Pazar yerinden geçtim…

Küçük yolluk ve paspasları boylarına göre, yere serdiği muşambanın üzerine özenle istifleyen satıcıyla başlıyor pazar yeri. Yanına, geçen hafta soğuk olduğu için gelmeyen 70’li yaşlarındaki kadın, eski bir çocuk arabasına yükleyip getirdiği, birer kiloluk fıstık poşetleriyle birlikte yine poşetlenmiş tuzlama zeytin ve iki kasa mandalinayı dizdi ağır ağır. Başında siyahlı beyazlı yazması, eski yeşil pardösüsü, ayak bileğine kadar uzanan kadife eteğiyle, yorgunca, kaldırıma oturdu sonrasında. Yaktığı sigarasından uzun bir nefes çekti. Muhtemelen satışının iyi olmasını geçirdi aklından.

Tam köşe başında, yan yana dizilmiş kangal sucuklarını arabasının bagajına asmış genç bir delikanlı, onun yanında arabasının yan kasasını caddeye doğru olan kısmı tezgah haline getirmiş arabanın yanında bir erkek çocuğu “Alaşehir, ekşi maya “ diye bağırıyor, her satılan ekmek sonrasında, annesine uzattığı parayla birlikte yüzüne, özellikle gözlerine bir ışıltı yayılıyordu. Bu ışıltı büyüdüğünde sönmezse ekonomiyle ilgili bişey ! bile olabilir, diye aklımdan geçirmedim değil. Az ötedeki, soğuktan sertleşmiş lavaş ekmeklerinin pek şansı yok bu rekabette gördüğüm kadarıyla.

Gecenin ilerleyen saatlerinde karşı arsaya ve caddeye sağlı sollu park eden kamyonetlerin park etmeye başlamasıyla başlar pazarcıların, her cumartesi telaşları. İlk gelen 09/Aydın plaka olur genelde. Akşam da yine ilk onlar geldi caddeye. Geç saate kadar sohbet ettiler ve battaniyelere sarınarak şöför mahallinde sabahı ettiler. Erkenden kurdular tezgâhlarını. Tek tek sildiler ve iplik hizasında dizdiler portakallarını, domateslerini.

Karşı köşede, geçen haftalarda geçkince muz satan, bu hafta da eciş bücüş (geçen haftadan deneyimlediğim) Bodrum Mandalinaları için sabahın soğuğundan bu yana kaşlarının üstüne kadar indirdiği yün beresiyle, şişmanca bir genç dolaşıyordu arka kasasını yola çevirerek park ettiği arabanın etrafında.

Ve İzmir sokaklarının olmazsa olmazı lokmacı arabaları… Elindeki lokma tabağıyla etrafına bir göz gezdirdi önce. Sonra arsanın kenarındaki alçak duvarı gözüne kestirdi. Elindeki kürdanı sapladığı lokmaları arka arkaya ağzına atarken, arada şerbetine bandırmayı da ihmal etmiyordu elbette. Çok acıkmıştı belli ki. Başörtüsü sola doğru kaymıştı, yüzüne düşen bir tutam dağınık saç demeti de bir rahat vermemişti kadına doğrusu.

Küçük el arabasının üzerindeki köy yufkası ve köy yumurtalarına gözümün kaydığını fark eden bir başka satıcıyla “Abla alsan ya!” diyen bakışında buluşuyoruz.

Kavşak gene sıkıştı. Getir-götür kurye motosikletlerin gaza bastıklarında çıkardıkları ses, pazarcıların sağlı sollu park etmiş yola taşan arabaları, sabırsız sürücülerin kornaları ve kilitlenen yol akışını, ne ara geldiğini anlayamadığım trafik polisi çözüverince, pazar arabalarıyla karşıya geçmeyi bekleyen yaya vatandaşlar da rahatlamış oldu.

Biri anlatmıştı… Yıllar önce, üniversite öğrencisi olduğu yıllarda 12 Eylül döneminde kaçağa düştüğü için ailesinin yanına gidemeyip aç kalmamak için, bu pazarda pazarcılık yapmış tehlike kalkana kadar. Nasırlaşmamış, aralarına toprağın girmediği çatlakların olmadığı yıpranmamış elleriyle ve o yıllarda kirlenmemiş ruhunun yüzüne yansıyan masum bakışlarıyla sorarlarmış bazı kadınlar, ”Oğlum, sen pazarcı değilsin galiba” diye. “Onlar böyle söyleyince gülümserdim,” demişti. Sonrasında, kafa tuttuğu sınıfın içinde oldu, elit yaşamanın verdiği hazza sırtını dayayarak ve artık içinde insanlık barındırmayan eğri gülüşüyle. Nerden aklıma geldi derseniz, iki tezgah arasında sıkışmış kalmış görüntüsü veren gençten bir delikanlının ürkek, temiz yüzü, onun, KHK’lı ya da atanamamış bir öğretmen olduğunu düşündürttü nedense.

Sağa kıvrılan sokağın başındaki peynircide Trabzon tereyağı ve peyniri, az ilerisinde ise derince bir tepsiye dizilmiş tulumba tatlısı, kehribar gibi kızarmışlığına ilaveten kenarlarından damlayan şurubuyla başka bir reno steyşının bagajında görücüye çıkmış. Dadaşlardan Hakiki Erzurum Balı diye yazdırmış bir diğeri doblonun arka kapısına. Salça, pul biber, sumak ve kekik Antep’ten. Anlayacağınız pazara değil, adım adım memleket gezisine çıkmışım sanki.

Tezgah komşuluğu da güzel aralarında. Ters çevrilen üst üste konmuş bir kaç kasanın üzerine kurulmuş saray sofrasında yok yok diyemeyeceğim. Elbette emekçinin ekmeğine katık ettiği peynir, zeytin ve yeşil soğanında başka bir şeysi olmaz ayak üstü yiyeceği.
Takılar ve birbiriyle alakasız bir sürü kullanılmış kadın giysisi, şifon bluz, önü payet işlemeli bir kazak, dar bir tayt minicik bir tablada yan yana iddiasızca bekleşmede.

Sekiz köşeli camlı bölmelerinde her renkten macun şekeri satan birine rastlamak çocukluğumun bayram yerine götürdü beni birden ışık hızıyla. Ve son nokta rengarenk pamuk helvalar.

Hatice ENGİN
Latest posts by Hatice ENGİN (see all)