‟Yaşamımızın sürekli işi ölümü inşa etmektir diye yazar Montaigne, ölümü inşa etmek.” Simone de Beauvoir 1948 yılında kaleme aldığı Muğlaklık Etiği’nin birinci bölümüne bu cümleyle başlıyor. Bölümün adı Muğlaklık ve Özgürlük. Yaşamı inşa etmek lafına çoktan alışmış kulaklarımız, hele varoluşçuluk okumuşsak azıcık. Bu düşünce akımında insan hem kendini hem de dünyayı inşa eden bir varlık olarak anlaşılır. Elbette insan yaşarken yapıyor bunu. Kendini inşa ediyor ve ortak dünyanın kuruluşuna katkıda bulunuyor. Yaşamı inşa etmek kendine bir çevre kurmak olabilir. Bilim ve teknoloji biyolojik yaşamı, bedeni de kısmen inşa ediyor.
Peki ya ölümü inşa etmek ne demek? Nasıl ve ne zaman öleceğini seçmek mümkün olmayabilir. Gelecek kuşaklara bırakılan ne varsa onların tasarrufunda olacak. Ölüm anonim bir gelecek tarafından içerilmeye benzerse, ölümü inşa etmek de mümkün olmasa gerek. Sosyal medya sayfalarında ait olduğumuz gruplarda kalmaya devam edeceğiz, üstümüze kurulan cümlelerin esiri olarak.
Bitkiler ve hayvanlar da ölür ancak insan öleceğini öğrenir, ölümü bilir, öngörür, bir imkan olarak. Antropologlara göre ölüm bilinci insanı doğal koşullarından kurtaramasa da doğal bir varlık olmaktan çıkaran şeylerden biridir. Bir bilinci olmayı ölüm bilincine sahip olmakla ilişkilendiriyor Beauvoir. Bu da insanı varlık açısından hayvanlarda ve bitkilerde olmayan bir muğlaklığa sokuyor. Ontolojik bir muğlaklık. Hem dünyanın bilincine sahibiz hem de dünyadanız. Hem hiçbir dışsallığın ele geçiremeyeceği bir içselliğimiz, özneliğimiz olduğunu düşünüyoruz hem de dünyadaki güçler bizi kırıyor, ezip geçebiliyor. Bu özneliği bir ayrıcalık olarak ele alıyor Beauvoir. Bir fark, bir ayrıcalık, fakat başkalarıyla paylaşılan bir ayrıcalık. Dünyada, dünyadan, başkalarıyla birlikte ve kendi olma imkanı olan bir varlığın içinde bulunduğu trajik muğlaklık onun özgür olabilmesinin de koşuludur.
Bu özgürlük birçok metafizik bilinmezliğin içinde serpilip gelişir. Zihin maddeye veya madde zihne indirgenebilir mi? Zihin ile beden tek bir töz oluşturur mu? Bunların oluşturduğu birlikte ikisi arasında bir hiyerarşi kurulabilir mi? Ölüm aşılmaz mı? İnsan ölümsüz olabilir mi? Yaşam ile ölüm birbirini dışlar mı? Yoksa ölüm zaten yaşamın içerisinde mi? Peki ya zamanla ilişkimiz? Bir bakıyoruz ki hayat geçip gidiyor, gelecek henüz yok, geçmiş artık yok ve şimdi o kadar geçici ki, bir hiç olabilir ancak. Öte yandan varlığımızın ebedi hakikatine ulaşmayı umabilecek kadar güveniyoruz zihnimize. İnsan paradokslarla dolu bir varlık. Doğaya hakim olmaya çabalıyor, sonunda doğaya saygı duymayarak doğanın düzenini bozuyor ve tetiklediği doğal felaketlerin bedelini yaşamıyla ödüyor. Bütün insanların özgürlüğünü ve eşitliğini tahayyül ediyorken faşizme özgü ayrımcılıkları ve kıyıcılıkları sineye çekiyor. Simone de Beauvoir hayatın temel muğlaklıklarıyla yüzleşmeden bir özgürlük etiği kurulamayacağını söylemek için işte bu yakıcı soruları sormak sorumluluğunu hissediyor.
İnsanın varoluşundaki muğlaklık ortadan kaldırılacak veya aşılabilecek bir şey değil. Muğlaklığın varlığı eylemi, dolayısıyla etiği ve politikayı imkansızlaştırmıyor veya boşa çıkarmıyor. Varoluşun muğlaklıklarının insanı eninde sonunda umutsuzluğa sürüklemesi gerekmiyor. Özgürlüğün mutlak ve nihai bir hedefi yok, insan özgürlüğüne hedefi kendisi koyuyor. Aslında tüm hedefleri paranteze aldığımızda şu veya bu hedefi gerçekleştirmeye yönelik aşkınlık hareketinden ayrılabilecek bir kendiliğe ulaşamasak bile varoluşsal dönüşümlere açık bir bilinçle karşılaşırız. Bu yüzden de hedefe ulaşmadaki başarısızlık hayatı anlamsız bir hale getirmez. İnsan başardıkları ve başaramadıklarıyla işe yaramaz bir tutku olmaya devam eder. Belki de varoluşu bir eksiklik olduğu için sadece yaşamını değil, ölümünü de inşa etmeye çabalar.
- Otomatik Portakal ve Belirlenimcilik - 6 Kasım 2020
- Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyeti - 1 Kasım 2020
- Duygular ve Sözler - 10 Ekim 2020