Sokrates Neden Suçlu Bulundu

Savunma

“Sınanmayan hayat yaşanmaya değer değildir”. Sokrates’in savunmasında söylediği bu cümle, felsefesini anlatan bir denklem; çok sayıda düşünce ve deneyimin matematiksel ve zarif bir biçimde bir araya getirildiği bir buz dağının görünen tepesi gibidir. Kendinden önceki Yunan felsefecilerinin çoğu –sofistler dışındakiler- doğaya ve evrene ait sorular sormuşlardı. Doğaya hâkim olmanın, onu insanın iradesi ile şekillendirmenin ve iyileştirmenin yolları bulunuyordu. Perikles döneminde de hukuk, siyaset, mimari ve yeni teknolojiler yoluyla polisin şekillendirilmesi ve iyileştirilmesi gerçekleştirilmişti. Peki ya insanın iyileştirilmesi? İnsanın daha iyi bir insan olması, ruhunu yüceltmesi nasıl gerçekleşirdi?

Sokrates’in mahkemede dile getirdiği ve bir tür Tanrı gibi yorumlanarak suçlamaya delil gösterilen, “içimdeki ses” (daimon) dediği şey, onu kendinden önceki bütün felsefecilerden, bilginlerden, devlet adamlarından apayrı bir yere doğru itiyordu. Çoğu zaman bizim de içimizde hissettiğimiz, belli belirsiz bir düşünceyi fısıldayan ses, belki de sezgi dediğimiz şey Sokrates için bambaşka bir anlam taşıyordu. Bu ses, onun doğruya yönelmesine kılavuzluk eden şeydi; ne yapmaması gerektiğini ona söyleyen ya da adil olanın ne olduğunu…

Bu ses, Sokrates’in sadece yaşama karşı değil felsefeye ve bilgiye karşı aldığı tutumun da arkasındaydı. Bu ses ile Sokrates bir bilici, öğretici, hükmedici asla olmadı. Bu ses, sürekli doğruluğu araştırmaya, iyi yaşamanın sorgulama ve araştırma olduğu düşüncesine doğru onu itti. İnsanlara belli fikirleri aşılamak, bilgileri aktarmak yerine bilineni sorgulamayı, sınamayı tercih etti. Felsefesi bu sınama ile gelişti, serpildi; bütün diğer felsefelerden ayrıldı; ta ki ileride başka bir hümanist düşünürle, Montaigne ile, yine içindeki sesi dinleyerek insanın derinliklerinde araştırmaya girişen “yeniden doğuş”un bu büyük ismi ile buluşuncaya kadar.

Bilinen bir hikâyedir; sürekli gençlerle konuşup tartışarak gençleri baştan çıkarmakla suçlanan Sokrates, neden yollara düşüp insanlarla konuştuğunu, onların bilgilerini sınadığını Delphoi tapınağındaki kâhinin kendisini en bilgili insan olarak göstermesinden sonra, kendisinin öyle olmadığını insanlara kanıtlamak için başlattığını söyler. Savunmasında dile getirdiği bu hikâye ne derece doğrudur bilemiyoruz; ama filozof gençliğinden itibaren tarlalarda, pazarda, bahçelerde, limanlarda, sokaklarda yürüyerek; her yaştan, her cinsten, her sınıftan insanı gözlemleyerek ve onlarla konuşarak yaşamını geçirir. Çoğu zaman alaya alınır, hatta Laertios’un söylediğine göre tekmelenir bile; ama o nazik, şakacı ve neşeli tavrını her zaman sürdürür. İnsanlara sürekli sorular sorar; onların yanıtlarını dikkatle dinler; yanıtlarından yeni sorular üretir; yaşamını “sınama” ile değerli kılar.

Sokrates, ebe annesinden bir yetenek almıştı; bilgiyi doğurtuyordu. Platon’un yazdığı Theaetetus diyalogunda kendisini bir ebeyle karşılaştırır. Menon diyalogunda ise, bir köleye zorlu bir matematik problemini çözdürür. O, felsefesiyle yeni bir bilme biçimine adım atıyordu; bir şeyi öğretmeyi amaçlamıyor, bir şeyi nasıl öğrenebileceğimizi gösteriyordu. Bilgi vermiyordu; bilginin edinilmesinin yollarını keşfetmeye davet ediyordu; aklı kullanma yöntemi üzerine sorgulamalar yapıyordu.

Peki, insanın iyileştirilmesi ile sürekli sorular sormak, sürekli sınamak, önyargılarımızı gözden geçirmek, bilgilerimizin mantıksal temellerini görmeye çalışmak, kavramların anlamlarını incelemek, kısacası daha iyi düşünebilmek arasında nasıl bir bağlantı vardı? Sokrates, bilgiyi sadece insan için isteyen bu düşünür, sınama yöntemi ile insanın benliğinin gelişmesi, daha erdemli bir yaşam kurabilmesi arasında nasıl bir bağ kurmuştu?

Filozof savunmasında kendisini suçlayanlara şöyle sesleniyordu: Hiçbir zaman felsefe yapmaktan vazgeçmeyeceğim. Benim yaptığım şey, gençleri kötü yol sürüklemek değil; sizlere iyilik yapmak; felsefe yoluyla sizleri iyi birer insan haline getirmeye çalışmak. Sokrates için mutlak bilgiye ulaşmak gibi bir amaç yoktu; sürekli sınama, bilgiye karşı kuşkucu bir tutumu da beraberinde getiriyordu. Platon’un sergilediği gibi, Sokrates hemen hemen bütün diyaloglarında sorguladığı kavramları sonunda tanımlamadan, doğru bir tanıma ulaşmadan bırakır; ancak bu sorgulamanın kendisinin başlı başına bir amaç olduğu, ulaşılması gereken bir noktanın olmadığı anlamına gelir mi acaba?

Sokrates için kesin, mutlak bilgi yoktu; böyle bir bilginin arayışı içinde olmadı. Ama onun için mutlak önemde olan değerler ve bu değerlere uygun olarak takınılacak tavırlar, yapılacak tercihler vardı. Hapisteyken, Kriton’la yaptığı konuşmada doğruluk üzerine bir tanım yapmak gibi bir yol tercih etmez; ancak “eğriliğe eğrilik, kötülüğe kötülük ile karşılık vermemek” gerektiğini söyler. Birisi size kötülük yaptığında sizin de ona kötülükle karşılık vermeniz iyiliğe ve erdeme sığmaz. Mutlak bilgi yoktur; ama mutlak önemde olan şeyler vardır; erdem, adalet, meşruluk, yasalar gibi. Sokrates neden kaçmadığını, neden Atina yasalarını ihlal etmek istemediğini Kriton’a açıklarken bu sorgulamayı yapar. Sorgulamalar belli bir davranış tarzının, bir tutumun, bir tercihin sorgulanmasıdır aslında. Doğru olana bu sorgulamalar sayesinde, aklı kılavuz yaparak ulaşılabilir ancak. Filozof yine de ne yapılması gerektiğini, insanların nasıl davranması gerektiğini dikte etmez; önemli olan hangi yanlışlardan kaçınabileceğimizdir. Bu anlamda Sokrates için bilgi, bilgelik ve içgörüdür; pratik ya da teorik bilgiler değil. Kriton’a “yaşamını da, başka herhangi bir şeyi de adaletten (doğruluktan) üstün tutma” derken, iyinin ve kötünün bilgisine sahip olmanın ne denli önem taşıdığını ve bu bilginin diğer tüm bilgilerin üstünde yer aldığını ifade eder.

Aklın yolunun götürdüğü yerde doğru ve adil davranabiliriz sadece. Aklın yolu, bize eğriliğe eğrilikle, kötülüğe kötülükle karşılık vermemeyi söyler. Bu ahlaki tercih, sadece bireysel değil, toplumsal olaylarda da takındığı ve Atinalılara yol göstericilik yaptığı temel bir tavırdır. Savaş ve iç karışıklık koşullarında Atina’nın önüne intikam ile ilgili davalar düşer. İÖ 428’de Atinalılar Lesbos (Midilli) adasının en büyük şehri Mytilene halkının kendilerine karşı ayaklanmasına nasıl bir yanıt vereceklerini düşünmek durumunda kalırlar. Aslında Atinalılar böyle durumlarda hiç de merhametli değillerdir; savaş koşullarında komutanlar dört kentin halkını kılıçtan geçirmişler; neredeyse soykırım yapmışlardı. Ancak bu kez farklı bir durum vardır; İÖ 427’de karar demokratik bir kurumda, yani Meclis’te görüşülür; demagog Kleon’un etkileyici söylevi sayesinde Meclis, Mytilene’deki tüm yetişkin erkeklerin öldürülmesine, kadınların ve çocukların ise köle olarak satılmasına karar verir. Bu katliam kararı, güya “demokratik” süreçlerle alınmış; çoğunluğun kararı olarak tarihe geçmiştir. Ancak azınlıkta olanlar, özellikle Sokrates şaşkındır. Sokrates’in, tarihsel belgelerde açık olarak gösterilmemiş olsa da, sonraki süreçte önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Oylamadan hemen sonra Kleon kararı bildirmek üzere adaya doğru yola çıkar. Meclis ikinci bir karar çıkarmadan kararı hemen uygulamak ister gibidir. Neyse ki Sokrates’in de içinde olduğu bir grup, ateşli tartışmaların geçtiği bir geceden sonra Meclis’e başvurup kararın değiştirilmesini isterler; ayaklanmadan Mytilene halkının sorumlu tutulamayacağını, oligarşik rejimin halka sormadan ve hatta halkı karşısına alarak ayaklanmayı başlattığını öne sürerek yeni bir oylama isterler.  Sonunda ilk karar değiştirilir ve Mytilene’deki generale bir an önce haber gönderilir. Meclisin yeni kararı zamanında varmıştır; bu sayede büyük bir katliam önlenmiş olur. Sokrates bütün hayatı boyunca intikama karşı olmuştur. Eğer onun mutlak anlamda öne sürdüğü şeylerden söz edilecekse, bunun bir “mutlak ahlakçılık” olduğu söylenebilir en fazla.

İşte Sokrates, bilgi ile bilgelik ve sağduyuyu anlatan bu filozof, hayatı boyunca sürdürdüğü konuşmalarını, tartışmalarını, sınamalarını ahlaki bir amaca yöneltmişti.  Onun “içimdeki ses” olarak adlandırdığı şey de bilgeliği, iç görüyü ve sağduyuyu anlatıyordu. Tüm yaşamı boyunca olduğu gibi, hayatının sonunda da bir kez daha içindeki ses ile çoğunluğun sesi birbirine ters düşmüştü. Her zaman yaptığı gibi, yargılanması sırasında çoğunluğun sesine değil içindeki sese kulak verdi. Savunması, bu sesin bir yankısı gibiydi. Sokrates uzlaşmaz tavrını bıraksaydı; çoğunluğun ya da jürinin yargılarını ve düşüncelerini gözetseydi ya da çok kolaylıkla yapabileceği bir şeyi yapsaydı, retorik sanatını kullanarak onların düşüncelerini belli bir yöne, suçsuz olduğu düşüncesine doğru çekmeye çalışsaydı herhalde sonuç çok farklı olabilirdi. Ama o, hayatı söz konusu olduğunda dahi tersini yaptı.

Sokrates’in duruşması, henüz Otuzlar Tiranlığı’nın kanlı ve acımasız siyasi ikliminin Atinalılar üzerindeki sarsıcı etkisi silinmeden gerçekleşmişti. Kritias tarafından öldürtülen 1500 kişi, yurttaşların içinde önemli bir orandı ve bunların hemen hemen hepsi kamusal görevlerde bulunuyorlardı. Arkalarında bıraktıklarının intikam duyguları hala canlıydı. Demokratik restorasyon üç yıldır gerçekleştirilmeye çalışılıyordu; ancak ne hukuki kurallar ne de mahkemeler henüz bu değişimin eleğinden geçmemişti; elbette buna bir de Atina demokrasisinin ve hukuk sisteminin baştan itibaren sahip olduğu bazı eksikleri de eklemeli; sözgelimi mahkeme kararlarını iptal için başvurulacak bir üst merciinin bulunmaması gibi.

Sokrates, hukuk sistemindeki bu eksiklikleri biliyordu; yine de kimseden danışmanlık ya da retorik konusunda yardım istemedi. Johnson’un doğru bir biçimde değerlendirdiği gibi Sokrates’in kişiliği, gerçek bir alçakgönüllülüğün ve inatçı bir gururun bileşimiydi. Ve her şeyden önce kendisine karşı dürüst olmadan yapamazdı; Tanrı ona insanları sınamak ve iyileştirmek gibi bir misyon yüklemişti; yeryüzündeki hiçbir güç ya da tehdit onu bu görevden alıkoyamazdı.

Duruşmanın koşulları da onun yararına değildi. Jüri 500 kişiden oluşuyordu; hatta dinleyiciler, düşünürün arkadaşları ve diğer meraklı kişiler de bu sayıya eklenince epeyce kalabalık bir topluluk önünde, açık havada kendini savunmak durumunda kalıyordu. Yargılandığı yer akustiği mükemmel olan tiyatrolardan değildi; çoğu zaman dinleyicilerin mırıltılarından dolayı jüriye sesi yeterince ulaşamıyordu. Ayrıca kendisini tanıyan ve sevenler yanında, düşünürden hoşlanmayan ya da yeterince tanımayan kişilerden de oluşan jürinin onu ne derece can kulağı ile dinlediği kuşkuludur. Sokrates sık sık sözünün kesilmesinden de şikâyet ediyordu.

Sokrates’in savunmasının içeriği de kendisi hakkında kayıtsız ya da önyargılı olan bir kitleye hitap eden cinsten değildi. Birincisi, içindeki sesten (Tanrı’nın sesinden) söz ederek, aslında kutsal olan, fakat yaygın inançlarla ve dinsel alışkanlıklarla örtüşmeyen bir şeyi gündeme getiriyordu. Dinsiz olmadığına karşı bu kanıt olabilirdi; fakat daha çok suçlamayı doğrulayacak bir biçimde anlaşıldı; yani Atina’nın tanrılarına karşı yeni tanrılar ortaya çıkardığı şeklinde.

İkincisi, eski bir hikâyeyi, Delphoi kâhinin kendisi hakkında sarf ettiği sözleri aktardı; yani Sokrates’in Atinalılar içinde en bilge kişi olduğu yönündeki sözlerini. Bu da jüri tarafından bir tür kendini beğenmişlik gibi algılandı. Oysa Sokrates’in, savunmasının devamında, aslında kendisini bir şey bilmeyen birisi olarak gördüğü ve yalnız bunun bilgisine sahip olmakla diğerlerinden daha iyi durumda olduğu yönündeki konuşmalarını dinleselerdi veya onun felsefesinin özünü bu düşüncenin, yani “bildiği tek şeyin bir şey bilmediği olduğu”nun oluşturduğunu bilselerdi ya da Sokrates’in burada müthiş bir ironi yaptığını anlamış olsalardı belki başka türlü karar verebilirlerdi.

Konuşmalarında çoğu kez başvurduğu ironiyi Sokrates, kendini savunurken de kullandı. Gregory Vlastos’un Sokrates hakkında yazdığı klasikleşmiş kitapta, ironinin onun felsefesinde nasıl bir yer edindiği geniş bir biçimde anlatılmıştır. İroni, en kısa tanımıyla, karşıt anlamlı sözcükler kullanarak bir durumu ya da şeyi anlatma tarzıdır. Sözgelimi, gidilen bir ülkede havanın ne kadar soğuk, karanlık ve iç karartıcı olduğunu ifade etmek için “Bu ülkede hava muhteşem!” demek gibi. İşte Sokrates, girdiği tartışmalarda sık sık başvurduğu, belli bir düşünceyi ya da durumu karşıt içerikteki sözcüklerle açıklama tarzını savunmasında da sürdürdü. İroni belli bir “humour”u (mizah) da içeriyordu. Retoriği ve demagojiyi, yurttaşlık erdemine aykırı ve çok tehlikeli bulan Sokrates için ironi; bir şeyi eğlenceli, nükteli ve şaka yollu açıklama biçimiydi; karşı tarafı incitmek ve küçümsemek için asla kullanmazdı. Ya da bir düşüncenin ve durumun akılla uyuşmazlığını, saçmalığını, sağduyudan yoksunluğunu anlatmak için başvurduğu iğneleyici bir yöntemdi.

Sonuç olarak Sokrates suçlu bulundu; 500 kişilik jüride onu suçlu bulanların sayısı 280 idi. Bu, suçlamanın Atinalıların önemli bir kısmı için haklı görülmediğini gösteriyordu. Atina yasalarına göre, suçlu, ölüm cezasına alternatif olarak kendisine sürgün cezası uygulanmasını isteme hakkına sahipti. Ancak, Atina’ya yürekten bağlı Sokrates için bu düşünülemezdi bile. Üstelik sürgün cezasını istemek, suçlamayı ve alınan kararı haklı bulmak anlamına gelecekti. Arkadaşlarının karşı çıkmasına rağmen Sokrates meydan okuyucu bir tavır geliştirdi.

Bu meydan okumanın iki unsuru vardı. Birincisi, Atina halkına felsefi yön göstericiliğinin -gençleri de içerecek şekilde- şehrinin yararına olduğu, bu nedenle cezalandırılması değil, ödüllendirilmesi gerektiği. İkincisi, yaptığı cüretkâr savunma enfes bir ironinin parçasıydı ve Sokrates alışkanlık haline getirdiği yarı komik bir tonla konuşuyordu. Filozof, “Yaptığım hizmetlerin karşılığında Prytaneion’da yiyip içme cezasına çarptırılmayı öneriyorum” diyordu; şehre istisnai bir hizmet yapmış general ve devlet adamı gibi, ya da olimpiyat oyunlarında zafer kazanmış biri gibi davranılmasını öneriyordu kendisine. Bu kişilere Prytaneion’daki tören masasında bir sandalye verilirdi ve bu nadir ayrıcalık o kişiye ömür boyu bahşedilirdi.

Bu öneri, jüri üyelerini şok etmeyi amaçlıyordu. Öyle de oldu; özellikle de Sokrates’i destekleyenler açısından bu böyleydi; çünkü mahkemeyi ve kararını küçümsediğine yönelik bir algı yaratıyordu. Mahkemenin aklı ve sağduyuyu yitirircesine, çıldırmışçasına almış olduğu karara karşı Sokrates böyle bir manevra yapmıştı. Yargıçların homurdanmaları sürerken bu sefer para cezası ödeyebileceğini, sahip olduğu 25 drahmiyi verebileceğini söyledi. Pazardaki bir dükkândan Homeros’un bir şiirinin ya da bir oyunun, bir tarih metninin iyi bir kopyasının alınabileceği bu para, jüriye yönelik bir aşağılama, küçümseme olarak yorumlandı; tıpkı Prytaneion’da ömür boyu bir sandalye isteme yönündeki Sokrates’in ironik talebi gibi. Sonrasında, içinde Platon’un da bulunduğu sevenleri 3000 drahmi önerdilerse de bu jüriyi ikna etmedi.

Sokrates’in davanın bu aşamasını bu şekilde yönlendirmesi, karara katılan jüri üyesi sayısında hemen kendini göstermişti. Laertios’a göre, seksen jüri üyesi daha (140’a karşı 360) Sokrates’in suçlu olduğuna karar verince, ölüm cezası onaylanmıştı. Atina yasalarına göre filozof, baldıran zehri içerek ölmeye mahkûm edilmişti.

Filiz Zabcı