“Geçici güvenlik uğruna temel özgürlüğünü feda eden insanlar ne özgürlüğe ne de güvenliğe layıktırlar.” –Benjamin Franklin
İnsanlık tarihinin en başından günümüze kadar geçen süreçte özgürlük ve güvenlik sorunsalı; insanın gerek kendi öyküsünde, gerekse siyasi toplum yaşantısında olsun daima öncelikli konular arasında yer almıştır. Güvenli yaşamın koşulu olarak “kişi özgürlüklerinden ne kadar taviz vermeli?” tartışması güncelliğini her dönem korumuştur. Özgürlük ve güvenlik ikileminin tartışması siyaset biliminin bir parçası olduğu için, tartışma da sürekli siyasi yaşam alanında süregelmiştir. Özellikle modern devlet anlayışıyla özgürlük ve güvenlik sorunu devlet ve yurttaşlar arasındaki ilişkinin temel tartışma alanı olmuştur. Modernitenin insan aklını araçsal kullanma öngörüsü ve günümüz siyasi iktidarlarının ekonomik unsurları da işin içine dahil etmesi, özgürlük ve güvenlik sorununu gittikçe daha da karmaşık bir hale getirmiştir. Oysa ki Antik Yunan felsefesinde özgürlük ve güvenlik birbirleri için birer ön koşul oluştururken, modern devletlerde güvenli bir yaşamın koşulu ise kişinin özgürlüklerinden kendi rızasıyla vazgeçmesi olarak belirlenmiştir.
Eskiçağdan günümüze değin siyasal iktidarın sınırlarını belirleyen özgürlük ve güvenlik paradigması, bu haliyle hemen her devletin temel ilke sorunu olmuştur. Her ne kadar ancak güvenlik içerisinde bir yaşamın özgürlükleri gerçekleştirebilecek bir yaşam olduğu teorik olarak söylense de, pratikte özgürlüklerin arttırılması güvenlik, güvenliğin arttırılmasıysa özgürlük adına bazı kayıplara neden olmaktadır. Kişilerin özgürlük hakkına ilişkin alanlarını genişletme devletlerin ise iktidarı güçlü kılmak adına bir aracı söylem olarak kullandıkları bir ortamda, açıktır ki özgürlük-güvenlik paradigması devlet ve bireylerin ilişkilerinin temel belirleyicisi haline gelmiştir. Her ne kadar modern dönemin liberal devletleri bireylerin özgürlüklerinin baş koruyucusu ve geliştiricisi görevleriyle tanımlanıyor olsa da, siyasal iktidarların iktidar alanlarını genişletme arzuları bu göreve düşen en büyük gölgedir. Aslında liberal devlet, devletin varoluşunun içkin özelliklerinin bir kamuflajı olarak düşünülebilir. Diğer bir deyişle her ne kadar devletler bireylerin haklarının ve özgürlüklerinin korunması için var görünerek meşruluk kazansalar da, gerçekte kuruldukları andan itibaren özgürlüklerin sınırlarının belirleyicisidir. Kişiler ya da bireyler can, mal ve toplumsal yaşantılarını güvence altına almak adına özgürlüklerinden kendi rızalarıyla vazgeçerek devletleri kurdukları andan itibaren tabi oldukları devletlere meşru şiddet kullanma olanağını da vermiş olurlar. Bu meşru şiddet kullanma olanağı modern siyasi iktidarlara kimliğini verir.
Modern siyasi iktidarlar tarafından oluşturulan yasalarla yönetilen devletler, devletin ya da halkının yaşamlarını etkileyecek herhangi bir tehlike veya saldırı belirdiğinde, toplumdaki farklı düşünenlerin ya da çoğunluğa dahil olmayanların iktidardaki egemen anlayışın dışında kalan bir düşünce içine girdiğinde veya devlet otoritesine direniş gösterdiklerinde, bünyelerinde barındırdıkları kolluk kuvvetlerini harekete geçirerek olaylara sert müdahalelerle karşılık verebilmektedirler. Böylece insanların can ve mal güvenliklerini garanti altına almak için siyasi iktidarlara verdikleri bu meşru şiddet kullanma olanağı, kimi zaman halkın kendisine de yönelen bir tehdit oluşturmakta, bu durum ise baskıcı yönetimlere kapı aralamaktadır. Bu açıdan güvenlik söylemi kişi özgürlüklerinin bizzat iktidarın kendisi tarafından yok edilmesinin en temel argümanlarından bir tanesi olabilmektedir. İnsanların sosyal yaşam alanları içinde güvenliklerini sağlanması karşılığında siyasi iktidarlara verdikleri bu olağan yetkiler, siyasi iktidarlar tarafınca bazen kendi şahsi çıkarları, bazen zenginleşmek bazen de iktidarlarını süresiz kılmak maksadıyla kötüye kullanılabilmekte; sonuçta kişisel özgürlükler, korunması amacıyla devlete teslim edilen yetkiler dahilinde sınırlanabilmektedir. Siyasi iktidarların bu sınırlama eğilimi böylelikle de siyasal alana insanlık tarihinin en uzun sürecek olan özgürlük ve güvenlik tartışmasını taşımış olur. Çünkü insanlık tarihi özgürlük ve güvenlik ikileminin çatışmasının tarihidir. Öyle ki Alfred de Vigny “insanlık her zaman özgürlük ve düzen arayışında olmasına karşın bu iki unsur hiçbir zaman hiçbir yerde birlikte var olmamıştır” (Vigny, 2019: 12) demektedir. Hatta güvenliğin kaygılarının ağır bastığı durumlarda, siyasi iktidarlar insanlardan güvenliklileri uğruna özgürlüklerinden vazgeçmelerini istemekte, sonuçta Etienne de Boethie’nin deyişiyle “gönüllü kulluğa” yol açmaktadır.
Modern dönemle birlikte toplumsal ve siyasal alanda gerçekleşen köklü dönüşüm, özgürlük ve güvenlik sorunsalı karşısına çözümlemesi zor bir milli güvenlik devleti anlayışı çıkartmıştır. Eskiçağda yurttaşlarının ortak iyisini ve kamusal alanın birlikteliği için birlikte yönetimin aksine modern dönemde kendine genel iradenin ve egemenlerin çıkarlarını korumayı ilke edinmiş, toplumsal güvenlik için her türlü kötülük yapmaktan kaçınmayan bir milli güvenlik devleti doğmuştur. Devletin bekası, ulusal sınırların korunması, iç ve dış düşmanların yok edilmesi adına kamusal alanı tam kontrol eden ve özel hayatın her anını izleyen milli güvenlik devletlerinde, özgürlük ve güvenlik ikilemindeki dengenin güvenlik tarafında yoğunlaştığı modern dönemin en iyi bilinen gerçekleri arasındadır. Eskiçağda özgür ve insanca yaşam için sadece bir araç olarak algılanan güvenlik olgusu, modern siyasi iktidarların iktidarın devamlılığın amaç haline getirmeleri neticesinde iktidarın temel aracına dönüşmüştür. Özgürlük ve güvenlik ilişkisinde asıl dikkat edilmesi gereken durumsa, siyasi iktidarların, kamu güvenliğini sağlamak adına kişi özgürlüklerini kısıtlama yoluna gitmesi veya insanların güvenli yaşam uğruna özgürlüklerinden kendi rızalarıyla vazgeçmelerinden kaynaklanmaktadır.
Toplumların ya da bireylerin özgürlüklerini güvenlikle takas etmesinin ilk sorunu, özgürlüklerini feda eden toplum ve bireylerin kısa süreliğine de olsa güvenli yaşamı elde etmiş olsalar da, farklılıklardan duyulan endişenin artışı ve beraberinde gelen farklılıkların yok edilmesine yönelik baskıların ve yasakların artışını beraberinde getirmesidir. Modern dönemde kişi özgürlüklerini sınırlama, kaldırma ya da inkar etme söylemleriyle şekillenen modern siyasi iktidarların güç ile iç içe geçen egemenlik anlayışlarının, kısa süreliğine toplumsal bir güvenlik alanı yaratmayı başarsa da, kamusal güvenliği sürdürmede etkili bir yönetim biçimi olmadığı görülmüştür. Dış tehditlerin uluslararası ve uluslar üstü sözleşmelerle sağlandığı zamanlarda kendisini güç ilişkileri üzerinden meşru kılan egemenlik anlayışının varlığını sürdürmesinin gereksizliği, iktidarları sürekli bir düşman ve güvenlik açığı yaratmaya yönlendirir. Böylece iktidarın sürekliliği Carl Schmitt’in saptamalarını takiben yeni düşmanlar yaratmaya ve korku nesnelerini çeşitlendirebilmeye bağlıdır. Kuşkusuz korku çeşitliliğinin artışı, kamuda bölünmelere, farklılıkların bir tehdit olarak algılanmasına, güvenlik adına homojen yapılar kurulmasına neden olur. Böylece ortak aklın temsili kamu da iktidarın sürekliliğine feda edilir.
Özellikle günümüz dünyasında ise teknolojik alanda yaşanan köklü değişikler, iletişim araçlarında durdurulamayan ilerleme ve toplumsal yaşamdaki hızlı değişiklikler yaşadığımız dönemde farklı tehlikelerin de ortaya çıkmasına ve zaten hazırda var olan diğer tehlikelerin, risklerin ve tehditlerin de biçim değiştirmesine sebep olmaktadır. Bu çerçevede toplumsal alanda tehlike çeşitlerin çoğalması ya da biçim değiştirmesiyle birlikte günümüz dünyasında siyasi iktidarların ulusal çıkarları koruyabilmek için yeni bir güvenlik yaklaşımına ihtiyaç duymaya başlamıştır.
Birleşmiş Milletler’in 1994 yılında yayınladığı “İnsan Gelişim Raporunda” insanların güvenliğine tehdit oluşturan etkenleri açıklamasıyla güvenlik üstüne araştırmalar hız kazanmıştır. Birleşmiş Milletler’in söz konusu bu raporunda tarih boyunca siyasi iktidarlarca geliştirilen güvenlik politikalarının kim ve ne için yapıldığının analizi yapılmış ve güvenliğin en büyük amacının ise insan olduğunu vurgulamıştır. Birleşmiş Milletler’in insanı ön plan çıkardığı bu raporundan da anlaşılacağı üzere güvenlik kavramının temel etkeni olan devletin aksine insanın eylemleri ön plana alınmış, nihai amacının insan değeri olduğunun altı bir defa daha çizilmiştir. Bu rapora göre günümüz siyasi iktidarlarının politikalarının nihai amacı insan değeri olması gerekirken, modern ve günümüz devletlerinin gerçekleştirdiği eylem ve yaptığı baskıcı yasalara bakılacak olursa, insani güvenliklerin karşısındaki en büyük tehlike ve tehdit yine insan gibi görünür. Bu durum modern devlet anlayışının mucidi Hobbes’un “insan insanın kurdudur” sözünü haklı çıkarırken, insanlar arasındaki düşmanlığın asıl kaynağını gizler. İşte Birleşmiş Milletler’in söz konusu raporu, artık söz konusu kaynağın yani egemenlik anlayışını güç ile pekiştiren devlet anlayışının tartışılması gerektiğinin en açık kanıtıdır.
Gerçekte devletten beklenen yurttaşlarının can, mal ve mülk güvenliğini sağlarken, aslında yurttaşlarını baskılardan, temel hak ve özgürlüklerine karşı oluşabilecek saldırılardan ve yaşam alanlarına yapılacak her türlü tehdit veya tehlikelerden korumasıdır. Ancak yaşanan dünyada devlet yurttaşlarının vatandaşlarının güvenliğini diğer tehlikelerden kendilerini korumaya çalışırken, kendisinin de bir tehdit haline gelebildiğini göstermektedir. Böylesi bir paradoksal duruma karşı alınabilecek temel önlem, kamusal alanın içerisinde ortak iyiyi doğru saptamak, insanca yaşamın anlamı üzerine düşünmek ve kamuyu insanca yaşam olanaklarını herkesi içine alacak biçimde genişletmektir. Diğer bir deyişle Eskiçağ filozofların yol göstericiliğiyle etiği siyasete çağırmaktır.
Eskiçağda özgürlüğün insanın doğasında olduğu inancı hakimdir. Böylelikle özgür siyasal eylem ve düşünce kişilere yasa yapma sürecine katılma hakkını da beraberinde getirmiştir. Böylece özgürce tartışma ve düşünmeyle yasa yapma süreci, Eskiçağ filozofları için iyi devletleri oluşturacağından, “adaletli, mutlu, güvenlikli yaşam mümkün mü?” sorularının yanıtları da siyasal yaşamın verdiği özgürlük havasına katılmakla olanak kazanmıştır.
Günümüzde kuruluşu itibariyle insanların rızalarıyla kendisine verdiği gücü tek elde toplayan modern devletler, kamusal akıl yürütmeyi dışlayan süreçleri oluşturarak karar verme durumlarını kolaylaştıran olağanüstü halleri çoğaltırlar ve sonuçta hukuk devleti yerine devlet hukukunu takip ederler. Sonuçta olağanüstü yetkilere sahip ve bütün siyasi gücü elinde bulunduran modern siyasi iktidarlar, toplum için neyin iyi neyin kötü olduğunun da karar vericisi haline gelerek, hukuk kadar etik ile siyaset arasındaki bağı da yok ederler. Hukuk devletinin yasal kurumlarıyla ortak aklın bir sonucu olarak ortaya çıkan karar alma süreçlerinin, tek başına siyasal iktidar tarafından yürütüldüğü bir düzende haliyle siyasi iktidarı sınırlayacak güç de kalmaz.
Olağanüstü yetkilerle donatılan milli güvenlik devletleri, iktidarı elinde bulunduran sınıfların geleceğini koruma altına almayı amaçladığından, toplumsal ayrışmanın da kaynağını oluşturur. Bu durumda kendilerine zorluk çıkaran, konuşan, eleştiren kesimlerin seslerini çıplak şiddetle yok etmeye çalışırken, yurttaşlarına ise, ele geçirdikleri medya ve kitle iletişim araçları aracılığıyla “her şeyin halkın iyiliği için” olduğu söylemiyle iktidarlarını meşrulaştırırlar. Keyfiliğin giderek arttığı günümüz dünyasında özgürlük ve güvenlik arasındaki sorunsalda dengenin nasıl sağlanacağı tartışması geçerliliğini hala korumaktadır.
Alfred De Vingy (2019). Askerliğin Kulluğu ve Büyüklüğü. İstanbul: Doruk Yayınları.
Thomas Hobbes (2014). Leviathan. İstanbul: Yapıkredi Yayınları
- Özgürlük ve Güvenlik Bağlamında Modern Devlet Eleştirisi - 9 Ağustos 2020