar ve buz olayları, kıyılarda ve okyanuslarda değişimlerin olması kaçınılmaz görülmekte. Yine, su döngüsündeki değişiklik, oluşacak sellerle bağlantılı daha yoğun yağışlar veya birçok bölgede yoğun kuraklıklar anlamına geliyor.
İklim değişikliğinin kilit noktası olan karbon emisyonu, atmosfere yayılan karbondioksit gazı miktarına verilen isimdir. Kontrolsüz sanayileşmeyi, sürekli artan enerji talebini, şehirleşmenin artmasını, azalan ormanlık alanları ve kontrol edilmeyen sera gazı salımını, karbon emisyonunun artış sebeplerinden sayabiliriz. Türkiye’de durum nasıl diye soracak olursanız; Karbon salınımı, iklim politikaları, yeşil toplum ve doğru enerjinin kullanımıyla ilgili, Paris Antlaşmasında verilen sözlerin tutulmasıyla ilgili sıralamada dünya kriterlerine göre 76.sırada yer almaktadır.
Peki ne yapılmalı?
Her şeyden önce Paris antlaşmasında verilen sözler tutulmalı.
Fosil yakıtların kontrolsüzce kullanılması önlenmeli, termik ve nükleer santraller kesinlikle kapatılmalı ve yenilenebilir enerji kaynakları ise doğru yer seçimiyle, ihtiyaç olduğu kadar ve doğadaki tüm canlıların çeşitliliğinin, varlıklarının ve haklarının korunarak ve ekolojik denge bozulmadan,(güneş, rüzgâr ve jeotermal gibi) kullanılmalı.
Doğanın metalaştırılmasına ve ticarileştirilmesine engel olunmalı. Toplumdaki gelir grupları dağılımına göre karbon emisyonlarına bakacak olursak iklim krizinin sınıfsal bir sorun olduğunu da görürüz. En alt gelir grubu ortalama nüfusun %50 sini oluşturuyorken ve karbon emisyonunun sadece %7 sinden sorumluyken, en üst ve üst gelir grubu nüfusun % 11 i , karbon emisyonun %63 ünden sorumlu.
Toplumda su kıtlığına ve iklim krizinin getireceği tehlikelere karşı farkındalık oluşturulmalı. Oluşturulacak çevre kanunlarıyla her canlının yaşama hakkı savunulmalıdır.
- Sen gittin ve ben büyüdüm anne - 8 Mayıs 2022
- SU HAKTIR, Metalaştırılamaz - 22 Mart 2022
- Pazar yerinden geçtim… - 12 Mart 2022