Kent yoksulluğu kavramı, ilk olarak kent nüfusu içinde gerekli istihdam ve gelir olanaklarından yoksun olduğu için “onurlu yaşam” olanaklarına sahip olmayan bir kitlenin varlığını tanımlamaktadır. Kavramın ikinci anlamı ise, içme suyu, kanalizasyon, çöp toplama, elektrik, ulaşım vb. gibi teknik donatılardan ve kişi başı kaliteli yeşil alan miktarı, kamusal açık ve kapalı kaliteli alanlara erişebilirlik gibi sosyal donatı olanaklarından gerekli düzeyde yararlanılmaması durumudur.
Sosyal devlet ve yoksulluk
20.yüzyılın ilk çeyreğine kadar büyük ölçüde işçi sınıfının mücadelesi ile gelişme gösteren sosyal haklar, 1929 yılında kapitalist sistemin içsel çelişkileri nedeniyle ortaya çıkan krizle birlikte yeni bir boyuta taşınmıştır. 1929 krizinin ardında artan üretime yeterli talep oluşturulamamasının yattığı anlaşılınca, krizi aşmak üzere talep yönlü ekonomi politikaları benimsenmiş ve II. Dünya Savaşı sonrasında Keynesyen politikalar uygulamaya konulmuştur. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) aracılığıyla talep arttırıcı politikalar bütün ülkelere yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Yine aynı dönemde Lord Beveridge tarafından hazırlanan raporla sosyal güvence, sadece çalışanlar için değil, tüm yurttaşlar için bir hak olarak öngörülmüştür. Böylece devlet, mülkiyetin teminatı olmanın yanı sıra sosyal hakları da güvence altına alan “sosyal devlet” kimliğine bürünmüştür.
“Onurlu yaşam hakkı”da ilk kez bu dönemlerde telaffuz edilmeye başlanmıştır. Birleşmiş Milletler Teşkilatı çerçevesinde kabul edilen İnsan Hakları Beyannamesi’nde hukuki-siyasal çerçevede kalan sivil hakların yanı sıra ikinci kuşak haklar olarak kabul edilen sosyal ve ekonomik hakların da insanların onurlu bir yaşam sürmesi için zorunlu olduğunu vurgulanmış ve bunları sağlamanın devletin görevi olduğu açıkça ifade edilmiştir. İnsan Hakları Beyannamesi ve daha sonra gündeme gelen Avrupa Şartı gibi insan hakları belgelerinde, “onurlu yaşam hakkı” insanın biyolojik varlığını idame ettirme hakkının çok ötesinde kendini ifade edebilme, yaratıcılığını geliştirme ve gerçekleştirme, hoş ortamlarda yaşamını sürdürme hakkı olarak tanımlanmaya başlanmıştır.
Küreselleşme ve yoksulluğun kronikleşmesi
Ancak, 1970’li yıllarla birlikte kapitalizm yeni bir krize girmiştir. 1929 krizinde talep eksikliği krizin nedeni olarak görülüp, çalışanlar başta olmak üzere tüm yurttaşların sosyal güvence altına alınması yoluna gidilmişken; bu kez yüksek ücretler ve geniş sosyal güvenceler krizin baş sorumlusu olarak görüldüğü için, ücreti baskılamaya ve sosyal güvenceleri minimum düzeye çekmeye dayalı neo-liberal politikalar çare olarak görülmüştür. Teknolojik gelişmenin vardığı düzeyin kaçınılmaz bir sonucu olarak sunularak ve “bilgi toplumu”, “küreselleşme” vb. gibi olumlu ya da nötr isimler verilerek meşrulaştırılmaya çalışılan bu yeni sürecin, kuşkusuz teknolojik olanakların genişlemesiyle de bağlantısı olmakla birlikte, temelde sınıfsal bir tercih olduğu perdelenmek istenmiştir.
Sonuç olarak kapitalizm mevcut krizini, sanayi başta olmak üzere genel olarak üretimden kaçışı derinleştirerek, hizmet sektörünü ve tüketimi, çok daha önemlisi de finansallaşmayı artırarak çözmeye çalıştı. Bu koşullarda da orta ve üst sınıflar dışında kalan kesimler, kapitalist pazarın büyük ölçüde dışına, bir başka açıdan ifade edecek olursak, kronikleşmiş bir yoksulluğun içine itildiler. Küreselleşme süreciyle birlikte zaten son derece sınırlı kalan üretici faaliyetlerin yarattığı istihdam biçimleri de yoksulluğun önlenmesine yol açmamaktadır. Çünkü fason üretimin yaygınlaşması, taşeron sisteminin kullanılması, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması vb. gibi değişimler istihdam alanında kayıt dışı, düşük ücretle ve güvencesiz çalışmayı artırmıştır. Bu uygulamaların sonucu da yoksulluğun azalması değil kronikleşmesi olmuştur. Öte yandan, sosyal devletin tasfiyesi ile birlikte eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut gibi temel gereksinimlere ulaşmada önemli sıkıntılar yaşanmaya başlamıştır. Böylece yoksulluk ve güvencesizlik, insanlığın çok büyük bir bölümü için 18. ve 19. yüzyıla benzer biçimde tekrar yaşamsal bir tehdit haline gelmiştir.*
Küreselleşme ve kentler
Küreselleşme ile kentler ulusal bir ekonominin organik bir parçası olarak değil tekil birimler olarak önem ve değer kazanmaya başladılar. Hizmet sektörünü geliştirerek tüketim olanaklarını yaygınlaştıran ya da kar bulabileceği alanlar arasında sürekli hareket halinde olan finansal sermaye için cazip duruma gelebilen kentler “dünya kentleri” olarak varlıkları sürdürme ve hatta yer yer geliştirme olanaklarına sahip olabildiler.
Küresel sistem içinde kentler açısından ayakta kalabilmenin diğer yolu da, üretici bazı sektörleri kendine çekebilmek için hem az sayıda nitelikli işgücüne hem de yaygın bir ucuz işgücüne sahip olabilmeleriydi. Bu kentlerde de taşeronlaşma, fasonlaşma, kayıt dışılık çok yaygın bir nitelik kazandı. Bu gelişmede kentin üst ve orta tabakalarının ve nitelikli işgücünü oluşturan çok az sayıdaki insanın dışındaki çok geniş bir kesimin yoksulluklarının artışına yol açtı. Bu iki alanda da tutunmayı başaramayan kentler açısından ise kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi tablo çok daha karanlık oldu. Ücretli çalışma ve sosyal güvenceler en başta ve en fazla kentlerde yaşayanların sorunu olduğu için, kürselleşmenin bu alanlardaki olumsuz sonuçlarından en fazla etkilenende kentler oldu. Kentler yoksullaşmanın ve dışlanmanın temel merkezleri haline geldiler…
Yoksulluğun önlenmesi, azaltılması, yönetilmesi ve dışlanma kavramları Yoksulluğun önlenmesi kavramı, zaman zaman uluslararası metinlerde de geçmiş olmakla birlikte, sistemin yeniden üretimi açısından daima yedek işgücü ordusuna gereksinim duyan kapitalizm koşullarında olanaklı olmayan bir içeriği tanımlamaktadır. Kapitalizm koşullarında bugüne kadar yoksulluk konusunda iki eğilim hakim olmuştur. Sosyal devletin hakim olduğu dönemlerde vatandaşlara talep artırıcı unsurlar olarak bakıldığı için iş ve gelir düzeylerinde iyileşmeler olmuş, işsiz kalan insanlar ise etkin bir sosyal güvenlik mekanizmasıyla desteklenmiştir. Bu dönemde hakim olanın yoksulluğun azaltılması anlayışı olduğunu söylemek olanaklıdır. Gerek sosyal devlet uygulamalarından önce gerekse de küreselleşmenin ilk süreçlerinde hakim olan anlayış ise, yoksulluğun yönetilmesidir. Yoksulluğun yönetilmesi, yoksulluğu azaltma gayretinin olmadığı ama yoksulların sistemin başına dert olmaması için bazı politikaların geliştirilmesi gerektiğinin kabul edildiği bir yaklaşımdır. Sosyal devletin tasfiyesinin yarattığı boşluğun ardından bir çok ülkede ve bu arada ülkemizde de, kavramın içini de boşaltan bir şekilde “sosyal belediyecilik” adıyla yerel yönetimlerin düzensiz, kuralsız ve şarta bağlı yardımlar yapmasının yasal bir zorunluluk haline getirilmiş olması, yoksulluğu azaltmaya değil de yönetmeye çalışan anlayışın en net uygulamalarından biri olmuştur. Yine yoksula yardım alanının dinsel içerikli kurumlar başta olmak üzere gönüllü kuruluşlara devredilmesi de aynı anlayışın bir başka dışa vurumudur. Bu uygulamalarla yoksulun durumunda “onurlu insan yaşamı”na ulaşmak açısından hiçbir ciddi ilerleme olmadığı, yani yoksulluk aynı ya da benzer ağırlıkta bir sorun olmaya devam ettiği halde, yoksullar var olan yardımdan mahrum olmamak için seslerini çıkaramaz, “onurlu-insanca yaşam” talebini seslendiremez hale getirilirler… Ama küreselleşme sürecinin amentüsü olan neo-liberal ekonomi politikaların içeriğine baktığımızda bu dönemin yoksullara ilişkin temel yaklaşımının yoksulluğu yönetmekten ziyade dışlama olduğu rahatlıkla görülebilir. Üretici ekonominin zayıflaması ve ekonominin finansallaşması süreciyle birlikte yoksul kesimlerin önemli bir bölümüne artık yedek işgücü ordusu olarak da gereksinim azalmakta, neo-liberal anlayış tarafından adeta yok edilmesi gereken bir “parazit” muamelesi gören bu kesimlere yapılan yardımların kaldırılması gündeme getirilmekte ve uygulanır olmaktadır. Bu gelişmelerin sonunda ilk başta farklı etnik ya da dini kesimlere sahip olanları olmak üzere bu kesimler hem işgücü pazarından hem de sosyal ve kültürel alanlardan dışlanmaktadır.
Geniş toplumsal kesimlerin yoksullaştırıldığı, dolayısıyla talep unsuru olmaktan çıkarıldığı küreselleşme sürecinin sürdürülemez olduğu son on yıldır yaşanan gelişmelerle çok daha açık biçimde görülmeye başlandı.Küreselleşme sürecinde yalnızca ülkeler ve kentler arasında değil ülkelerin ve kentlerin kendi içinde de eşitsizlik son derece derinleşmişti. Fakat son dönemde küreselleşmenin nemalarını en fazla yaşayan ülke ve kentlerin içinde de küreselleşmenin yarattığı sorunlar derin bir kriz öğesine dönüşmeye başladı. ABD, Avrupa ülkeleri gibi gelişkin kapitalist ülkelerde de küreselleşmenin yol açtığı ekonomik ve toplumsal ahrazlar kendini açık biçimde ortaya koymaya başlayınca sosyal devletin bazı kurum ve uygulamalarına yeniden dönülmesi yolunda tartışmalar ve hatta uygulamalar görülmeye başlandı. Bu durum sol-toplumcu politikaların yeniden güncelleşmesi için uygun bir siyasal ortamın oluşmasına da zemin hazırlamaktadır.
Türkiye’de bu alan “sol” yerel yönetimlerce ihmal edildi
Türkiye genel ve yerel siyasetinin son 30 yılı iki önemli unsur tarafından şekillendirildi. Bu unsurlardan birincisi dünya üzerinde hegemonya kurun neo liberalizmin Türkiye siyasetindeki etkileridir; ikincisi ise siyasal İslamcılığın yükselişi… Bu iki faktörün ayrılan yanları kadar birbiriyle güçlü bağlantılı noktaları da vardır…
Türkiye’deki genel sol hareketin seyrini de bu iki unsurun, en başta da siyasal İslamcı yükselişin yarattığı baskıdan ayrı düşünmek, anlayabilmek olanaksız… Bu tarihten sonra siyasal önceliğini siyasal İslamcı gelişmeyi dizginlemek, bu gelişmenin doğurabileceği siyasal, toplumsal, kültürel ve rejimsel sorunları önlemek amacı üzerinde oluşturdu. Bu bir anlamda anlaşılır bir durumdur.
Ne var ki, bu doğru politik hat ancak ve yanı sıra neo liberalizmin yarattığı büyük toplumsal yoksullaşma ve tahribata karşı da etkili politikalar geliştirmekle başarılı olabilirdi. Üstelik siyasal İslamcı AKP iktidarının bir başka temel özelliğinin yoksullaştırıcı neo liberal politikaların en kararlı ve acımasız uygulayıcısı olduğunu düşünürsek, bu çok daha kaçınılmaz bir görevdi.
Geçtiğimiz 30 yıla sol politika açısından baktığımızda genelde ve yerelde neo liberalizme karşı emek eksenli sınıfsal politika ayağının çok zayıf kaldığını görürüz. Solun geleneksel tabanı emekçiler, kent yoksulları ve demokratik orta sınıflardan oluşmaktaydı. Neo liberalizmin yoksullaştırıcı yönüne karşı etkili bir muhalefet yürütülememesi emekçi ve yoksullar nezdinde solun yalnızca laiklik ve cumhuriyet diyen bir akım biçiminde algılanmasına neden oldu.
Bu tablo bir başka açıdan bakınca neo liberalizmin ideolojik amentüsü olan post modern tahayyüle uygun bir siyasal alanın oluşmasını da kolaylaştırdı. Yani siyasal alan, kimlikler üzerinden/kültürler üzerinden yapılan bir siyasete teslim olmuş oldu. Böylece üretim ve bölüşüm temeli üzerinde şekillenen, sosyal politikanın öncelikli yer bulduğu bir siyasal zeminden kültürel/kimliksel temele dayalı bir siyaset zeminine geçilmiş oldu. Siyasetin kimlik ve kültür eksenine kayması ise doğal olarak sol/sosyal demokrat siyasetin irtifa kaybetmesi ve dini/etnik kimliksel siyasetin önünün açılması sonucunu doğurdu.
Hal böyle olunca, kentin yoksullarıyla sol arasındaki geleneksel bağ zayıfladı. Çok daha önemlisi AKP iktidarının yoksulluğu siyaseten kullanması/yönetmesi için alan açılmış oldu. Yoksulluğu bizzat büyüten AKP iktidarı ironik biçimde yarattığı yoksulluk nedeniyle siyasal güç kaybedeceğine güç devşirdi. Cemaatler, vakıflar, belediyeler ve sonra merkezi iktidar üzerinden kırıntı düzeyinde sosyal yardım politikaları uygulayarak bu kesimleri siyaseten istismar etmeyi önemli ölçüde başardı.
Yoksulların bu yardımlar nedeniyle AKP iktidarının destek gücüne dönüşmesi, nispeten düzenli bir işe ve daha iyi bir gelire sahip olan kentli laik taban ile yoksul kesimler arasındaki manevi bağları da zayıflattı. Daha ötesi yoksul ve muhtaç toplumsal tabakaların laik taban tarafından aşağılayıcı bir biçimde “sadakacı”, “makarnacı”, “bedavacı”, “kömürcü”, “cahil” vb. olarak nitelenmeye başlanması, bu manevi kopuşu daha da derinleştirdi. İİşin çok daha trajik yönü ise şudur: Aslında AKP’nin uyguladığı yardım politikalarının yasal altyapısı Ecevit başbakanlığı döneminde oluşturulmuştu. Yani AKP bu sosyal yardım düzenlemesinin mimarı olmadığı gibi önünde hazır bulduğu düzenlemeleri üstüne üstük tıraşlayarak uygulamaktaydı.
Yaşanan bu gelişmeler açık biçimde göstermektedir ki, siyaseti kimlik eksenine taşıyan ve yoksulluğu yöneten/istismar eden siyasal İslamcılık, salt laiklik/cumhuriyet ekseninde bir siyasetle etkisizleştirilemez. Bu, ancak yoksulluğu önlemeye yönelik sol politikaların öne çıkarılmasıyla olanaklıdır. Dün solun/sosyal demokrasinin kalesi olan fabrikalar ve varoşlar AKP’nin elinden alınarak yeniden solun kalesi haline getirilmek durumundadır. Sosyal demokrasinin doğasının yanı sıra güncel siyasal ihtiyaçlar da böyle bir atılımı zorunlu kılmaktadır.
Bu alandaki başarı laiklik ve cumhuriyeti koruma ve derinleştirme açısından da büyük yararlar sağlayacaktır. Cumhuriyetçi politikanın halkçı ve devrimci içeriğini güçlendirecek, çok daha bütünsel ve etkili kılacaktır. Savunmacı bir Cumhuriyetçi politikadan aktif bir cumhuriyetçi politikaya geçişi olanaklı kılacaktır.
Sol, rant ekonomisi yerine üretimci ekonomiyi, bireysel çıkar yerine kamu çıkarını, gelir dağılımı eşitsizliği yerine adaletli bölüşümü savunan, yoksullar başta toplumun tüm dezavantajlı kesimlerini önceleyen bir politik hattın adıdır.
Bu politikayı elbette iktidar olduğu zamanlarda ve yerlerde somutlayabilecektir. Bugün bu açıdan bu anlayışı uygulama/somutlama sorumluluğu yerel yöneticilerdedir. Bu açıdan yerel yönetimlerin çok önemli bir rolü vardır. Solun sosyal politika alanında dillendirdiği, vaat ettiği bölüşümcü ve yoksulları destekleyici politikaların geniş kitleler nezdinde inandırıcı ve güvenilir bulunması, solun yerel yönetimler alanında bu tür politikaları örnek nitelikte hayata geçirmesiyle olanaklıdır.
Sol iddialı yerel yönetimler gerek doğrudan yardım (Halk Kart, giysi, gıda, ev eşyası, eğitim vb. yardımları) alanında, gerekse yoksulluğun yaygın olduğu bölgelere özel önem vermek gibi hizmet önceliği alanlarında ve gerekse kentsel sanayiyi, tarımı, turizmi vb. geliştirmeye ve kentsel istihdamı büyütmeye yönelik doğrudan yoksulluğu azaltıcı/önleyici politikalar alanında alternatif olduklarını kanıtlamak zorundadırlar.
Unutamamak gerekir ki genel iktidara giden yol yerel iktidardaki politik başarılardan geçer. AKP bu yolla iktidara gelmiştir ve aynı yolla iktidardan gönderilebilir.
Neler yapılmalı?
1- Öncelikle yerel planda üretimi ve istihdamı destekleyici bir bölgesel kalkınma planı uygular. Üretimden pazarlamaya uzanan kooperatif tarzı örgütlenmelere öncülük eder.
2- Kentsel tarım faaliyetlerini destekleyerek kırlık alanlardan kente göçü önlerken kentlilerin ucuz ve sağlıklı beslenmesini güvence altına almaya çalışır…
3- Toplumda zayıf durumda olan yoksullar, özürlüler, yetim çocuklar, sahipsiz yaşlılar vb. gibi kesimler için destekleyici politikalar uygular,
4- Yoksul kesimlerin yaşadığı bölgelere öncelik veren bölgesel kalkınma planlarına dayalı o bölgenin teknik ve sosyal donatı olanaklarını iyileştirmeyi hedefleyen insancıl kentsel yenilenme çalışmaları yürütür;
5- Yoksulluğun mekansal olarak ortaya çıkan ve paylaşılan bir olumsuzluk olduğu gerçeğinden hareketle yoksul bölgeleri değişik örgütlenmeler altında birleştirerek hem ekonomik üretkenlik sürecine dahil etmeye çalışır hem de bu örgütlenmeleri neo-liberal yoksullaştırıcı uygulamalara karşı direnç örgütleyen ve üretimci-paylaşımcı toplumsal talepleri dillendiren yapılanmalar haline getirmeyi amaçlar…
*Freeman ve Kagarlitsky, son yüzyılda zengin ve yoksullar arasındaki uçurumun artan grafiğini şu şekilde ortaya koymaktadır;
“Yirminci yüzyılın başlarında (klasik emperyalizmin en tepe noktasına ulaştığı zamanlar), kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasılada en zengin ile en yoksul ülke arasındaki fark 22’ye 1’di. 1970 yılına gelindiğinde ise bu fark 88’e 1 olmuştur. 2000 yılına gelindiğinde ise -yani piyasa, tarihteki en geniş sınırlarına ulaştığında- aradaki fark 267’ye 1’e çıkmıştır. Bu sürecin, piyasanın kendisinden başka bir kaynağının olması düşünülemez” (Freeman ve Kagarlitsky, 2008: 19).
- Kent yoksulluğu, “Onurlu Yaşam Hakkı” ve Belediyecilik - 20 Mart 2024
- Yerel seçim öncesinde bir kent rüyası - 22 Şubat 2024
- Kentler Kimindir? Ya da Kent Hakkı Nedir? - 1 Şubat 2024