Puslu Havada “Etki Ajanlığı” Yasası

Türkiye siyasetinin hız kesmeyen gündem değişimleri, son günlerde inanılmaz bir süratle kendi rekorunu kırdı desek, sanırım abartı olmaz. Toplumsal çürümenin çetelerde cisimleşmiş hali, çeşitli versiyonlarıyla çıktı karşımıza. 

Siyasetin tepesinde vuku bulan yozlaşmanın toplumdaki karşılığı, freni tutmayan bir kamyon gibi sağa sola çarparak ilerliyor. Bu ilerleme, herhangi bir pozitif öğeyi bünyesinde barındırmadığından kendi yok oluşuna doğru yol alıyor. Bir gündemden başka bir gündeme hızla savrulurken, toplumsal sorunlar yüzeyde bir görünür oluyor, bir kayboluyor. Ve sorunlar kangren haline geliyor.

Hatırlarsanız, önce günlerce Narin’i konuştuk. Sonra İkbal’i, Ayşenur’u, “incel hareketini”, şüpheli kadın ölümlerini ve ardından “Yenidoğan çetesi”nin bebek katliamlarını…

Diyarbakır’ın, Tavşantepe köyünde kaybolan ve cansız bedeni 19 gün sonra bulunan Narin Güran, Türkiye gündeminin orta yerine oturmuştu. Narin’in cansız bedeni toplumun içinde bulunduğu şiddet sarmalının bir fotoğrafı oldu adeta.  Narin’in, çuvala sarılı cansız bedeni tüm toplumun suratına çarparken, erkek egemen sistemin karanlık kuyusunu çıkardı karşımıza. O karanlık kuyuda ne yoktu ki… “Devlet-tarikat-aile” üçgeninden toplumun tüm hücrelerine sirayet eden şiddetin kısır döngüsü… 1990’lı yıllardan günümüze uzanan bağlantılar… Devlet içinde çeteleşen güçler… Ankara’daki siyasal bağlantılar… Bir diğer tarafı ise “hizbulkontra.” 

Kamuoyu Narin’in tüm köyün tanıklığında gerçekleşen katliamında infial olurken, o köyde Narin gibi başka kız çocuklarının da aynı akibeti paylaştığı açığa çıktı. Tüm bu olanlar kötülüğün sıradanlaşmasını tartıştırırken, İstanbul – Edirnekapı’daki surlardan aşağıya fırlatılan kesik kadın başı, nasıl bir kan denizinde boğulduğumuzu işaret ediyordu. İkbal Uzuner ile Ayşenur Halil’i öldürdükten sonra intihar eden Semih Çelik’in, bir mesajlaşma uygulamasında “incel” olarak adlandırılan kişilerle iletişimde olduğunun ortaya çıkmasıyla, “incel hareketi”nin ne olduğunu, kimlerden oluştuğunu, bu hareketin yapısını araştırmaya başladık.

Ve bizler “incel” hareketini tartışırken, kadın cinayetleri, “şüpheli kadın ölümleri” tanımlamasıyla karşımıza çıkıyordu. Türkiye’nin dört bir köşesinden şüpheli kadın ölümleri haberleri geliyordu.

Sonra, ‘Yenidoğan çetesi’nin hipokrat yemini etmiş doktorlarının nasıl da gözlerini kırpmadan bebekleri katlettikleri haberiyle sarsıldık. Bebek acil hastalarını önceden anlaştıkları özel hastanelere sevk edip ölümlerine neden olan ve haksız kazanç elde eden Yenidoğan Suç Örgütü hakkında açılan davanın detayları, konuşma kayıtlarındaki kan donduran ifadeler ortaya çıktıkça tekrardan toplumsal infial haline büründük. Ailelerin bebeklerinin canını emanet ettiği doktorlar çete lideri, hemşireler çete üyesi olarak karşımıza çıktı. Özel hastanelerde ne olup bittiğini anlamaya çalışırken ülke gündemi kökten değişti. Hiç olmayacak bir şey oldu. 

MHP lideri Devlet Bahçeli, İmralı adasında yıllardır hapis yatan PKK lideri Abdullah Öcalan’ı TBMM’ ye konuşmaya davet etti. Silah bırakma çağrısında bulunmasından bahsetti. Malumunuz, Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edildiğinde idam ipini Meclis kürsüsünden atan kişi, “idam isterüüük” diye çığıran bizzat Devlet Bahçeli’nin kendisiydi. Bundan mütevellit, Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclis’e daveti tüm kesimler için orta çaplı şok geçirme nedeni idi. Yoksa kırk yıldır akan kanın durmasını en çok da halklar ister. 

Yıllardır süren barış mücadeleleri, şiddetin kısır döngüsünden çıkma isteği, Kürt ve Türk halkının ilerici, devrimci, sosyalist, demokrat kesimlerince dile getiriliyor. İster Kürt olun, ister Türk olun, kırk yıldır akan bu kan hangimizin evine sızmadı ki… Ateş düştüğü yeri yakıyor sonuçta. 

Tekrar konuya dönecek olursak, tüm bu olanları şaşkınlıkla izlerken, böylesine köklü bir sorun karşısında, bir ülkenin yaklaşık yarım yüzyılına mal olan bir sorun karşısında, “hadi kim daha fazla el yükseltecek” yarışına girdiler. Siyasetçilerin “el yükseltme” yarışı, İstanbul’ da Cumartesi annelerinin ve Cumartesi insanlarının ya da Diyarbakır’da oturma eylemi yapan annelerin yüreğindeki yangına dokunur mu? Ev yanarken, kahvede batak oynayan adamlardan bir farkı var mı bu durumun. Neyse…

Devlet Bahçeli’nin, “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa, Türk değildir, Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa, Kürt değildir” açıklamasının ardından, herkes birbirini sevmeye hazırlanırken, uzay mekiğinden iniş yapar gibi Türkiye siyaseti yeryüzüne adımını attı. “Türkmen Beyimiz” Bahçeli, bu defa da “Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürt sorunu yoktur” deyiverdi. Velhasıl, bu süreç nasıl ilerler, ne olur, nereye evrilir hep beraber izliyoruz. 

Şimdi gelelim asıl konuya, tüm bu çalkantılı siyasetin sularının akıntısında toplum savrulurken, iktidar «etki ajanlığı” düzenlemesini tartışıyordu. AKP iktidarı, tereyağından kıl çeker gibi ‘Devletin güvenliği ve siyasi yararları aleyhine suç işleme’ teklifini yani etki ajanlığı düzenlemesini, 23 Ekim’de Adalet Komisyonu’ndan alelacele geçirdi. Eğer bu teklif yasalaşırsa, demokratik kitle örgütleri, sivil toplum kuruluşları, gazeteciler ve hatta bireyler tehdit altında olacak. 

Özetle, devletin iç ve dış politikasına dair eleştiri yaptığınızda, bu politikalar karşısında bir yurttaş olarak kendi fikrinizi beyan ettiğinizde “etki ajanı” olarak tanımlanabilir ve tutuklanabilirsiniz. Bir gazeteci olabilirsiniz, bir insan hakları savunucusu olabilirsiniz, herhangi bir sivil toplum kuruluşunda gönüllü olabilirsiniz, bir aktivist olabilirsiniz, lakin devlet politikalarını eleştirdiğinizde hemen “dış güçler” tarafından kullanılan odaklar olarak tanımlanacaksınız.

Yani siyasette tozu dumanı havaya kaldırıp, bu toz dumanın içinde halkın düşünme ve ifade özgürlüğünü gasp etmeye kalkışmaktır bu. Kurt, dumanlı, puslu havayı severmiş. AKP iktidarı ve Türkmen Beyi’nin işbirliği sonucu, sisli havada vatandaşın başına çorap örülüyor.

Siyasetin çalkantılı sularında, yurttaşların en temel hak ve özgürlükleri kaşla göz arasında gasp ediliyor. Sözüm ona politik açılımlar yapılırken, sözüm ona daha “demokratik bir yeni anayasa” tartışmaları devam ederken, en demokratik ve insani haklarımızı kaybediyoruz. “Yeni anayasa” tartışmalarının demokratikleşmeye hizmet etmediğini aklı başında her yurttaş görüyordur muhtemelen. Eleştiri ve ifade özgürlüğünü kaybeden bir toplum ilerleyebilir mi? Eleştiri ve ifade özgürlüğünü kaybeden bir toplum demokratikleşebilir mi ?

Arzu TORUN
Latest posts by Arzu TORUN (see all)