Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (1)

başlarken…

“Sağlıkta Çöküş” tartışmalarının yeniden alevlendiği geçtiğimiz birkaç gün içinde (bu tartışmaların birkaç haftada bir alevlendiğini ve artık bu durumun ve buna yönelik tekrarlayan tartışmaların kanıksandığını unutmayalım; özetle her mevzuda olduğu gibi bir deja-vû hali…) bir sağlık sorunu nedeniyle yaşadığım birkaç günlük hastane deneyimim yıllar öncesini anımsattı; işte yıllar öncesinden 2 Nisan 2003 tarihinde günlüğüme yazdıklarımdan birkaç sayfa (“Günlük” kitap boyutuna eriştiğinde, 2006 yılında “Tıbbıye-i Şahane’de 20 Yıl” başlığı ile Sorun Yayınları tarafından yayınlanmıştır.) 

günlüğümden

“2 Nisan 2003

Melodilerimi saklıyorum, kendimi korumak için. İçimde çalıyorlar.

Takıntılarımı bilinç düzeyine çıkarıp saplantıya dönüştürüyorum. Onlar benim fetişim. Ne doğru ne yanlış. Bir fetiş sadece beraber yaşamaktan zevk aldığım. Her duyduğumda yüreğimi burkan müzik tümcelerini önce kendi ıslığımdan duymak. Ardından duyulmasından korkarak saklamak. Hastanenin koridorlarını “arşınlarken” onları saklamanın daha uygun olacağını düşünüyorum. Doğru anlaşılmamak söz konusu, neme lazım? Geçen hafta benimle olan arkadaşlığının “yükselmesine” engel olacağını düşündüğü için sessizce yolunu ayıran eski bir “dost” ile ansızın karşılaştığımda, ancak onun mekânı olduğu için sürpriz sayılmamalı, çığlığa dönüşmek için can atan melodilerimle mücadele etmenin şaşkınlığı içindeydim. Kısa bir selamlaşma, ardından rutin hal hatır sormalar. Ve akla düşen soru ardından; “geride kalan ne?” İlginç olan şu ki sorunun yanıtını vermek bir yana cismi bile unutulmuştu, hastane sınırları aşıldığında ve şaşırtıcı olan şu ki bir haftanın ardından hastaneye döndüğümde zorunlu olarak “soru da” bıraktığım yerde otluyordu. 

Görmekten korkarak, hızla koridorları aşıp özel hastaların özelliğini dillendiren marka parfümlerinin kokularını es geçip kliniğe vardığımda karşılaştığım boşluğa -o an boşluk zannettiğim hiçliğe- sevinmemek ne mümkün.

Ben ve diğer hastalar, avamlar-sıradanlar-alttakiler sabırla beklemekte.

Genç oğluyla bir baba, oğlan az sonra yapılacak testin tedirginliğinde, huzursuz kaçamak bakışlarla beni gözlüyor. Aynı koridorda olmanın getirdiği aynı hastalığı paylaşma duygusunun rahatlatıcı etkisini arıyor sanki. Yüzüne bakınca gözlerini kaçırıyor, bakmadan baktığını görüyorum. Baktığını bildiğimi anlayınca utanıyor. Neden utanıyor? Hastalığından; hastalığı ne? Bilmiyorum. Utandığı anlaşılıyor, utandığını anlıyorum. Babasının kulağına eğilip bir şeyler fısıldıyor. Duymuyorum. Babası başını sallıyor, tuttuğu “memur sevk kâğıtları” elinin titremesini açığa çıkarıyor. Diğer elini, ha söküldüm ha sökülmedim, ha eridim ha erimedim oynayan pantolonunun cebine saklıyor. Elleri ve yüzleri gizlemeye çalıştıkları biçare yoksulluklarını açığa vuruyor. En çok da gözleri.

Gözleri.

Gözleri okunuyor oğlanın, “bu genç yaşta” hastane koridorlarında “sürünmenin” acısı okunuyor. Kim bilir belki de soyunmak zorunda kalınca gizlemeye çalıştığı yoksulluğunun çamaşırlarıyla ortalığa döküleceğinden utanıyor. Belki de bu koridorlara, başka koridorlara, nice koridorlara dökülen paraların bir daha hiç yerine konmayacağının konamayacağının ayrımına varıp acıyor kendine, elli senelik ömründe elli bin senelik ömür yükü taşımış emekçi babasına, evde iyi bir haber bekleyen anasına.

Bekleyen.

Aç.

Diğerlerine ve yaşamına acıyor. Yaşama. Yoksa niçin durup durup ağlasın daha on sekizinde bile olmayan bu genç boş duvarlara bakarak, gözyaşlarını bu koridorlarda bırakmaktan korkarak.

Ne bir eksik ne bir fazla!

Büyük bir gürültüyle geçiyor “baş” hemşire, yegâne ve zavallı kasıntı hava aracı sabolarının sesi acımasızca çınlıyor koridorda, ne var ki kirlenmiş çoraplarını gizleyemiyor. Ne gam? Gece ve gündüz bu loş koridorların hâkimi olmuş ya. Hastalarla göz göze gelmemeye özel bir özen gösteriyor. Oysa hasta, sese yüklenmiş çarelerin peşinde. Hemşire; başhemşire bu fildişi kulede mülk sahibi, hastanın gözlerinden ona ne, onun görevimi gözleri okumak? Köşeyi dönüp kayboluyor. Kayboluyor. İyi ki kayboluyor.

Sinir oluyorum.

Öykümü bozuyor. 

Diğer uçtan yeni oyuncular giriyor sahneye, önde orta yaşlı bir adam. Başı eğik, ülkemdeki hastaların çoğu gibi. Sessizce yanıma oturuyor. Arkasında gelenler koridorun diğer ucundaki “asistan doktor” odasına giriyorlar. Kapıyı kilitliyorlar hemen, bütün kapıların kilitli olmasına azami özen gösteriliyor ülkemde.

Mardin Devlet Hastanesi

Kilit sesi ile uyanan adam başını kaldırıp önce “geçmiş olsun” diyor gencin babasına ve beklemeden ekliyor: “bir senedir buralara gelip gidiyorum… Fayda yok…” kısa bir duraklamayı belli ki cesaretini toplamak için yapıyor. Cesaretini toplamalı ki sorusunu sorabilmeli ve gelecek yanıta katlanabilmeli: “özel muayeneden mi giriş yapsam acaba?” Dudaklarını mimikleriyle birleştirerek “bilmem” diyor adam, genç önüne bakıyor.  Aynı soruyu sormak için bana dönüyor yüzünü, beklemeden “bu hastane, bu koridorlar, bu odalar senin paranla senin emeğinle yapıldı” diyorum. Elleriyle “boş ver” diyor.

“Geç bunları!”

Sırada bekleyenlerin sayısı artıyor. Genç bir kadın adamın sorusunun yanıtlarına ve tüm yanıtların sonuçlarını alabildiğine ilgili gözüküyor. Konuşmuyor. Gözlerinden önce özel muayenehaneden geçmiş olmanın, geçebilmiş olmanın, oralardan geçerek buralara gelebilmiş olmanın gönenci okunuyor, sonra eşitler arasında olmanın burukluğunu duyuyor. Yaşadığı burukluk onu özel muayenehanenin bekleme salonuna götürüyor. Sürekli para hesabı yaptığını anımsıyor. Gizlice duvarları gözetlediğini ve duvarlarda vizite ücretini gösteren tabela arayıp bulamadığını anımsıyor. Çıkan bir hasta olsa da fırsat bulup sorsam” diye düşünürken bir hastanın sekretere verdiği parayı göz ucuyla izliyor. “Doksan milyon mu?” Emin olun sevgili ve sağlıklı okurlar yüreğinin atışları yüzde elli oranında artıyor. Yetmiş olabileceği umuduyla rahatlamaya çalışıyor. Aylık kazancı taş çatlasa dört yüz milyon, “umarım ellidir” diyor içinden, elli ile doksanı olay yerine uzak bile olsa,  karıştırmasının imkânsız olduğunu biliyor. Birden sekreterin kendisini izlediğinin farkına varıyor, gözlerini yerdeki kilimlerde, köşelere özenle yerleştirilmiş geniş yapraklı bitkilerde, “biz hepimiz, her şey bütünüyle yüceltilmiş bir kitsch’in öznesiyiz” diye haykıran duvardaki röprodüksiyon tablolarda dolaştırmaya çalışıyor. Olmuyor. Doksan diyor sekreter; parmaklarıyla gösterdiği dokuzun anlamı bu olsa gerek. Umutları kırılıyor, artan yirmi ya da kırk milyonla yapabileceklerine ilişkin düşlerini erteliyor. Sabırla sırasını beklemeye kaldığı yerden, bırakıldığı yerden devam ederken sekreterle bir kez daha göz göze geliyor. Sekreterin asgari ücretle çalışıp kendisinden -belki de- daha az parayla yaşama mücadelesini verdiğini düşünüyor. Bu karşılaştırmadan mutlu olması mı gerekiyor. Bilmiyor.

Kısa bir an için ferahlatıcı bahar esintisi gibi duyduğu.

Mutluluk değilse bile bir üstünlük duygusu kısa bir süre sonra çökmeye mahkûm.

Sekreter doksan milyonu patronu hesabına çekmeceye yerleştirirken neler duyabilir? Her gün aralıksız on saatini sağlık alınıp sağlık satılan bu kârhanede harcıyor, hastalıkta ya da sağlıkta fark etmiyor. Patronu -“doktor bey”- yarım saat içinde kazandığı paranın üç katını bir aylık emeğinin karşılığı olarak görüyor. Ve ara sıra içeriden bir tost yemesine bir-iki fincan kahve içmesine göz yumuyor.

İyi bir insan patronu; “pardon doktor bey”. Aylık alışverişlerinde kendisi içinde sepete makarna, tavuk, gofret vs. atmayı ihmal etmiyor. Tavuk, patronun elindeki büyük, çok büyük bir torbanın içinde ertesi gün sekretere sunulan bir lütfe dönüşecek. İşten çıkıp ta aç, aç evine doğru yollanırken elinde patronundan kendisine armağan; ağlar sekreter. Hiç bir şey yapamayan insanlar bu durumda ağlayabilir, açlığının hıncını patronundan çıkarmayı düşünmez.

“Evlerine ayda bir kilo et girmez, bulunca yemeli” diye düşünüyor patronu, onun ve diğer tüm yoksulların adına düşünüyor. Az buz iyilik değil canım! “Açlık kötü bir şey.” “Sekreter komşularına çalıştığı muayenehaneden ve patronundan söz ederken ‘iyi adamdır’ diyordur mutlaka” diye düşünürken kadına sırasının geldiği hatırlatılıyor.

Şimdi burada sıra beklemeden öncelikli olarak içeri girecek. Muayenehanenin kısıtlı olanaklarında tamamlanması olanaksız tanı ve tedavi sürecine hastanede devam edilecek. Ayrıcalığı, zavallılığının katmerleşmesi sonucu kazanılıyor. Zavallı hastalar; zavallılıklarının nicelikleriyle ayrıcalık savaşında yaşamda kalmaya çalışıyorlar.

Ha bir eksik ha bir fazla!

Düşler ve kırıklıklarla birlikte melodileri bölüyor asistan doktor odasının boşalması. Sanki biz orada yokmuşuz gibi davranmaya büyük özen gösteren genç doktorlarımız odalarını boşaltarak “ikindi” mesailerine başlıyorlar. Belki de gerçekten yokuz biz, öyle olmasını istiyoruz; yani varmışız gibi davranılmasını! “Varız” diye haykıracak eğitimden, bilgi ve cesaretten yoksunuz. Yoksunsak yokuz.

Yoksulsak.

Patron, hoca ya da doktor geliyor vakur adımlarla, yanında dev bir etiket gibi duran tosuncuk nevinden bir reprezant, “yaza karşıdaki binaya taşınınca bu odaları da özel hasta odasına dönüştüreceğiz” diyor odasına girerken. Genç heyecanlanıyor, babası ise bekleme sürecine göre daha umutsuz görünüyor, adam bilmezliğin telaşında, genç kadın şaşkın tanınmamış olabilir mi, bunu düşünüyor, biraz da kırılmış mı ne? Ben ise sıralamamı yapamadım henüz; “doktor olarak.” Kapıyı kapatıyorlar seslerini bile esirgemek istercesine; bizi insancıl kaosumuzla baş başa bırakarak kaybolup gidiyorlar.

Yoksa gerçekten orada değil miyiz biz?”

“20 Nisan 2003

Daha önce de söylediğim gibi…

Yaşayarak öğreniyorum… Tekrar tekrar.

Yaşadıklarım ve gördüklerim, öğrenmelerimin sonunda yaptığım genellemelerin doğruluğunun ve haklılığımın yeniden onaylanmasından başka bir şey ifade etmiyor.

Hastanede sıramı bekliyorum. Hasta sırası değil; bir hekim olarak (!) hasta sırası beklememek için erkenden hastaneye koşup ilk sıraya adımı yazdırıyorum, sırada zamanı bekliyorum. Manzaralı lobide gri Ankara’yı ve amaçsızca ortalıkta geziniyormuş gibi görünen hastalarla, orada bulunmaları yeryüzü için büyük bir lütufmuşçasına dolanan doktorları izliyorum. Zaman, duyduklarımın ve gördüklerimin ağırlığında alabildiğine hızlı geçiyor. Yüzüne, elinden geldiğince, tüm sevimlilik maskesini takmış hasta, mandibulasıyla sternumu arasındaki açı yüz yirmi derece olan genç bir doktora yaklaşarak durumunu soruyor. “Daha sonuçlar gelmedi ama kötü olma olasılığı yüksek” diyor genç doktorumuz duruşunu bozmadan, hasta donup kalıyor, doktor dediğimiz gibi çoktan donuk.

Bir anlığına üçümüz için zaman donuyor. Çözülmenin ardından doktor bir “kötülüğü” çok önceden bilmiş olma olasılığının kendisine kazandıracağı çeşitli payeleri düşleyerek sahnedeki yerini boşluğa bırakıyor. Boşalan yeri, çapulcu faşistlere iş alanı yaratan özelleştirmelerin sonucu olarak hastaneye kapak atmış temizlik ekipmanının almasına kadar hastanın “çözülmesi” uzuyor.

Şimdi kafası karışık onun; “kötü” onun için kanseri, kanser ise acılar içinde trajik bir ölümü tanımlıyor. Doktorun yanılmış olmasını diliyor içinden, doktor nasıl yanılmamış olmayı diliyor ve bundan bir kazanç umuyorsa; hasta, yaşamı kazanmayı umuyor. Daha çok yaşayacak şeyi olduğunu düşünüyor. Oğlu okulu bitirebilecek mi, ya karısı kendisinden sonra geride kalan üç kuruşluk emekli maaşıyla nasıl geçinebilecek? Kendisine ait sorularla dolu kafası ancak toplumuna ait bir soru barındırıyormuş gibi de gözükmüyor. Oysa böyle bir soru olabilseydi kafasında… Örneğin doktorunu sorgulayabilseydi! Soru soracak cesareti olabilseydi… Sorusuz kayboluyor ortalıktan hasta, tıpkı “kötü bir şey çıkarsa” kaybolacağı gibi. Genç ve mağrur doktorumuz yeniden sahnede, bir kurban arıyor sanki kendisine. Az sonra çoğalıyorlar artık kanıksadığımız tarzlarıyla kliniklere dağılırken, şekillerinden şemaillerinden alfabelerinden tenlerinden tıbbiyedeki kast yapısının zedelendiğini görüyorsunuz. TUS’un Türkiye tıbbına belki de tek hizmeti bu? Değerli mason ve ulusalcı hocalarımızın elitist-torpilist seçiciliğine bir darbe vuruyor. Ancak kuşkunuz olmasın “torpil” olgusu şekil ve yöntem değiştirmesine rağmen tüm hızıyla devrede, hocalarımızın çeşitli yollardan değerli hekim adaylarını (!) kliniklerine aldıkları rivayet değil gerçektir.

Diğer taraftan sivil faşist örgütlenmenin sınav sorularını pazarlayarak daha karaciğerin yerini bilmeyen doktorlarını uzmanlık kadrolarına yerleştirmeleri de rivayet konusu olabiliyor! Aradan sıyrılanlar daha doğrusu ezberi kuvvetli olanlarda çoğu kez hasta ile hiç karşılaşmadan sınavı kazanıp uzman kadrolarını dolduruyor, bu da sınava meşruiyet kazandıran ve “diğerlerini” haklılaştıran tek önemli unsur. Ancak bu düzenek hasta hekim ve tıp/bilim ilişkisindeki tüm insani unsurların da gün geçtikçe körelmesinin, kötüleşmesinin önemli nedenlerinden birisini oluşturuyor.”

“27 Şubat 2004

Örnek olsun diye söylüyorum; gün “kolesistektomi günü” olabilir. Hastalar yavaşça hareket eden uzun bir bandın üzerinde sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar, anesteziyi dayayan hekimin ardından bekleme süresi ve uyuma bir diğeri tarafından kontrol ediliyor ve verilen onayın ardından ilerleyen bant hastayı genel cerrahın önüne götürüyor, biri keserken, ardından gelen diğeri operasyonu tamamlıyor, temizlik ve dikiş işleri için kuşkusuz daha az tecrübeli olan bant başında sırasını bekliyor. Hastayı uyandırma görevi için hemşire eğitilmiş, taşıma ise hasta bakıcının görevi.

Bant durmaksızın akıyor, iş sahipleri önlerinden geçen her hastada çoğu kez insanı değil bir metayı görüyor. Meta onların gelirlerini belirleyen özelliklere sahip, uzmanlıkları, bu özelliklerin niteliğini ve niceliğini erk alanı içinde doğru tanımlayabildikleri gibi bir anlam içeriyor. Ve birçoğu önüne gelen hastayı muayenehanesinde görüp görmediğini merak ediyor.

Kapıda telaşla bekleyen insanlar (=hasta yakınları), bir taraftan metalaşma sürecinin tanımlayamadıkları sıkıntısı içinde anksiyeteleri ile yoğrulurken, diğer taraftan da bant sisteminde üretilen ürünlerin (=hastalarının) şanslarının yaver gitmiş olmasına dua etmekten başka bir şey yapamamanın çaresizliklerini yaşıyorlar.

Çaresizlikleri ile dua etme eylemlerinin aynı nedensellik sorgusu içinde değerlendirilmesi gerektiğini bilemedikleri için, o kadar aptallaştırıldıkları ve bir o kadar cahilleştirildikleri için, şu anki konumlarıyla metalaşma sürecinde bir unsur olduklarının farkında bile değiller. Şu anki konumları, soğuk ve pis bir merdiven başına açılan ameliyathane kapısında “içerideki” hastalarının ölü mü, sağ mı olduğunu bilemeden bekleme durumunda olmaları şeklinde özetlenebilir. Ne yazık ki bir an için de olsa “içerdekinden” daha şanslı olduklarını düşünmeleri onların insan olarak dünyaya gelmiş olmalarıyla alabildiğine çelişiyor.

Kapı açılıyor, meraklı gözler sedye üzerindeki yarı baygın hastanın sahibi olabilme umuduyla ötelere uzanıyor. Her şans oyunundaki gibi yalnızca biri kazanıyor ve diğerleri kaldığı yerden, bırakıldıkları yerden beklemeye devam ediyor. Henüz bir ölümle karşılaşmamış olmaktan dolayı tüm yakınlar mutlu ve aralarındaki “bağ” güçlü gibi görünüyor.

“Kendini sağ-sağlıklı saymanın” bir görecelilik durumu olduğunun ayrımına varıyorum, öyle ki kapıdan hastası çıkan “yakınlar” oluşan bağın sanallığını kanıtlarcasına, geriye hiç bakmadan çekip gidiyorlar. Ameliyathane kapılarının, tıpkı acil servis önlerinde olduğu gibi ancak bir ölümün ardından insancıl sağlığına kavuşacağını düşünüyorum.

Ve hastayı beklemektense, hastane koridorlarında yeniden biçimlendirilmiş ve satın alınmış “sağlığı” gözlemlemenin daha az yıpratıcı olacağını umarak üst kata çıkıyorum. Uzaklaşmamda aşağılardan gelen ağlama seslerinin etkisi var mı, bilemiyorum. Bildiğim, ölümlere değil ölü yakınlarına dayanabilme gücümün olmayışı ve işte bu nedenle söylenenlerin ya da sanılanların tersine iyi bir hekim olduğumu düşünüyorum.

Her zaman ölülerin ve ölümlerin geride kalanlara yaşıyor olmalarını anımsatmaları dışında, diğer birçok şeyle birlikte yaşama ait sorumluluklarını da anımsattıklarını düşünmüşümdür.

Ağlamaların sebebi biraz olsun bu olabilir mi?

Dediğim gibi “biraz olsun” böyle olmasını diliyorum, yoksa geriye koca bir bencillik kalıyor, bencilliklerin en insani olanı! Ölenin bizim yanımızda olmayacağı, olamayacağı gerçeğini onun bakış açısından değil de bizim bakış açımızdan ele alma meselesi yani…

Koridorun “canlandırıcı” havası ölümün sesini ve kokusunu uzaklaştırıyor. Herkes bir telaş içinde hastanın başına üşüşüyor. Hastalığın sosyal bir aktiviteye aracılık etmesi tanımlaması, çözümlenmesi güç birçok metaforu içinde barındırıyor. Mutlu ya da mutsuz insanlar sahte bir gayretle hastanın başucunda dolanıp duruyor. Hastaların bir kısmı henüz anestezi ile ölüm arasındaki farkı bilinçaltında sorgulamanın sersemliğini yaşarken çoğunluğu bir daha belki de ancak öldükleri zaman görebilecekleri ilgiyi sonuna kadar sömürmenin yollarını arıyor, bir kısmı çoktan bulmuş bile.”

*

Bu satırları kopyala-yapıştır yaparken e-postama meslek odası kaynaklı bir haber düştü: “yandaş” bir gazetecinin “hekimlerin vergi ödemediklerine/kaçırdıklarına” dair yaptığı bir yoruma karşı hukuki mücadele başlatma kararı almıştı meslek odası. Bir hekim olarak bu konuda bolca acı deneyimim olmasına rağmen şimdilik bir yorum yapmamayı tercih ediyorum! Ama gözlemlerime dair bir bilgiyi de paylaşmak isterim; hatta iki. Bir; Solculuk iddiasında bulunan “oda/meslekNGO’sunun”  seçim listesinin önemli bir bölümünü “özel” çalışan hekimler oluşturmaktaydı. İki: 2 Nisan 2003 tarihli bölümün girişinde andığım eski arkadaşta bu “sol” listede yer almaktaydı.

-devam edecek-