Latin Harfleri, Kesilen Damarlar, Suikastler!

9 Ağustos 1928 akşamı Sarayburnu Parkındaki bir eğlence yerinde bulunan Mustafa Kemal, kabul edilmesi planlanan Latin harfleri ile ilgili olarak halkla ilişkiler (PR) çalışması yapmaktadır. Yakınındaki bir kadından aldığı bir kağıda bir şeyler yazar, ayağa kalkarak: ”…Sevinçliyim, duygulandım, bahtiyarım!” diye söze başlar. ”Bu durumun bana esinlediği duyguları önünüzde ufak notlar halinde saptadım. Bunları içinizden bir yurttaşa okutacağım” der. Sözü burada Sami Özerdim’e bırakayım , hemen döneceğim.
“Gazi’nin çağırdığı bir yurttaş kâğıda göz gezdirirken büyük devrimci, notları onun elinden alarak şunları söylemişti: ”Yurttaşlar, bu notlarım Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu hemen okumaya çalıştı ve okuyabilir de. Ancak henüz tamamıyla alışmamış olduğu görülüyor. İsterim ki bunu hepiniz beş on gün içinde öğrenesiniz. Arkadaşlar, bizim ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu gerçeği anlamak zorundayız. Anladığınızın izlerine yakın zamanda bütün dünya tanık olacaktır. Yeni Türk harfleriyle yazdığım bu notları bir arkadaşıma okutacağım, dinleyiniz.” Gazi, elindeki kâğıdı, o zaman Bolu milletvekili olan Falih Rıfkı (Atay)’a vermiş, Atay kâğıtta yazılı bulunanları ağır ağır okumuştu. Atay’ın okuduğu kâğıtta Atatürk önce halk ile birlikte bulunmaktan aldığı büyük gücü açıklıyor; sonra, bir başka devrim atılışını ortaya koyuyordu: Eğlencede şarkı söyleyen Mısırlı şarkıcı Müniretülmehdiye’yi dinledikten sonra, müzik konusunda da konuşmuştu: ”…Benim Türk duyguları üzerindeki gözlemim şudur ki artık bu müzik, bu basit müzik Türkün çok gelişmiş ruh ve duygusunu doyurmaya yetmez.” Notlar okunduktan sonra Atatürk yeniden ayağa kalkarak konuşmaya başlamış, bu arada şunları da söylemişti: ”…Çok işler yapılmıştır. Ama bugün yapmak zorunda olduğumuz, son değil, lâkin çok gerekli bir iş daha vardır: Yeni harflerini çabuk öğrenmelidir. Türk harflerini her yurttaşa, kadına, erkeğe (12), hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu yurtseverlik ve ulusseverlik ödevi biliniz.”
Sarayburnu’ndaki alıştırma, Latin harfleri konusundaki ilk PR da olmayacaktır. Nitekim Dil Encümeni’nin alfabe ve gramer komisyonları iki ay civarı konu ile ilgili olarak çalışmışlar, hazırladıkları alfabeyi 26 Haziran’da bir rapor olarak sunmuşlardır. Bu rapor üzerindeki çalışmalar 6 Ağustos’ta son şeklini alır. Dikkat ederseniz, Sarayburnu Parkındaki olay da bundan sadece üç gün sonra cereyan etmektedir. Mustafa Kemal yaklaşık iki hafta sonra (23 Ağustos) Tekirdağ’a gidecek Latin harflerini orada tahta başında göstererektir. Daha bu ziyaret gerçekleşmeden bazı gazeteler yarı Arap, yarı Latin harfleriyle basılmaya başlamıştır bile. Bu ziyaretin de PR yönü oldukça belirgindir: 23 Ağustos 1928 sabahı saat 05:50’ de Ertuğrul Yatıyla Tekirdağ İskelesine varır. 11:15 geçe doğruca hükümet konağına gider ve memurlara Latin harfleri ile yazı yazma konusunda alıştırma yaptırır. Saat 13:30’da Tekirdağ Belediyesine gider, orada da yeni harflerin uygulanması konusunda çalışmada bulunur. Daha sonra Zabitan Yurdunu ziyaretinde de Latin harflerini kullanmanın zorunluluk ve faydalarından bahseder. Sonra, çarşı içinde bir eczaneye uğrayarak orada bir hocaya Arapça harflerle bir cümle yazdırır, kendisi de bu cümleyi yeni harflerle yazar. Arapça yazıyı kimse doğru okuyamaz, yeni yazıyı orada bulunan herkes doğru bir şekilde okur. Aynı gün akşam üzeri tekrar Tekirdağ İskelesine gelir ve Ertuğrul Yatıyla tekrar İstanbul’a Büyükada’ya döner…
Biz yasaların artık “höt, zöt” ile çıkmasına alıştığımızdan alfabenin kabul edilmesi sürecinde Mustafa Kemal’in bu konuda PR çalışmaları yaptığını söylemek biraz abes bulunabilir. Oysa eleştirmek için değil, takdir etmek için yazmıştım.
Mazhar Müfit Kansu Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber adlı eserinde Atatürk’ün kendisine 8 Ağustos 1919’da (Erzurum Kongresi sonrası) ileride yapmak üzere not ettirdiği maddelerin beşincisinin de “Latin harflerinin kabulü” olduğunu söyler. Not ettirilen maddelerin ilki de Cumhuriyetin ilanıdır. Bu ya onun ne kadar “ileri görüşlü” ve “aydın” bir “devrimci” olduğunun bir delili ya da “halka rağmen” “tepeden inmeci” “taklitçi” bir Batılılaşmacı olduğunun bir delili olarak kabul edilir. Ben zamanın ruhu olarak okunması gerektiğini düşünenlerdenim.
Mevzumuz Latin harfleri, onun özelinden gidelim. Başka birçok konuda da olduğu gibi Latin alfabesinin kabul edilmesinin de Mustafa Kemal’in ilerici/taklitçiliğine indirgenerek açıklanabileceğini düşünmüyorum. İlginç olan, döneminin bir “münevver”i, okumuş yazmışı olarak Mustafa Kemal’in Latin harfleri konusunda bir fikrinin “olmaması” olurdu.
Dilde reform Ahmet Cevdet Paşa’nın bile derdidir. Paşa’yı hatırladınız değil mi? İslâm hukukunun kodifiye edilmesiyle vücut bulan Mecelle’yi (tam adıyla Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye) kaleme alan heyetin başındaki alim. Tabii hatırlamadınız!. Türkiye kadın hareketinin yüz aklarından Fatma Aliye Topuz ve Emine Semiye Önasya’nın babaları desem? Tamam, şöyle hatırlatayım size, Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri filmindeki Füruzan vardı ya onun anneannesinin babası. Her neyse Paşa, Keçecizade Mehmed Fuat Paşa ile birlikte hazırladıkları ve Encümen-i Daniş’in açılışında (18 Temmuz 1851) Sultan Abdülmecid’e sunularak Encümen’in kararıyla basılan Kavâid-i Osmaniye adlı eserinde bile Türkçede bulunup da Arap harfleriyle gösterilemeyen sesleri belirtmek için bir yol bulunması gerektiğini belirtir. Unutmadan Kavaid-i Osmaniye bir Türkçe gramer kitabıdır ve bu konudaki öncü eserlerdendir.
Türk dili, alfabe ve gramer, sadece Ahmet Cevdet ve Ahmet Fuad paşaların derdi değildir ki tarihler 1800’lerin sonlarına doğru yaklaştığında artık Latin harfleri de tartışılan konular arasına girdiği gibi Arap harflerinin ıslah edilmesi, Latin harfleri gibi bitişiksiz yazılması vb. ile dilde reform yapılmasını (hurûf-u münfâsıla) savunan farklı görüşlerde mevcuttur. Zaten Mustafa Kemal’in kuşağına gelene kadar dilde reformu bir zeitgest bir zamanın ruhu haline getiren de budur. Elbette herkes Mustafa Kemal ile şeyi düşünmüyordu ama dilde reform herkesin üzerinde düşündüğü bir sorun olmuştu ve Mustafa Kemal gibi bir kurmay subayın dil ile ilgili hiçbir şey düşünmemesi kadar ilginç bir şey olamazdı. Unutmadan, hurûf-u münfâsılacıların en başında Enver Paşa’nın olduğunu Enver Paşa dilde/yazıda reformu ilk başta ordu içinde gerçekleştirmeye soyunduğunda not edelim.

Latin harflerine geçişle birlikte toplum bir gecede cahil mi kaldı? Ya da “Dil devrimi adı altında damarlarımız kesildi.” “Türkçeye suikast yapıldı… Türkçe… ruhsuz kelimelerin tasallutu altına gi[rerek]… geçmişle bağı kopartılmaya çalışıldı” mı? Nüfusun ortalama %10’unun okuryazar olduğu, (1923–1924 esas alınırsa) 2.914 yükseköğrenim öğrencisi, 1.241 lise, 5.905 ortaokul 341.941 ilkokul öğrencisinin olduğu bir toplumda; bir başka ifade ile zaten kahir ekserisinin okumayı bilmediği toplumda bunun yaygın bir sorun olamayacağını söyleyebiliriz. Ama zaten bu yaygarayı koparanlar da onlar değil, o dönemde okuma yazma ayrıcalığını elinde tutan muhafazakâr kesim. Onların derdi de Latin harflerine geçilmesinden çok okuma yazma bilen sayısının artması, hele hele de dini metinlerin (başta da Kur’an’ın) kendi rehberlikleri olmadan okunup anlaşılacak vb. olması kabusları. Bugün hâlâ Arap harflerini savunanlara bir bakın, dilbilimi, okuma yazmanın yaygınlaşması ya da şu anda aklıma gelmeyen herhangi bir çerçeveden Arap harfleri ile okuyup yazmanın Latin harfleriyle eğitimden daha iyi olduğuna dair bir görüş ileri süren var mı? Tek dertleri Arap harflerinin Kur’an harfleri olması, “ceddimizin de bu alfabeyi kullan”mış olması… başka?
Keyifli Pazarlar

Mete Kaan KAYNAR