Amerika Birleşik Devletleri’nde kongre ve başkanlık seçimleri 5 Kasım 2024 tarihinde yapılacak. 21 Temmuz 2024 tarihine kadar Demokratların adayı Joe Biden, Cumhuriyetçilerin adayı ise Donald J. Trump idi. Ancak Joe Biden artık partisinin başkan adayı olmak istemediğini açıkladı. Başkanlık yarışından çekilmesi dünyayı şok etmedi. Bu vazgeçişin kamuya yansıyan hikayesinin başlangıcı, 28 Haziran 2024 Cuma günü Biden ve Trump arasında düzenlenen tartışmadır. Bu ilk karşılaşmada Biden yaşlı, yorgun, unutkan ve aklı başka yerde, hatta aklı dengesi yerinde değildi gibiydi. Biden’ın bu izlenim gerçeği yansıtmadığını, hatta tersini iddia eden tüm güçlü niyet beyanlarına rağmen, bu yargı takip eden günler ve haftalarda daha da pekişti. Gelinen noktada, 21 Temmuz 2024 Pazar günü, Biden başkanlık seçimlerinden resmen çekildi ve başkan yardımcısı Kamala D. Harris’i başkan adayı olarak desteklediğini dünyaya duyurdu. Biden’ın kamuoyu önündeki pek çok yanlışlıkları, pot kırmaları göz önüne alındığında, bu başkanlık adaylığından geri çekilme pek çok Demokrat tarafından bekleniyor ve isteniyordu ve pek çok Cumhuriyetçi tarafından kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görülüyordu. Elbette Trump bu istifayı kendi başarısı için bir (geri) dönüm noktası olarak gördü.
Bu olaylar tam olarak nasıl gelişti? Olayların doğrudan tanığı olmadığımız için bazı varsayımlarda bulunmaktan başka seçeneğimiz yok. Acaba Biden bu geri çekilmeye zorlandı mı? Biden’ın zayıflıklarının olduğunu önceden bilmemek mümkün değil gibi görünüyor. O halde bu feragat neden bu kadar uzun bir süre ertelendi? Diğer bir soruda şu: Akli dengesi yerinde olmadığı söylenen bir kişi nasıl olur da hala ABD’yi yönetmeye devam edebiliyor? Biden’ın akli dengesi gerçekten yerinde değilse, o halde şu anki görevinden de istifa etmeye zorlanması gerekmez mi? Biden hala görevde kaldığı ve onun bu görevi yürütme kabiliyeti sorgulanmadığı sürece, neden başkanlık için aday olamayacağı ve olmaması gerektiği mantıklı bir açıklamaya muhtaçtır. Hangi (komplo) teorileri ya da bakış açıları dikkate alınırsa alınsın, istifanın zamanlaması iyi, mantıklı bir açıklama gerektirmektedir.
Aşağıda, Biden’ın istifasını demokrasi perspektifinden tartışmak istiyorum. Bunu yaparken öncelikle, demokratik bir zihniyetle alınmış olsa bile, kişisel bir kararın demokrasi kriterlerine göre değerlendirilemeyeceğinin altını çizmek istiyorum. Ancak Joe Biden istifasını bir birey olarak değil de Demokrat Parti’nin bir üyesi ve başkan adayı olarak açıkladığı için Biden’ın istifa kararıyla Demokrat Parti’nin iç hukuk isleyişi arasında bir ilişkinin olduğunu varsayarak Demokrat Parti’nin bu kararı ne kadar demokratik bir şekilde aldığını sorabiliriz, sorgulayabiliriz. Biden’ın istifası Demokrat Partinin demokrasi anlayışına uyuyor mu? Bu soruyu cevaplandırmak için elimizde sosyal bilimin metotlarını kullanarak elde edilen verilerimiz olmadığından, daha çok felsefede kullanılan analitik çözümleme yöntemine başvuracağım. Sonra karşı adaya dair, yani Donald Trump hakkında merak konusu olan kimi soruları tartışmak ve ardından şu varsayımsal soruyu sormak istiyorum: Joe Biden örneğin bir yıl önce istifasını açıklamış olsaydı nasıl bir süreç başlatılmış olurdu? Ben Trump’ın adaylığını çevreleyen konuları tartışarak, Biden’ın istifasının zamanlaması sorusunun daha iyi bir bağlama oturtulacağı, açıklanacağı ve anlaşılacağı kanaatindeyim.
Sosyal Bilim ve/veya Felsefe
Öncelikli soru şu: ABD’de Demokrat Parti ne kadar demokratiktir? Aslında bu soruya cevap vermenin iki iyi yolu var. Biz siyaset bilimciler anlamlı, doğru cümleler üretmek için ya sosyal bilimin gözleme mantığını ya da sosyal dünyadaki olgular hakkında mantıksal olarak iyi ifadeler üreten pratik felsefenin mantığını takip ederiz. Sosyal araştırmalar bir dizi istatistiksel değer ve karşılaştırmaya dayanır. Burada sosyal olguları ya sosyal alandaki gelişimlere bakarak ya da bu sosyal olguları diğer karşılaştırılabilir sosyal olgularla ilişkilendirerek açıklarız ve anlarız. Bu yöntemler aynı zamanda geleceğe dair iyi tahminler yapmamızı da sağlar. Sosyologlar, tarihçiler, siyaset bilimciler vs. sosyal bilimin elde ettiği ve değerlendirdiği verileri kullanarak Cumhuriyetçi Parti’nin demokrasi derecesini ve karar alma mekanizmasını demokrasiyle ilişkisini ölçmeye çalışabilirler. Sosyal bilim, açıklamak istediği olguları mevcut diğer olgulardan hareketle ve önceden belirlenmiş bilimsel, nesnel ve güvenilir kriterler ışığında değerlendirir (Web: 1).
İkinci seçenek ise felsefedir. Felsefi yaklaşım sosyal araştırmalardan esas olarak normatifliği ile ayrılır. Felsefe sosyal olguları yalnızca mevcut veriler temelinde değil ama aynı zamanda özgürlük, eşitlik ve adalet gibi soyut ilkeler temelinde de değerlendirir (Rawls, 2005). Bunlar mevcut bulgular değil, iddialardır. Bu ilkelerden geliştirilen önermeler mantıksal olarak her zaman doğruyu ifade ederler- olgularla kanıtlanamasalar bile doğru ve geçerlidirler. Bu tür cümleler bu nedenle totoloji olarak da adlandırılırlar. Özgürlük, eşitlik ve adalet, biz özgürlük, eşitlik ve adalet içinde yaşamasak bile geçerli normlar. Bunlar hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilmeyecek değerlerdir. Ancak değerleri de tam olarak burada yatmaktadır. Onlar mevcut olguların değerlendirilmesinde yönlendirici rolle sahiptirler (Diekmann, 2007).
Ben ABD’deki Demokrat Parti’nin demokrasi derecesi ve onun kararıyla ilgili soruya birinci yöntemi kullanarak cevap veremem. Bunun için elimde yeterli veri yok. Bu tür soruların cevaplanmasında kullanılan verilerin toplanması ve değerlendirilmesi de yerleşik araştırma merkezlerinin işidir. Bu bakımdan hiç kimse tek başına mutlak bir kesinlikle bu sorulara cevap veremez. Geriye ikinci yöntem kalıyor. Bunun içinde sorularımı önce mümkün olduğunca genel sormam gerekiyor. Bu yüzden yukarıda, ABD’de Demokrat Parti ne kadar demokratiktir? Gibi genel bir soruyla başladım. Ancak bu soyut bağlamda kalmayacağım. Ben aşağıda, bu sorudan hareketle önce karşı adaya dair, yani Donald Trump hakkında merak konusu olan kimi soruları tartışmak ve ardından şu varsayımsal soruyu sormak istiyorum: Joe Biden örneğin bir yıl önce istifasını açıklasaydı ne olurdu? Ben Trump’ın adaylığını çevreleyen konuları tartışarak, Biden’ın istifasının zamanlaması sorusunun daha iyi bir bağlama oturtulacağı, açıklanacağı ve anlaşılacağı kanaatindeyim.
Donald J. Trump ve Ulusalcı Sağ Bilinç
Donald J. Trump’ın seçimi kazanma şansı çok yüksek görünüyor. Trump, dünyanın en güçlü örgütlerinden biri olan Cumhuriyetçi Parti’nin adayıdır. Politikacı Trump, ekonomik çıkarları açısından Amerikalıların üst sınıfını, büyük parayı temsil ediyor. Bunlar sayıca önemsiz olabilirler ama etkileri belirleyicidir. Trump aynı zamanda alt orta sınıftan (yukarıdan ve aşağıdan gelen baskıya maruz kalan) muhafazakarları ve herhangi bir siyasi partiyle sosyal bağı olmayan alt sınıftan insanları da temsil (etiğini iddia) etmektedir.
Trump serbest piyasa ekonomisinin adamı olarak devletten yararlanan kişiyi temsil ediyor. Trump’a göre devlet ancak sermayenin hareketi için gerekli koşulları en iyi hale getirdiğinde iyidir. Ancak siyaset serbest piyasanın değil, devletin bir işlevidir. Ve Trump siyasetten üst orta sınıftan beyaz Amerikalıları var olan hükümetin onların çıkarlarını oldukça tehlikeye attığını ikna ederse kazanabileceğini çok iyi biliyor. Bu yüzdenden Önce Amerika sloganını her fırsatta ve hala tekrarlıyor (Remnick, 2023). Bununla birlikte Trump Latinler ve Afrikalılardan oluşan yeni orta sınıfın oylarını da kazanmak zorunda olduğu için, bu tehdidi Amerikan değerler konsensüsü içinde dile getirmek zorundadır. Bunun çözümünü ise korku siyasetinden bulmuş gibi. Trump siyasetini büyük ölçüde korkuya, (askeri) gücü kullanma potansiyeline ve onula birlikte düşündüğü para gücüne dayandırmaktadır (Alexander, 2017). Bunu ise gözlerini çok küçük ve ağzını olabildiğince yuvarlak ve kapalı tutarak bu korku ve çekici kalmayı semiyotik bir şekilde somutlaştırıyor. Bu mimikler Trump’ın hem korku uyandıran bir siyasetçi olduğunu, gerektiğinde gözünü kırpmaktan ABD’nin nükleer mühimmat deposunu kullanabileceğini ve hem de yukarıda bahsini ettiğim grupların çıkarlarını da sonuna kadar koruyacağını sembolize ediyorlar. Ancak birey Donald J. Trump birçok şeyle itham edildi, kimleriyle suçlandı ve birkaçından da mahkûm edildi. Dolayısıyla, çıkarlar değil de fikirler rayından devam edersek, ilk soru şudur: Siz oyunuzu bir siyasetçiden siyaseten önyargılı bir mahkeme tarafından mahkûm edilmiş olsa bile esirger misiniz?
Çoğu insan bu soruya olumsuz yanıt verecektir. Pek çok masum insanın yozlaşmış yargıçlar ve/veya adalet sistemleri tarafından mahkûm edildiğini biliyoruz. Bunun en ünlü örneği Nelson Mandela’dır. Bu bakımdan, hüküm giyme ile cumhurbaşkanı olma arasındaki ilişki, bu ilişkinin yargıcın ve yargı sisteminin bağımsızlığı gibi daha yüksek bir ilke ile birlikte düşünüldüğünde sorunsuz görünmektedir. Ayrıca, A. Hitler ve J. Stalin hükümetleri gibi adaletsiz rejimlerin birçok insanı yasal yollarla, yani ülkenin yürürlükteki yasalarına dayanarak ölüme mahkûm ettiği ve bu uygulamaların özgürce eyleyen bir kişinin yasal anlayışına denk gelmediği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, ‘hüküm giymiş bir vatandaş iyi bir başkan olabilir mi’ sorusuna vicdan rahatlığıyla olumlu yanıt verilebilir. En azından sosyolojik-tarihsel bir bakış açısıyla.
Yasallık ve meşruluk: Bu kesinlik, sosyolojik-tarihsel ve yasallık perspektiften felsefi meşruiyetin yaklaşımına geçtiğimiz anda bir güven duygusu da kazanır. Çünkü yasallık öncelikle yürürlükteki yasalara uygunluk anlamına gelirken, meşruiyet bunun ilerisine gider. Eğer bir ülkenin yasaları çoğulcu bir yapıya sahip bir toplumun iyi hukuk geleneğinden besleniyorsa ve yargı sistemindeki kararlar bu yasalara uygun olarak icra ediliyorsa, yasallık garanti altına alınmış demektir. Öte yandan, meşruiyet daha yüksek değerlerle ilgilidir. Mevcut hukuk sisteminin özgürlük, eşitlik, adalet, insan onuru ve insan haklarına uygun olup olmadığı sorusudur. Bir kişinin askeri diktatörlük döneminde hapse mahkûm edilmiş olması gerçeğinden, yasallık mantığı bu kişinin haksız yere mahkûm edildiği sonucunu çıkarmaya imkân vermez. Ancak, meşruiyet mantığına göre, hukuk sistemi özgürce eyleyen her bir bireyin adalet duygusuyla çeliştiği için, askeri diktatörlüğün her kararı haklı olarak sorgulanmalıdır (Weber, 1998).
Asıl önemli soru, meşruiyeti yüksek bir yargı sistemi tarafından haklı olarak mahkûm edilmiş bir kişiye oy verip vermeyeceğinizdir. Siz bir başkan adayına yasallık ve meşruluk kriterlerini yerine getiren demokratik bir ülkenin mahkemeleri tarafından mahkûm edildiği bilseniz bile oy verir misiniz? Ne var ki, burada sadece teorik olarak mümkün olan bir kişiden değil, pratikte var olan bir kişiden, yani Donald J. Trump’dan bahsediyoruz. Biz dini veya özgürlük görüşleri nedeniyle siyasi bir mahkeme tarafından mahkûm edilmiş bir adamdan bahsetmiyoruz. Yatırımlarını rüşvetle yapan, kendi özel çıkarlarını ülkesinin ve halkının çıkarlarından üstün tutan bir adamdan bahsediyoruz. Basit, düz düşünmeyi, aklına gelini istediği zaman söyleyen, kadın düşmanı ve ırkçı fikirlere sahip bir adamdan bahsediyoruz. Demokratik seçim sonuçlarını kabul etmeyen, yenilgiyi nefrete, siyasi eylemlere döken ve kurulu demokratik hukuk devlet düzeni yıkmaya çalışan birinden bahsediyoruz.
Daha da dramatize edebiliriz. Gerçek şu ki: Bu meselede doğrulanması zor birtakım varsayımlarda bulunulduğu görülmektedir. Trump’ın dini, kültürel ve eğitimsel yetiştirilme tarzı nedeniyle bu tür eylemlere yatkın olup olmadığını bilmiyoruz. Her halükârda, Trump’ın eylemlerinin köktenci dünya görüşüne sahip insanlar tarafından mazur görülebileceğini düşünebiliriz. Bu tür davranışları üstünlüğün, karizmanın, seçilmiş olmanın ve bu fani dünyada doğal olarak yozlaşan gücün bir parçası olarak görüyor olabilirler. Trump’ın siyasi görüşlerinin gerçekten de verilen adli kararlarda bir rol oynayıp oynamadığını da bilmiyoruz. Yargıçlarının siyasetten etkilenmesine izin verilen bir yargı sisteminde, siyaset ve hukuk arasında tam bir ayrılık söz konusu olamaz. Sonuç olarak, ilgili faillerin siyasi görüşlerinin kararlarda rol oynayıp oynamadığı sorusu mutlak bir kesinlikle cevaplanamaz. Aksine, Black Lives Matter ve Me Too hareketlerinden gelen görüntüler ve analitik içgörüler ışığında, ABD’deki adalet sisteminin olası şüphelerden uzak olmadığını varsaymamız gerektiğini dillendiriyorlar.
İki Tür Demokrasi Anlayışı
Gerçek şu ki, siyasi görüşlerimize bağlı olarak Donald Trump’ı iyi ve/veya suçlu bir başkan adayı olarak görme eğilimindeyiz. İşte gerilim de tam burada yatıyor: siyasi insanların hukuki, etik ve ahlaki konularda da siyasi görüşleri vardır. Belirleyici olan normatif bir siyaset anlayışına sahip olup olmadığımız değil, siyasi kategorilerimizi soyut hukuk ve ahlak ilkelerine tabi tutmaya hazır olup olmadığımızdır. Bu ikinci durumda, başlangıçtaki yargımızdan farklı bir sonuca varabiliriz (Habermas, 1998). Bu durum siyasi, ideolojik bakış açıları ve de özellikle demokrasi anlayışımız için de geçerlidir (Ball ve Dagger 2009). Tolerans fikrinin kökeninde yatan budur. Acaba Trump’ı kurduğu, onun mimarlığını yaptığı bir sistem tam da onun gibi kişilerin hükümete gelmesini sağlar mıydı? Trump işlevci bir demokrasi anlayışına sahip.
İşlevselci demokrasi anlayışı: İşlevselci demokrasi anlayışına göre, hukuk, eğitim, ekonomi, bilim, siyaset, yakın cinsiyet üzerine kurulu ilişkiler vb. gibi işlevsel olarak farklılaşmış alt sistemlere sahip bir toplumda yaşıyoruz. Bu alt sistemlerin her biri kendisine ait, esasen orada geçerli olan bir tip dolaşım aracına göre işlemektedir: ekonomide bu para, bilimde bilgi, eğitimde yetenek/diploma, siyasette güçtür (Luhmann, 2002). Ekonomide para olmadan iletişim, yani alışveriş olamayacağı gibi, siyaset de güçle ilgilidir; failler ya güce sahiptir ve karar verebilirler ya da güçleri yoktur ve dolayısıyla gösteri yapmak, ahlak dersi vermek, ilişki kurmak, harekete geçirmek vs. zorundadırlar. Tüm sistem öyle bir şekilde yapılandırılmıştır ki bir alt sistemin başka bir alt sistemin ‘iradesine’ karşı müdahalesi mümkün değil.
Trump’ın demokrasi görüşüne göre, demokrasi vatandaşların devlete katılımını ifade eder ve bu da az çok seçimlerde gerçekleşir. Devlete katılım ekonomiye, eğitime ve hukuka katılım anlamına gelmez. Ancak siyaset devletin bir işlevi olduğu için, yapılması gereken seçmenlerin kapsayıcılık ve katılım taleplerini iletişime dönüştürmektir. Bunu ise siyaset örneğin ekonomik ve/veya eğitim kaynaklarının eksikliğinden dolayı fiilen dışlanmış kişi ve gruplara sisteme dahil olabilecekleri sözünü vererek, onları o umutla sistemin içinde tutarak yapar (Schumpeter, 1942). Bu anlayışta siyasete farklı failler arasında iş birliğine teşvik etme işlevi düşmektedir. Pratikte yapılması beklenen ise, değişik güç merkezlerinin ve aktörlerinin değişmesi olasılığı için gerekli ön koşulları yaratmadır. Bu durumda farklı çıkar grupları alışagelmiş mücadele ruhlarını, iletişim biçimlerini terk etmeden demokrasilerin (tehlikeli) devrimlere yatkınlığının da önüne geçilmiş olacaktır. Bu için bir dizi kurum oluşturulmuştur. Bunlar arasında iktidar ve muhalefet partileri kurumu da yer almaktadır. Hükümet karar verebilir ve muhalefet direnebilir. Ancak muhalefetin iktidarı ele geçirmeden önce de etkisini göstermesi mümkün olmalıdır. Parti rekabeti kavramı buradan bakıldığında sistemin açıklığını ifade ederken, diğer yandan da kendi safları da dahil olmak üzere muhaliflerin iradesine karşı bile hassas kararların uygulanma olasılığını muhafaza eder.
Normatif demokrasi anlayışı: Ancak bizler Trump gibi düşünmek, demokrasiyi onun işlevlerine indirgemek zorunda değiliz. Tersine işlevci anlayışın karşısına normatif demokrasi anlayışı savunabiliriz. Normatif anlayışta demokrasi, özerklik, rasyonellik, insan onuru ve kurumlara bağımlılığın katılım, ifade özgürlüğü ve güç merkezlerine karşı sağlıklı bir şüphecilikle geliştirildiği bir kamusal söylemin geleneksel ve/veya rasyonel olarak belirlenmiş iletişim koşullarına atıfta bulunur (Oakeshott, 1962). Bu tür normatif yaklaşımlara göre, her insan nüfuz, para, güç, bilgi, şöhret vs. sahibi olmak ister. Bunlar toplumsal değerlerdir – bunlar ancak bir toplumda edinilebilir. Demokrasi bu değerlerin adil paylaşım ilkesinin hayata uyarlanması, bu uyarlamayı birlikte yapma biçimidir.
İşlevci anlayış Mark Zuckerberg, Jeff Bezos, Elon Musk ve Donald Trump gibi bireylerin demokrasiyi kullanma istemlerinin teorisidir. Burada etkili eylem ancak sistemin kendi iç mantığı, onun dolaşım aracıyla mümkündür; birisi çok demokratik bir ülkenin çok zengin bir başkanının feminist kızı bile olsa, Zürih Üniversitesi’nin gerekli bilimsel kriterlerini yerine getirmediği sürece Zürih Üniversitesi’nden diploma alamaz. Bir insan dünyanın en zengin kadını bile olsa, kendisi âşık olmadığı sürece ve aşkına aşkla karşılık verilmediği sürece kimseden aşk bekleyemez (Parsons, 1951). Cumhurbaşkanı diploma sipariş edemediği gibi, aşkı da satın alamaz. Bir alt sistemin mantığını başka bir alt sisteme aktarmaya yönelik her türlü girişim başarısız kalacaktır. Dolayısıyla, bu mantığa göre ve eski Yunanlıların diliyle ifade edecek olursak, siyasi tercihlerimizi iyi bir insana ilişkin etik anlayışımızın belirlemesine izin verirsek yozlaşmış oluruz. Trump kurnaz ve hilekâr bir iş adamı olabilir ama yine de iyi bir siyasetçi, iyi başkan (da) olabilir (Aristoteles, 1909).
Ancak yukarıda saydığım bu beyler demokrasi olmadan da gayet iyi yaşamaya devam ederler. Demokrasi insanlar arasında eşitliği varsayarken, bu aktörler eşitsizliği temsil ediyorlar. Bu aktörlerin statüleri, zenginlikleri ve özgürlük iddiaları, en iyi ihtimalle aristokrasiye, kötü ihtimalle de diktatörlük ve oligarşiye götürür. Alexis De Tocqueville çığır açan kitabı Amerika’da Demokrasi’de buna işaret etmişti (Tocqueville, 1835). Bu kitapta Tocqueville, demokrasiyi dinsel benzerlik ruhuyla, bir kasabaya ait olmanın ortak duygusuyla ve koşulların genel eşitliğiyle ilişkilendirmiştir. Tocqueville koşulların eşitliği ile demokratik olarak oluşturulmuş bir hükümetten önce gelen toplumdaki sosyal eşitliği kastetmektedir. Eşit olmayan vatandaşların olduğu bir toplumda demokratik bir hükümet kurulamaz. Koşulların eşitliği sayesinde demokratik toplum ortaya çıkar. Ve hükümet koşulların genel eşitliğinin, ya da eşitsizliğinin yankısıdır.
Tocqueville’e kadar demokrasi, benzer siyasi amaçlara sahip ve az sayıda bir insan topluluğunun birlikte iyi karar alması anlamına geliyordu. Jean-Jacques Rousseau’ya göre, topluluğun aydınlanmış iradesi böyle bir toplulukta hata yapamazdı (Rousseau, 1984). Öte yandan Alexis de Tocqueville, Amerika’daki çoğunluğun tiranlığına karşı uyarıda bulunmuştur. Amerika’da demokrasi çok sayıda ve farklı insanlardan oluşan bir toplulukta uygulanmaktadır. Böylesine geniş bir alanda topluluğun iradesi, topluluğun çıkarlarına aykırı olabilir. Hiçbir kişi, hiçbir topluluk, hiçbir devlet hatalardan ve yanlış kararlardan muaf olmadığından ve her siyasi sistem bir şekilde bu yanılabilirliği yansıttığından, Tocqueville hükümetin vatandaşlar tarafından nasıl kontrol edilebileceği sorusunu ortaya atar. Siyasi sistemdeki olası hatalar vatandaşlar tarafından nasıl en aza indirilebilir? Artık kralın iradesine göre değil, çoğunluğun iradesine göre yönetilen bir ülkede, çoğunluğun tiranlığına karşı halk nasıl kontrol edilebilir? Halkın genel iradesi iyi, siyasi açıdan aydınlanmış kararlarla nasıl geliştirilebilir? Bu sorulara yanıt olarak Tocqueville, özünde eşitliği teşvik eden uzun ömürlü toplumsal kurumların geliştirilmesini de önermiştir. Böylesi toplumsal kurumların varlığı hem iyi geleneklerin devamını, devrimlerin önünün kesilmesini ve hem de bireyin eşitlikçi ve özgürlükçü hareketlerin aracılığıyla topluma katılımını, kurumların yenilenmesinin önünü açacaktır.
Demokrasinin bu normatif fikri uyarınca, yalan haber yoluyla gerçeği örtbas etme ustası olduğunu haklı olarak varsaydığımız ve toplumun kimi temel kurumlarınca haklı olarak mahkûm edilmiş bir adamı başkan olarak seçersek sadece ahlaki inançlarımıza aykırı davranmış olmayız ama aynı zamanda birlikteliğimize, ortak değerlerimize ve de ortak iyi karar mekanizmamız olan demokrasiye karşıt davranmış oluruz (Habermas, 1996). Trump sadece demokrasinin değil, ama aynı zamanda sosyal olarak oluşturulan gerçeğin mantığına karşı olan biri. Bir şeyin gerçek olarak kabul edilmesi bazen yüzyıllar alır. Buna karşın, özellikle teknolojik gelişmeler ışığında (deepfake), iyi bir tasarımın çoğu insan tarafından gerçek kabul edilmesi bir saniyeden daha kısa sürmektedir. Gerçekten de gerçek-yapıntı, modelleme-sahneleme, doğru-yanlış, haklı-haksız, güzel-çirkin, adil-adaletsiz arasındaki niteliksel farkın akışkan hale geldiği post-gerçekler çağında yaşıyoruz. Ve Trump tamda bu gerçeklik anlayışının siyasetteki en önemli siyasetçisidir.
Trump’ın kendi mantığını kendi eylemlerine uygulayacak olursak, o zaman kritik soru Trump’ın kendisine yönelik son derece etkili bir medyatik sahte (fake) suikast girişimini göze alacak kadar güce aç bir kişi olup olmadığı olacaktır. Görünüşe göre, bu soruya olumlu ya da olumsuz yanıt veren en az iki grup insan var. Eğer herhangi bir siyasi aktör, seçmenleri ya da Cumhuriyetçi Partiyi kamuoyunda oluşan intibaya rağmen istenen yönde yönlendirmek amacıyla bu soruyu kamuoyuna yöneltseydi, cumhuriyetçi etik değerlere sahip biri bu eyleme onay verir miydi? Onun demokrasi anlayışı halkı yanıltmasına izin verir mi? Siz bu eylemi destekler miydiniz? Cevabımız sadece siyasi görüşlerimiz ve çıkarlarımızdan değil, aynı zamanda belirli değişmezleri, belirli kalıpları ve dolayısıyla olguların ardındaki belirli örüntüleri tanıma yeteneğimizle de ilgilidir.
Biden’ın İstifasına İlişkin Diğer Açıklamalar
Siyasi görüşlerimiz ile perdenin arkasını görme kabiliyetimiz arasındaki bağlantıya ilişkin varsayım, Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesi örneğinde de test edilebilir. Sadece Biden’ın yakın çevresi yalın gerçeği biliyor ya da biz halktan insanların istifanın gerçek nedenleri hakkında yaptığı varsayımları gerçek olgular ve argümanlarla doğrulayabilir ya da yanlışlayabilir. Resmi versiyona göre, Biden istifa etti çünkü bizzat kendisi yaşlı ve unutkan olduğunu ve bu nedenle artık ikinci bir görev dönemine uygun olmadığını fark etti. Ancak biz gözlemciler bu anlatımın başka bir versiyonu da düşünebiliriz. Örneğin, yapılan kamuoyu yoklamaları Biden’ın Trump karşısında kazanamayacağını göstermiş olabilir. Demokrat Parti elitleri Biden’a durumu anlatarak onu aday olmaması için ikna etmiş olabilirler. Bu, Biden’ın yaşlı ve unutkan olduğu için değil, ya da Trump ile yapılan münazarada iyi bir performans sergilemediği için değil, Demokrat Parti elitlerin güvenini kazanamadığı için istifa ettiği anlamına gelir. Sadece bu ikinci durumda Biden şu anki görevinde kalması kabul edilebilir. Çünkü bu açıklamaya göre, Biden bugün hala göreve uygundur, ancak önümüzdeki seçimlerde Trump’a karşı kazanma şansı olmayacak ve kazansa bile artık ikinci bir dönem için uygun (ve elverişli) olmayacaktır. Sonuç olarak; Biden ikna edilmiş, istifaya zorlanmış ya da tartışmalarda çok yaşlı ve unutkanmış gibi davrandığını bizzat kendisi istemiş olabilir.
Bu son iddianın açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle günümüzde siyasetin çeşitli yönleri ve biçimleri olduğu herkes tarafından bilinmektedir (Obasi, 2024). Politikacılar, kimi zaman doğru veya faydalı olduklarını düşünmedikleri fikirleri ve çıkarları da temsil ederler. Her zaman kendi kişisel fikirlerini temsil etmezler. İki, politikacılar kimi uç duyguları uyandırabilmeli ve uyandırılan duyguları kontrol ederler. Bunu ise örneğin oldukça iyi işlenmiş medya görünümleri aracılığıyla mesihçi ve bazen arzulanan, güven veren, güçlü olan ve yetkin kişiyi yansıtarak, oynayarak yaparlar. Her halükârda, sahneleme, performans sergileme günümüz siyasi organizasyonlarının bir parçasıdır. Bu açıdan bakıldığında, Biden’ın adaylıktan vazgeçmesinin zamanlaması iyi hesaplanmış bir performans gibi görülebilir.
Asıl soru, bu iyi hesaplanmış performans arkasında yatan kararın tam olarak ne olduğudur. Bunun bir cevabı istikrar kavramında bulunabilir: Siyasi bağları ne olursa olsun, ister Demokrat isterse de Cumhuriyetçi olsun, istikrar her iki kampta da temel, birleştirici, koşulların genel eşitliğinin bir değerdir. Her iki örgütün liderleri, elitleri gösterilenden, bizim çıplak gözle gördüğümüzden çok daha fazla birbirine yakın. Aralarındaki farklılıklar yaşam tarzında, eşitlik, özgürlük ve adalet gibi değerlerde değil, bazı küçük ayrıntılarda ve araçların seçiminde yatmaktadır. Bazıları vergileri yüzde 0,5 oranında, bazıları ise yüzde 0,3 oranında azaltmayı öngörüyor. Biri ülkedeki en zenginleri daha fazla vergilendirirken, diğeri mümkün olduğunca az vergilendirecektir (Caramani, 2020). Bu ayrıntılar dışında, elitler sadece benzer fikir ve çıkarlara sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda benzer dünya görüşüne de sahipler. Bush, Clinton, Obama, Biden ve Trump ailelerinin çocukları da aynı çevrelerde sosyalleşmekte, benzer kitaplar okumakta ve benzer yerlerde tatil yapmaktadır. Bu bakımdan ortak payda olarak istikrar mantığıyla hareket etmek her iki kamp tarafından da meşru görülüyor. Şimdi sorulması gereken soru, Joe Biden ve/veya Demokrat Parti elitlerinin istikrarı bu gecikmiş istifa kararıyla, en azından bilinen geleneklere, prosedürlere ve olgusal mantığa bağlı kaldıkları izlenimini vermeyi nasıl sağladıklarıdır.
Cevabı zaman çizelgesinde mantığından geliştirmek mümkün. Demokrat Parti, Joe Biden’ın örneğin bir yıl önce başkan adayı olmayacağını açıklamış olsaydı, başkan adayı seçimi için örgütün yürürlükte olan prosedür ve geleneklerine bağlı kalarak önseçimlere giderdi – gitmek zorunda kalırdı. Ama, ve bu büyük bir AMA, bu durumda, bütün adayların, hem yerleşik, bilinen politikacıların şansı ve hem de yeni failler ve iyi tanınmayan politikacıların şansı yaklaşık olarak aynı olacaktı. Demokrat Parti elitleri bunun farkında; Barack Obama ve Bernie Sanders Demokrat Partinin tipik geleneksel aday profiline uymazlar. Bunlar yerleşik çıkar gruplarının da benimsediği, özellikle tercih ettiği adaylar değiller. Ancak tamda partinin uçlarında yer alan bu yeni isimler kurulu düzene meydan okudu ve onu mağlup ettiler. Dahası, MeToo ve Black Lives Matter gibi hareketlerin önem kazanması da aslında bu aktörler sayesinde olmuştur. Bu gelişmenin diğer yüzü ise radikal sağcı, dinci, köktenci ve gerici hareketlerin gelişiminin önünü açtığı iddiası. Donald Trump bu amalgamın bir sonucudur. Demokratlar ‘Biden frenini’ çekmezlerse, siyaset sahnesini bir kez daha Alexandria Ocasio-Cortez gibi farklı isimlere bırakılacak ve kendilerini keşfedilmemiş bir bölgeye girme riskiyle karşı karşıya bırakacaklardı. Sigmund Freud’un deyimiyle Kültürdeki Huzursuzluk (DE: Unbehangen in der Kultur), elitleri bu iyi hesaplanmış ve demokratik olmayan karara götürmüş olabilir (Freud, 1930). Kısaca, Joe Biden’ın şimdi başkanlık adaylığından çekilmesi öncelikle Demokrat Parti elitlerinin olası adayların önünü kapatarak Kamala D. Harris’in önünü açmış gibi görünüyor. Alexandria Ocasio-Cortez yerine Donald J. Trump daha iyidir bile demiş olabilirler.
Çıkarımlar
K.Harris devletin çocuğuyken, D. Trump devletten yararlanan kişidir. Trump’ın aksine demokratların başkan adayı hukukun üstünlüğü ilkesiyle demokrasinin birlikteliğini sembolize edebilmelidir. Demokratların başkan adayı, önceden tanımlanmış prosedürler dahilinde öngörülebilir eylemler üretebileceklerini göstermelidir. Dolayısıyla güvenilirlik, hesap verebilirlik ve rasyonellik önemli değerlerdir. Demokratların adayı idari gücü temsil ederken, Trump daha çok para gücünü temsil ediyor. Demokratlar elitlerinin performanslarını, Cumhuriyetçiler ise Trump’ın ihlalleri görmezden geliyorlar. Her iki durumda da siyaset sadece değerlerle ilgili değil, aynı zamanda bazı hedeflere, çıkarlara ve fikirlere yönelik stratejik eylemlerle de ilgilidir. Yine de hayat siyah ve beyazdan ibaret değildir. Mahkemeler ne sadece siyasi ve yozlaşmış ne de tamamen tarafsız ve yüksek düzeyde meşrulaştırılmıştır. Sosyolojik yasallık kavramı felsefi meşruiyet kavramıyla çelişmez; ikisi birbirini tamamlayabilir. Bu perspektiften bakıldığında siyaset, birbiriyle çelişen hedefler ve değer yönelimleri arasında aşırı uçlara gitmeden uygulanabilir bir yol bulma becerisidir. İtirazı iş birliğinin diğer yüzü olarak görmek siyasi kültürün olgunlaşmasının bir parçasıdır.
Demokrasinin işlevselci yaklaşımı fayda-maliyet hesaplamalarıyla ilgilidir. Bu gelenekte demokrasi, ilgili fırsat maliyetleriyle ilişkilendirilen bir kolektif karar alma aracı olarak görülür. Mesele şu ki, homo economicus’un aksine, insanlar her zaman rasyonel varlıklar değildir. Kapitalizmde ve çoğunluk kararının belirleyici olduğu durumlarda bireyler kendi çıkarlarına aykırı davranabiliyorlar. Bireyler de özellikle çok sayıda insandan oluşan bir grubun parçası olarak manipülasyonlara açık hala geliyorlar. Grup dinamiği mekanizmaları devreye girmeye başladığı anda, topluluk anlam ve amaçtan yoksun bir kitleye dönüşebiliyor. Bu gibi nedenlerden dolayı işlevselci anlayışta demokrasi, irrasyonel karar alma riskinin varlığına vurgu yapılır- Alexis de Tocqueville ve John Stuart Mill bizleri çoğunluğun tiranlığı eğilimi konusunda uyardılar. Bu yaklaşımın savunucuları demokrasinin bu eğilimine karşı önlem olarak ya mutlak özgürlük ve mülkiyet hakkı gibi özel teşebbüs ve anayasal kurumlarla ya da toplumsal olarak miras alındığı düşünülen sivil haklar ve halk egemenliğiyle genişletilmesini önermektedir. Her iki durumda da demokrasi temsiliyetle sınırlandırılmaya çalışılır.
Bu yaklaşımın temsilcileri için, bir iş adamının gerektiğinde, işin bir parçasıysa, rüşvet de verdiğini, gerçeği gizlediğini, ortalama bir ürünü elmasmış gibi sunduğunu açıklamaya gerek yoktur. Tutarlı olarak, aynı kişinin daha sonra iş adamı kimliğiyle tamamen çelişen yeni bir kimlikle cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya çıkması garip değildir. Trump’ın bir iş adamı olarak eylemlerinin bir siyasetçi olarak eylemlerinden ayırt edilmesinin nedeni budur. Çünkü, yukarıda da tartışıldığı gibi, ilgili anlarda kullanılabilecek ve kullanılması gereken sisteme bağlı olarak farklı iletişim ve dolaşım araçları mevcuttur ve her eylem her sistemde ayrı gerçekleştirilir. Tam da bu mantık Trump’ın eylemlerini sadece yasallaştırmakla kalmayıp aynı zamanda meşrulaştırmaktadır.
Öte yandan, söylem-teorisi temelli demokrasi yaklaşımları da hukukun üstünlüğü, temsil ve mülkiyet haklarına vurgu yapmaktadır. Bununla birlikte, temel haklar ve etkilenebilecek herkesin dahil edilmesini amaçlayan ve iletişimsel olarak oluşturulmuş prosedürler vurgulanır. Burada toplumu yönlendiren normlar peşinen belirlenmiş olmayıp, toplum içindeki bir söylem üzerinden aktif katılımla ve kimi evrensel olduğu düşünülen değerlerle barışık prensiplerden türetilir. Bu nedenle, toplumsal fikir ve iradenin oluşumu sırasında mevcut kurumların kimi aktörler tarafından sorgulanması, ortak değerlerin güncellenmesi ve derinleştirilmesi için öneriler olarak ele alınır. Burada da devlet ve toplum arasında bir farklılaşma olduğu varsayılır, ancak bunlar birbirinden ayrılmamıştır. Para eğitimden, mülkiyet haklardan bağımsız değildir.
Söylem teorisinin fikirleri özellikle üst orta sınıftan, iyi eğitim almış ve çeşitliliğin iyi bir siyasi slogan olarak göründüğü insanlar için çekicidir. Ve geleneksel olarak, tam da bu insanlar genellikle Demokratlara oy verirler. Siyasi eğitim almış ve Karl Marx’ın deyimiyle kendi çıkarlarının farkında olan alt sınıftan insanlar da Demokratları desteklemektedir. Bu kümelenme kısa süre önce Joe Biden’ı başkanlığa taşıdı. Şimdi kritik soru, bu kümelenmenin bir sonraki Demokrat adayını da başkanlığa taşıyıp taşıyamayacağıdır. Seçmenler, Demokrat Parti elitlerinin onlara Kamala D. Harris’i dayatma stratejiklerini ödüllendirilecek mi yoksa cezalandırılacak mı? Bir ihtimal de, her iki durumda da elitlerin kaybetmeyeceğidir. Birlikte göreceğiz.
Bu yazı daha öne, Birikim dergisinde yayınlanmıştır. (URL: https://birikimdergisi.
Kaynakça
Alexander, Jeffrey C. (2017). Raging Against the Enlightenment: The Ideology of Steven Bannon. Newsletter. URL: https://asaculturesection.org/2017/08/18/raging-against-the-enlightenment-the-ideology-of-steven-bannon/
Aristoteles (1909): Nikomachische Ethik. Jena
Ball, Terence and Dagger, Richar (2009). Ideals and ideologies: a reader. New York: Pearson Longman.
Caramani, Daniele (ed.) (2020): Comparative politics. Oxford: Oxford University Press
De Tocqueville, Alexis (1835). Democracy in America. London: Sauders and Otley.
Diekmann, Andreas (2007). Empirische Sozialforschung. Grundlagen, Methoden, Anwendungen. Hamburg: Rowohlt.
Habermas, Jürgen (1996). Die Einbeziehung des Anderen. Studien zur politischen Theorie. Frankfurt: Suhrkamp.
Habermas, Jürgen (1998). Faktizität und Geltung. Beiträge zur Diskurstheorie des Rechts und des demokratischen Rechtsstaates. Suhrkamp.
Luhmann, Niklas (2002). Die Politik der Gesellschaft. Frankfurt am Main. Suhrkamp.
Oakeshott, Michael (1962): Rationalism in Politics and other essays. Methuen: London.
Obasi, Chinyere (2024). Endpaper: Politics as Performance. Harvard Political Review. URL: https://harvardpolitics.com/endpaper-politics-performance/
Parsons, Talcott (1951). The Social System. London: Routledge.
Rawls, John (2005 [1971]). A Theory of Justice. Harvard: Harvard University.
Remnick, David (2023). The New Trump Indictment and the Reckoning Ahead. The New Yorker, URL: https://www.newyorker.com/news/daily-comment/the-new-trump-indictment-and-the-reckoning-ahead
Rousseau, Jean-Jacques (1984 [1755]). Diskurs über den Ursprung und die Grundlagen der Ungleichheiten unter den Menschen. Ferdinand Schöningh.
Schumpeter, Joseph A. (1942). Capitalism, socialism, and democracy. New York: Harper&Brothers.
Web:1. Freedom House (2024). Freedom in the World Research Methodology. URL: https://freedomhouse.org/reports/freedom-world/freedom-world-research-methodology
Weber, Max (1998). Gesammelte politische Schriften. Tübingen: Mohr
- Amerika’da Demokrasi Oyunu - 10 Kasım 2024
- Mosaics Of An İmpending Revolution - 30 Eylül 2024
- Bir Asır Sonra Sykes-Picot Anlaşması ve Özgürlük Kararı - 31 Temmuz 2022