Roboski! Ben de senim! Sen’den değil!
Yanında, arkanda, önünde değil!
Ben de senim! Ben Roboski…
Neşe Özgen
Tarih, belgelere dayanarak kronolojini oluşturmaya çalışır. Eğer o belgelere birileri tarafından el konulmuş, değiştirilmiş, saklanmış ve çarpıtılmışsa resmi tarihimiz tarih değil, milliyetçilik, ırkçılık ve çoğu zaman militarizm ile doldurulur. Türkiye, bunun tipik örneğini yaşamıştır.
Fikret Başkaya’nın deyimiyle “Resmi tarih, daha genel olarak resmi ideoloji -bugün telaffuz edilmesi bile yasaklanan- ‘Kürdistan’ı dünya haritasından ‘çıkarınca’ üzerinde yaşayan ulusu da ‘yok etmesi’ gerekiyordu. Buna da bir ‘çare’ bulundu. Kürtler, ‘Dağlı Türkler’ ilan edildi. Dağlı Türkler soy olarak, öz olarak, kökenleri bakımından Türk olmakla birlikte, Gerçek Türklerden iki yerde ayrılıyorlardı: Bir kere dağda yaşıyorlardı!.. Üstelik dağda yaşarken Türkçeyi unutuyorlardı!.. Yükseklerde yaşamakla dil arasında ilginç bir ilişki olmalı (!) Gariplik şurada ki; dağda kendi dillerini unutan bu insanlar, başka bir dil öğreniyorlar. Buradan, başka bir dil öğrenmenin kendi dilini unutmaktan daha kolay olduğu sonucuna varılabilir (!) Sonuçta “bozuk bir Farsça” konuşmaya başlıyorlar…” [1] Bir devlet, ideolojisini ultra milliyetçilik, ırkçılık ve militarizm üzerinden tarih yazmaya kalkışırsa işte resmi tarih!.. Oysa aklı başında her insan çok iyi biliyor ki tarihleri ve gerçekleri çarpıtmak bu kadar kolay olmamalıydı.
Neşe Özgen’in dediği gibi; “Roboski! Ben de senim! Sen’den değil! Yanında, arkanda, önünde değil! Ben de senim! Ben Roboski!.. Şimdi adı yoksullukla ve ölümle anılan bir köy! Roboski; ölümle ve acılarla anılmadan önce govendleri, balı, olağanüstü güzel dağları, yüksek meraları, becerikli insanları, kendi içinde küçük çatışmaları belki; ama her köy kadar ve her köy gibi kendine yeten, açık ve insani değerler açısından yoksullukla ölçülemeyecek bir köydü. Güzel cevizleriyle, sınır ötesine yaptığı ticaretten aldığı parayla, dışarıya çalışmaya gönderdiği çocuklarının hayalleri, yeni doğmuş bebeklerin sevinciyle yüklü bir köydü…” [2] Roboski’deki katliam, öylesine tesadüfen yapılmış, önü ve sonu olmayan ve boşluğa bırakılan bir olay değildir. Yüzlerce yıl süren bir ideolojinin sonucunda ortaya çıkan ve diğer katliamlar gibi ne ilk olmuştur ve ne de sonuncusu!
Ülkemizde 1900’lar tarihi, katliamların, soykırımların yoğunlukla yaşandığı tarihtir. Kürt coğrafyasını çoraklaştıran, büyük suçlar ve utançlar işleyen, yüzleşmeyi her seferinde erteleyen sıkıştıkça inkâr eden, adalet ve hukuk yollarını tıkayan, katilleri adeta kahraman ilan eden, icazetini İttihat ve Terakkiden alan tekçi ve ırkçı yapı, bırakın özür dilemeyi, yaptığı insanlık utancıyla adeta gururlanmayı marifet saymıştır.
Binlerce yıldan beri annelerin gökyüzünü inleten ritüellerin, yakarışların, haykırışların, ağıtların ve “hawar”ların diyarıdır Mezopotamya. Ağıtlar denildiğinde akla ilk gelen savaştır, felakettir, ölümdür. Ağıtların ardından karanlık bir gece, kapkara bir gündüz kalıyor geriye. Matemleriyle tek başına kalmak istiyor anneler çoğu zaman. Ağıtların, matemlerin, haykırışların ve “hawar”ların getirdiği tanımlaması güç acılar, bakışlar karşısında dünyası yıkılıyor geride kalanların. Acının ne tarifi var, ne de rengi… Çoğu kez susmaktan öteye gidemiyor insan, ağlamak istiyor, göz pınarlarında kalan birkaç damla yaş bile kuruyor, boğazı düğümleniyor, çaresiz kalıyor, güçsüzlük bedenini ve ruhunu sarıyor. Bazen bu haykırışlar yetersiz kalıyor. Acının rengi ve tarifini anlatan cümleler, kelimeler ve harfler tükeniyor, anlatamıyor insan. Ağıtların, acıların, matem ve haykırışların çoğu “stranlarda” yerini bulmaya çalışıyor. İnsanlık tarihi matemler tarihidir. Mezopotamya’nın tarihi de “hawar”ların ve “haykırışların” tarihidir. Dün böyleydi, bugün de böyle… Ne kadar ağıt yaksan da sesini duyacak kimseler bulunmaz. Roboski’ye karşı on yıldır gözler kör, kulaklar sağır olmuş, matemler karşılık bulamamıştır. Ağıtlar, matemler ve acılarla birlikte Roboski’de yaşam döngüsü devam ediyor.
İnsan Hakları Derneği Eş Başkanı Eren Keskin’in söylemiyle, “Bu coğrafya bir soykırım coğrafyası, burada kimse adalete erişememiştir.” Bu acıları yaşatanlar; karanlığa, gözyaşı ve ölümlere, kana ve sefalete boğan zalimler hep var olmuştur. Dün vardı, bugün de vardır. Kiminin yüreğine ateş düşmüş, kiminin yalnızlık, keder ve acı… Bu acıları yaşatanlar, vicdan ve erdemden yoksun egemenlerdir; “tiranlardır, dehaklardır, nemrutlardır, firavunlar” ve onların devamı olan çağımızın zalimleridir, diktatörleridir.
Roboski katliamı, son 30 yıldan beri yaşanan savaş içinde kitleleri, insanları ve özellikle anneleri bir araya getirdi. Türkiye’de yaşanan ve Kürt kimliğine yönelik bir katliamda belki de ilk defa bu kadar geniş bir kitle bir araya gelebildi. Bu bir dayanışmaydı, hem de taziye içinde yaşanan bir dayanışma! Aydınlar, gazeteciler, yazarlar hep Roboski ile ilgili yazılar, makaleler, hikâyeler, şiirler yazdılar, unutmamak ve her fırsatta hatırlamak için…
Nefret suçlarına gelince; Oxford Sözlük’te nefret suçu “Bir kişiye veya gruba karşı ırk, dil, din, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi önyargı doğurabilecek nedenlerden ötürü işlenen, genellikle şiddet içeren suçlar” şeklinde tanımlanıyor. Eğer bu suç süreklilik arz ediyorsa, suç işleyenler nefret grubu olarak adlandırılırlar. Bu suçları engellemeye ve suç işleyenleri cezalandırmaya yönelik düzenlenmiş yasalara ise nefret suçu yasası denir. Nefret suçunun dayanağı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de üretim ilişkilerine dayanıyor. Devlet tarafından işlenen “nefret suçu”nun kaynağını cumhuriyetin kuruluş felsefesinde ve ideolojisinde aramak gerekiyor. Bir cumhuriyetin temeli salt bir ırk ve milliyet temeli üzerinde kurulmuşsa, başka milliyet ve ırkların yeri yoktur. Hele bu temel dışardan olduğu gibi kopyalanan laikliğe rağmen din ekseninde toplanıyorsa, geçmişte olduğu gibi günümüzde de gayrimüslimler ve Kürtler üzerinden uygulamaya konulmuş olması kaçınılmaz olacaktır. Salt Kürtler değil, farklı din ve inanç gruplarına karşı da geniş bir uygulama alanını bulacaktır. Örneğin geçmişte Ezidilere, Süryanilere, Ermenilere, Rumlara karşı İttihat ve Terakki’den kalma ilkel ırkçılık formu üzerinden uygulama alanını bulmuştu. Bugün Kürtler ve Aleviler ile göçmenlere karşı işlenen nefret suçlarının sorumlusu burjuva devletinin kendisidir.
Günümüzde nefret söylemleri farklı ırk, cinsiyet, ulus, din ve inanışlara yöneliyorsa bunların mensubu kişilere karşı şiddet ve özellikle cinayetleri teşvik eden aleni konuşma ve propagandalardır. Türkiye’de bu suçlar, cumhuriyet öncesi ve sonrasından günümüze kadar devam etmiştir. Yeter ki uluslararası sermayenin ve yerli işbirlikçi hasta burjuvazinin çıkarına ters düşmesin.
Türkiye’de nefret suçları oldukça dar bir şekilde tanımlanmıştır. Örneğin, etnik köken temelli ırkçılık ve toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim temelli ayrımcılık ve nefret olayları suç konusu olarak görülmemektedir. Her ne kadar Türk Ceza Kanunu’nun 122. maddedeki “nefret ve ayrımcılık suçu”, 125. maddedeki “hakaret suçu”, 115. maddedeki “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasının engellenmesi suçu”, 153. maddedeki “ibadethane ve mezarlıklara zarar verme suçu” ve 216. maddedeki “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçu”, nefret söyleminin ve nefret suçlarının düzenlendiği başlıklar olarak karşımıza çıkmakta ise de bu suçlar ile bağlantılı olan diğer suçlar ve etnik temellere dayalı kin ve nefret ilgili kapsamlı bir yasal düzenlemeler olmadığı için sistematik bir biçimde bu saldırıların devam etmesine zemin hazırlanmaktadır. Özellikle Suriyeli mülteciler ve batıda çalışan Kürt mevsimlik işçilere yönelik saldırıların sayısında açık ara artış yaşanıyorsa bunun nedeni bir bakıma cezasızlık formunun bir ürünü olmasından kaynaklanmaktadır. Cezasızlık da bu suçları körüklemektedir. Maraş, Sivas, Çorum, Malatya, İstanbul Gazi Mahallesi olaylarında işlenen cinayetler, toplu katliamlar, Kürtlere ve Alevilere yönelik geçmişten günümüze kadar işlenen cinayetler, “onbinlerce” faili meçhullerin cezasız kalması gibi nice toplu katliamlar ve Roboskilerin yaşanmasına da zemin hazırlanmaktadır. Irkçı temeller üzerinde yükselen bir cumhuriyetin geride bıraktığı Yılmaz Güney’in deyimiyle yoksulluktur, kandır, acıdır, zulümdür, gözyaşıdır, baskıdır. Bunların devamı olan açlık, taciz, tecavüz, işkence, ölüm, iyilikleri ve güzellikleri yok eden unsurların tümüdür. Bunun da temelini sınıfsal nitelikte aramak gerekiyor. Kürtlere reva görülen bu pratikler, savaşlarda burjuvazinin geride bıraktığı formların içerdeki devamıdır.
Nefret, ırkçılık, ayırımcılık, farklı etnisite ve inançlara karşı şiddet ve katliamlar içerde hasta burjuvazinin, dışarda küresel sermayenin çıkarı devam etsin diye sömürge tipi ülkeler için kaçınılmaz uygulamalar haline gelmiştir.
Ulus devletin ortaya çıkmasıyla birlikte bu topraklarda ulusal refleksin getirdiği katliamlar, zulümler, zorbalıklar, tehcirler, ardı ardına kesintisiz devam etmiştir. Ulusal sınırlar içinde yaşayanlara zorla homojen bir milli kimliğin dayatılmasının tarihidir ulus devlet süreci… Aynı coğrafyada yaşayan Kürtlerin, Ezidilerin, Süryanilerin, Ermenilerin, Rumların, farklı kimlik ve inanç mensuplarının katledilmesiyle ulusal kimlik süreci başlatılmıştır. Ancak tekçi devlet bunu tam anlamıyla başaramamıştır. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryani ve Ezidilerin nüfuslarında büyük oranda azalış meydana gelmiş olsa da Kürtlerin ve Alevilerin ulusallaşma sürecinde dirençleriyle karşılaşılmıştır. Ne denli acılar yaşatılsa yaşatılsın, ocaklarına ateş düşürülen, üzerine bombalar yağdırılan, keder ve acılara alışan, Mezopotamya’nın kadim ve mazlum halkları küllerinden yeniden doğmayı başarmıştır.
On yıl önce, 28 Aralık 2011 Çarşamba akşamı Şırnak, Uludere, Roboski köyü halkına zulümle bu acılar yaşatıldı. Dönemin başbakanı Erdoğan’ın sarf ettiği “bu olayın failleri Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacaktır” sözlerinin tam tersi gerçekleşti. Faillere hiçbir şey olmadı ama Roboski’de katliama uğrayanlar, yargının karanlık dehlizlerinde kayboldu.
Roboski’de 38 kişilik kafilenin üzerine bomba yağdırıldı. Yarısı çocuk, 34 can alındı. Gece saat 21:39 – 22:24 arasında Roboski köyüne çay ve mazot getiren köylülerin arasına Bahoz Erdal kod adlı Ferman Hüseyin’in karıştığı ihbarı üzerine kafile, F16 savaş uçaklarının bombardımanına uğradı. 26’sı Encü ailesine mensup olmak üzere 34 insanımız katledildi. Bunların arasında çocuk yaşta olanların sayısı 19… Yaralanan 4 kişi kurtuldu. Bahoz Erdal için 34 masum insanın katledilmesi hangi ahlaka, insanlığa ve hukuka uygundur? Ama Kürtler olunca buna değerdi, özellikle milliyetçi, mukaddesatçı Türkiye için! Çünkü “en iyi Kürt, ölü Kürt”tür. Çünkü “her Kürt, potansiyel düşmandır ve hedefimizdir” ön yargısı hâkimdi milliyetçi ve mukaddesatçı Türkiye yönetimleri için… Belki de bu bir mesajdı. Katliamdan sağ kurtulan Servet Encü köye giderek olayı anlatmasıyla duyurmuştu. İlk haber, Dicle Haber Ajansı (DİHA) tarafından saat 01:52’de verilmişti. “Savaş uçakları köylüleri vurdu, 20’ye yakın ölü” başlığıyla verilmişti. Servet Encü’nün anlattıkları “Geri döndüğümüz sırada jetler bizi bombardımana tuttu. Acı bir koku etrafı sardı. Birden insanlar yanarak can verdi. 5-6 kişi bombardımandan kaçarak kayalıkların arasına saklandı. Uçaklar orayı da bombaladı. Hepsi kayalıkların altında can verdi” şeklindeydi. Parçalanmış atlar ve katırlardan bugüne kadar hiç kimse bahsetmedi bile.
Hiç kimse Roboski’nin ve diğer köylerin neden kaçakçılık yapmaya zorlandığı konusunda yazılar yazmadı, devlet de sorgulamadı. Sorgulayamaz da… Çarpık kapitalist sistemin dayattığı sınıflar arasındaki ekonomik ve sosyal farklılık, yoksulluk, açlık ve sefalet, sınır köylerini kaçakçılığa zorlamıştır. Bir bidon mazot için, birkaç paket sigara için, birkaç kutu çay için insanlar katledildi, katlediliyor… Toplu cinayetler işleniyor… Roboski katliamı, öteden beri Türkleştirme politikasının dayattığı saf Türk, arı Türk projesinin bir parçasıydı. Kürdistan coğrafyasında yaşayan insanlara verilen bir gözdağıydı. Roboski katliamı, Zilan Deresi’nin, Şeyh Said’in, Koçgiri’nin, Dersim’in bir devamıydı. Roboski, toplu katliamların ne ilkidir ne de sonuncusu!
Medya, aradan bir tam gün geçtikten ve AKP’li yönetici Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in açıklamasıyla duyurdu. Hüseyin Çelik katliamı “operasyon kazası” olarak tanımladı. . “Hantepe baskınında da malzeme katırlarla taşınmıştı” açıklamasıyla katliama meşruluk kazandırmaya çalıştı.
Dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin “Özür gerektirecek mahiyette bir olay değil” dedi. Başbakan Erdoğan da, “TSK görevini samimi şekilde yapmıştır” diyordu. “Tazminatı da açıkladık. Ama birileri istismar ediyor. Allah aşkına tazminatsa tazminat… Bizim resmi tazminatımız ötesinde yaptık…” sözleriyle Kürt halkının onurunu aşağılıyordu, tıpkı askerlere “kelle” dediği gibi…
Havuz medyasının kalemşorları değişik tanımlamalar yapıyordu. Bir kısmı bunlar PKK’lıdır, diğer bir kısmı yanlış istihbarat verilmiş diyordu. Bazıları da ölenlerin PKK kuryesiydi, bazıları da zaten kaçakçıydılar, PKK’ya silah götürüyorlardı, diyerek katliamı meşru göstermek için çırpınıyorlardı.
Dünya kamuoyundaki tepkiler daha farklıydı. BBC: “Hava saldırısı, Kürt köylüleri öldürüldü”; CBS News: “Cenazelerini traktörle taşıdılar”; CNN: “Hava saldırısı, Kürt köylüleri öldürüldü”; Dail Mail: “Kaçakçılar, militan sanılarak öldürüldü”; Liberation: “35 Kürt öldürüldü, ordu, PKK ile karıştırdık, dedi”; The Wall Street Journal: “Türk hava saldırısı Kürtleri vurdu”; Le Monde: “Türk Hava Kuvvetleri Kürt köyünü bombaladı, 35 kişiyi öldürdü”. [3] Avrupa Parlamentosu Başkanı, “felaket” olarak tanımladı ve konunun Avrupa Birliği raporlarında mutlaka yer alacağını söyledi. [4] Olay sonrasında İHD ile MAZLUMDER, ortak bir kurul oluşturarak bölgede incelemeler yaptı. Kurul, bu olayı “infaz” olarak değerlendirdi ve “toplu katliam” olarak nitelendirdi. [5]
Dava süresi 5 yıl sürdü. Her zamanki gibi yargı, mağduru daha da mağdur edecek kararlar aldı, davaları reddetti. Gerek Türkiye’de ve gerekse Avrupa’da burjuva adaletinden başka türlü kararlar beklemek de mümkün değildi. 5 yıllık dava sürecinin aşamalarını kısaca hatırlarsak;
- TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu bünyesinde kurulan Uludere Komisyonu Mart 2013 tarihinde 84 sayfalık rapor hazırladı.
- Operasyon sırasında “kimlik tespitinin imkânsız olduğu, olayda kasıt olmadığı sonucuna varıldı.
- 11 Haziran 2013 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca “taksirle ölüme sebebiyet vermekten dolayı” dosya ile ilgili “görevsizlik kararı” verildi.
- Dosya, Başsavcılıkça, Genelkurmay Askeri Savcılığı’na gönderildi. Ocak 2014’te Askeri Savcılık da “takipsizlik” kararını verdi.
- Ölenlerin yakınları Temmuz 2014’te Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundu. Mahkeme dosyada eksikliklerin olduğunu ve zamanında giderilmediği için 24 Şubat 2015 tarihinde reddetti.
- İç hukuk yolları tükenince hayatını kaybedenlerin yakınlarından oluşan 281 kişi 2016’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurdu.
- 17 Mayıs 2018 tarihinde AİHM, başvuruyu reddetti. Gerekçe olarak, dava avukatlarının eksik olduğu bildirilen belgeleri 15 günlük sürede değil de 17 günde gönderildiği ilişkin iki günlük gecikmeyi hata olarak niteledi.
Olayın faili siyasi iktidar mensupları, olaya adı karıştığı iddia edilen diğer kurumlar, hiç mi suçluluk duygusunu yaşamadı? Hiç mi vicdan azabını çekmediler? Hiç mi özür dileme erdemini gösteremediler?
Davanın sil baştan tekrar açılması için siyasi iktidarın gitmesi sonrasında umut besleyenler yok değildir. Ancak siyasi iktidar değişse bile tıptı Bülent Ecevit’in derin devlet duvarına toslaması gibi düzen partilerinin hiç birinin cesaret edeceğini sanmıyoruz. Arife Köse’nin dediği gibi “suçluluk, hüzün, acı, öfke, utanç duyguları arasına umudu katan iki şey vardı Roboski’de: Biri; katledilen 34 insanımızın ailelerinin kararlı ve dik duruşu; diğeri de tıpkı Hrant Dink (ve Tahir Elçi) öldürüldüğü zaman olduğu gibi bu toplumun vicdanının Roboski katliamını kabul etmemiş olmasıdır.”[6] Uludere insanı için güzel olan düğünler, bayramlar, yılbaşılar değil, onlarda güzel olan sorumluların cezasız kalmamasıdır. Roboski halkı, hükümet yetkililerinin açıkladığı gibi çocuklarını hata sonucu kaybetmediler. 1990’lardan beri devam eden savaşın sonucunda kaybettiler.
Neşe İdil, olayın yakınlarıyla yaptığı röportajda şunları aktarmıştır: Roboski ‘de yakınlarını kaybeden Ferhat Encü, 9 yıl boyunca yargının baskısıyla karşı karşıya kaldıklarını anlatarak “Bu katliam Ankara’nın karanlık dehlizlerine itilmekle de kalmayıp üstüne beton döküldü” diyerek, [7] olayın bilinçli ve planlı olduğunu belirtmiştir. Mehmet Encü da içinde bulundukları durumu “Acılarımız katliam bu gece olmuş gibi taze…” diyerek davanın mutlaka bir gün ele alınacağına ilişkin umudunu koruduğunu belirtmiştir.
Raportör Psikiyatrist Dr. Hira Selma Kalkan’ın 16 Şubat 2020 tarihinde yazdığı Uludere raporunda yaptığı ankette söylenenler oldukça iç acıtıcıdır. Örneğin köy muhtarının söylediklerinden bir paragraf alıyoruz.
“Ben her gece 6–7 defa uyanıyorum. Oğlum gece uyuyamıyor. Dedelerimizden gelen bir korku var. Bebeler ağlayınca sus, asker geliyor diyoruz. Çocuklar şimdi uçak sesi duyunca saklanıyorlar. Biz pencereye çıkıp uçakların hangi yöne uçtuklarına bakıyoruz. Köyde her zaman her yerde katliam konuşuluyor. 10 yıl köyde düğün olmaz.”
Endişe, korku, güvensizlik dedelerden çocukların bilinçaltına yerleştiği düşünülürse, bu sorunun genetik yapıya işlendiği ve sonraki kuşaklara aktarılacağı düşüncesi hâkimdir. Roboski katliamı, bölgede bir travma yaşatmıştır. Aradan on yıl geçmesine rağmen bu travma devam ediyor. Katliamın müsebbibi sermaye devletinin derinliklerinde yuvalanmış suç örgütleri olduğu kanısı egemendir. Bugüne kadar bölgeye iktidara mensup ne bürokrat, ne milletvekili ve ne de herhangi bir bakan gitmemiş, bölge halkından özür dilememiştir. Bu davranışın yarattığı yalnızlığı siz tahmin edin.
10 yaşında bir çocuk tomaya taş atıyor diye cezalandırılırken, 34 insanı, geçim kaynağı olan hayvanlarıyla birlikte katledenler yargılanmıyor, üstelik madalya takılıyor. Sermaye devletinin adalet anlayışı budur işte…
28 Aralık 2011 tarihinde bilerek 38 sivilin ve 50 katırın ABD’ye mensup insansız hava aracı tarafından tespit edilerek sivil oldukları yönünde devlete bilgi vermemesi mümkün değildir. Kaldı ki köyde korucular da bulunmakta ve sürekli askerle irtibat halindedir. Ordu, bölgede herhangi bir askeri harekât olacaksa korucuları uyarır ve kaçakçılığın ertelenmesini isterdi. Ancak herhangi bir uyarı yapılmadı. Gerek siyasi iktidar ve gerekse havuz medyasının yapılan katliamı meşru göstermesinin hiçbir mantıkla ve insanlıkla bağdaşır bir yanı yoktur.
Tüm anlatılanları kısa bir paragrafta belirtmek istersek: “Roboski katliamı üzerinden 10 yıl geçti. Bugüne kadar bir kişi bile yargılanmadı. Katliamın üstü örtüldü. Bu katliam, diğer katliamlar gibi yargısız infazın ne ilk ne de son örneğidir. Üstelik Türk yargısı adalet isteyen köylülerin tamamına davalar açtı. Tek istekleri vardı, o da ‘katliamın aydınlatılması ve faillerin cezasız kalmamasıydı.’ Bunu isteyen mağdur yakınları ve köylüler, sanık oldular.” [8]
Alparslan Akdağ’ın 2012 tarihinde kaleme aldığı ağıt türündeki şiiri ile bitirmek istiyorum.
“…………
dili mimlenmiş
ve nice t/uzaklara meyyal bir garip coğrafyanın
fukara çocuklarıdır onlar
elleri-kolları kördüğüm bağlı
ve her daim dağlı yürekleriyle
ocaklarından eksik olmaz
gözyaşları, matemleriyle
arkasız yurttaşlarıdır ve yarınsız
çiçekleri kan açmış, bu cinnet artığı toprakların.
ve onlar ki;
boynumda şahdamırımdır dört mevsim
kaynayan damarlarımda arter
ve yırtılan retinasıdır, göz bebeklerimin…
ez bımırım looo
ez bımırım…”
Not
Roboski adı Kürtçeden gelen isimdir. Wikipedia’ya göre Kürtçede yazılışı Robozkê diye geçiyor.
Ro: Dere, çay; Boz: Gri; Ik: Küçültme ve isimlendirme son-eki, î yer ismi son takısı eklenerek cevaplanır.
Robozik: Küçük Gri Nehircik, Gri Nehir.
Kürtçe kelime telaffuzlarında S-Z harfleri birçok kelimede yer değiştirebiliyor.
Günd: Köy
———————-
[1] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, sf. 37
[2] İstenmeyen Çocuklar – Zarokên Nexwestî (İletişim Yayınları, 2014, sf. 22)
[3] Genelkurmay Başkanlığı (17 Mayıs 2012).
[4] Hürriyet Gazetesi (19 Mayıs 2012).
[5] Bianet (Uludere Dünya Basınında 29 Aralık 2011).
[6] Arife Köse, Roboski, barış, Roboski barış.. Düzce Yerel Haber, 02.01.2013
[7] Neşe İdil (Evrensel Gazetesi, 29 Aralık 2020)
[8] Roboski ‘de MİT görevlisi TSK’yı yanılttı (T24 Gazetesi, erişim tarihi 28 Eylül 2015
- Irkçılık - 31 Aralık 2022
- Azgelişmişlik Üzerine (3) - 26 Kasım 2022
- Azgelişmişlik Üzerine (2) - 12 Kasım 2022