“Tören,… canlandırılan,
oynanan bir külttür.”[2]
“Zamanlar değişti,” der Foster ve Little bir makalelerinde (1987: 85-86). “Cheyenne ulusuna mensup erkeklik eşiğinde bir genç adam olsaydınız, yetişkinler dünyasına geçiş ayininiz (liseden mezuniyetiniz) bazı bakımlardan görü arayışına benzer bir tören olurdu. Çocukluğunuzdan itibaren bu sınavı geçmek için hazırlanırdınız – Kutsal dağda dört gün dört gece aç ve susuz yaşamak. Saygı duyulan daha yaşlı bir adam, olasılıkla dayınız hazırlıklarınıza yardımcı olan rehberiniz ve öğretmeniniz olurdu. Ve sonunda uzun zamandır beklenen gün gelirdi. Geri döndüğünüzde bir daha asla evlerinde bir çocuk olarak kalamayacağınız bilinciyle anne ve babanızla vedalaşır, sağaltıcı-reisle birlikte kutsal dağa giderdiniz; üşüdüğünüzde bürünmeniz için size bufalo derisinden bir giysi verilirdi. Sağaltıcı reis bunun ardından sizi orada tek başınıza bırakarak ayrılırdı; yalnız kaldığınız dört gün dört gece boyunca çocukluk korkularınız, yalnızlığınız ve sıkıntınızla, açlığınız ve susuzluğunuzla yüzleşir, kendiniz ve halkınız için bir görü arardınız. Arayışınız sona erdiğinde, sağaltıcı reisin yanına dönerdiniz, o da sizi ihtiyarlar konseyi huzuruna çıkartırdı. Onlara görü arayışınızın öyküsünü anlatırdınız, yaşlı bilgeler de deneyiminizin anlamını yorumlarlardı. Görü arayışınız temelinde size yeni bir ad verilirdi: ‘sağaltıcı adı’. Özel simgelerinizi ve işaretler de size açık edilirdi. Bundan böyle evinizde yaşamazdınız. Erkeklerle birlikte avlanır ve ata biner ve evlenme çağına girmiş sayılırdınız.
“Washoe ulusundan kadınlığın eşiğinde bir genç kadın olsaydınız, daha küçük bir kız çocuğu iken ilk aybaşınız için hazırlanmaya başlardınız. Anneniz, annenizin akrabaları, köyün büyük anneleri sizi kadınlığın rol, sorumluluk, beceri ve ayrıcalıkları konusunda eğitmiş olurdu. İlk aybaşınızda köyden ayrılır ve sağaltıcı büyük anne rehberliğinde oruç kulübesine götürülürdünüz. Dört gün üç gece hiçbir şey yemeden büyük ana toprağın simgesi karanlık kulübede kalırdınız. Dördüncü gün sağaltıcı büyük anne sizi kulübeden çağırır, siz de bir sepet dolusu kor hâlinde kömürle koşarak kutsal dağa tırmanırdınız.
Dağın tepesinde, sizin dört boyutunuzu simgeleyen dört yöne yerleştirilmiş, dört köknar odunu yığını ve kalbinizin yolunu simgeleyen, parlak renklere boyanmış bir değnekle bulurdunuz. Güç ve rehberlik dileyerek elinizdeki kömürlerle yığınları tutuştururdunuz. Duman göğe ne kadar düz bir hat hâlinde yükseliyorsa yaşamınızın o kadar iyi, halkınız için o kadar faydalı olacağınız anlamına gelirdi. Sonra herkesin sizi (artık bir kız çocuğu olarak değil) bir kadın olarak beklediği köyünüze koşardınız ve bütün gece süren Kadınlar dansıyla ‘mezuniyet’inizi kutlardınız. Ertesi sabah gün doğarken herkes dereye iner, orada yıkanır, köyünüze bir kadın olarak dönerdiniz. Burada onurunuza bir ziyafet verilirdi.”
Foster ve Little modernleşmenin ve hızlı yaşamın bu erginleme ayinindeki derin anlam arayışının yitirilmesine yol açtığına hayıflanıyorlar. Oysa Cheyenne ve Washoe’lar yaşamlarını kendilerine ayrılmış rezervasyonlarda ya da kendilerini yerlerinden eden Beyaz toplumun içinde asimile olmuş bir hâlde sürdürüyor olsalar da, yerlerini alan Avrupalıların çocukları hâlâ -bazıları fazlaca gösterişli- kimi erginleme ayinlerinden geçiyor. Örneğin, Cambridge Üniversitesi’nin kataloğundan alınan, mezuniyet töreni teşrifatının anlatıldığı şu satırlar:
“Tören rektör yardımcısının alayının Baş Teşrifatçı önderliğinde Senato Salonu’na girmesiyle başlar. Herkes ayağa kalkar. Rektör Yardımcısı ya da onun naibi platformdaki yerine ulaşınca izleyiciler yerlerine otururlar. Üniversite görevlileri ayakta kalır. Toplantı nezaretçinin Senato salonunu kat edip platformdaki yerini almasıyla başlar. Tüzük kitaplarını masanın üstünde bırakırlar.
Konukları selamladıktan sonra Baş nezaretçi tek tek mezun adaylarının adlarını zikreder. Her bir anmanın ardından nezaretçiler yönetim kurulu üyelerinden herhangi birinin oylama çağrısı yapması için birkaç saniye susarlar. İtiraz ‘Non Placet’ (‘Onaylanmadı’) sözleriyle yapılır. Eğer itiraz olmazsa ikinci nezaretçi Yönetim Kurulu’nun suskun onayını ‘Placet’ (‘Onaylandı’) sözcüğüyle ifadelendirir. Bundan sonraki bütün tören Latince yürütülür.
Baş nezaretçi aşağıdaki formülü söyler:
‘Supplicant reverentiis vestris viri mulieresque quorum nomina juxta senaculum in porticu proposuit hodie Registrarius nec delevit Procancellarius ut gradum quisque quem rite petivit assequantur.’
‘Kayıt görevlisinin adlarını Senato binasının dışındaki kemere astığı ve Rektör yardımcısının silmediği bu erkek ve kadınlar siz saygıdeğer üyelerden kurallara uygun olarak aday oldukları derecelere kabul edilmelerini arz ederler.’
Eğer bir itiraz olmazsa, ikinci nezaretçi ‘Placet’ der.
O zaman teşrifatçılardan biri Rektör Yardımcısına platformun önündeki kürsüye doğru eşlik eder ve mezun adaylarının sunumları başlar. Yüksek derecelerin adaylarının (DD, LLD, MD, LittD, ScD, MusD, BD, VetMD ve MChir) sunumu önceliklidir; onları MA (yüksek lisans) adayları izler. Mezun adayını sunan öğretim üyesi onun sağ elini tutup şöyle der:
‘Dignissima domina, Domina Procancellaria et tota Academia praesento vobis hunc virum (hanc mulierem) quem (quam) scio tam moribus quam doctrina esse idoneum (idoneam) ad gradum assequendum (name of degree); idque tibi fide mea praesto totique Academiae.’
‘Saygıdeğer Rektör yardımcısı ve Üniversite, size hem karakter hem de eğitimi itibariyle filanca dereceye layık olduğunu bildiğim bu adamı (bu kadını) takdim eder ve size ve Üniversiteye olan sadakatim adına temin ederim.’
Adayın adı söylenir, adaylar bir adım öne çıkıp diz çökerler. Rektör yardımcısı adayın ellerini kavrayarak şunları der:
‘Auctoritate mihi commissa admitto te ad gradum (name of degree), in nomine Patris et Filii et Spiritus Sancti.’
‘Bana tanınan yetkiyle Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına seni filanca dereceye kabul ediyorum.’ (Teslis formülü adayın arzusuna bağlı olarak çıkartılabilir.)
Mezun bundan sonra ayağa kalkar, rektör yardımcısını başıyla selamlar ve Senato Salonu’nun Doktorlar kapısından derecesinin belgesini almak üzere çıkar (…)
Son aday da kabulünü aldıktan sonra Teşrifatçılardan biri Topluluğu ‘Magistri’ (Ustalar/Efendiler) sözcüğüyle düzene çağırır. Herkes ayağa kalkar. Rektör yardımcısı ‘Nos dissolvimus hanc congregationem‘ sözleriyle toplantıyı kapatır ve Baş teşrifatçının başı çektiği ve onu kayıt memurları, nezaretçiler, ön-nezaretçilerin izlediği alaya katılarak salonu terk eder. İzleyiciler alayın salondan çıkışını ayakta beklerler ve ancak sonra salondan ayrılırlar.”[3]
İki anlatı da ayindir: Geçiş ayinleri. Her ikisi de bünyesinde biçimlendiği kültürün vurguladığı unsurları sergilerler… İlki kişisel cesaret, yetkinlik, özgüven, cemaat dayanışması: küçük ölçekli bir toplumun varlığını sürdürebilmek için gereksindiği başlıca değerler… İkincisi ise kurumsal vurgu: Cambridge Üniversitesi mezuniyet töreninde her şey, mezun adayları dâhil katılımcıları kurumun görkemine, mutlak yetkesine boyun eğdirmek için tasarlanmışa benzemektedir. Tabii her şey bundan ibaret değil.
Peki, nedir “geçiş ayini”?
Kavramı büyük ölçüde Hollandalı-Alman-Fransız folklorist Arnold van Gennep’e borçluyuz. Gennep’in (1981) ritüeller konusundaki çığır açıcı kitabı Les rites de passage 1909’da yayınlandı. Van Gennep, kitabında “geçiş ritleri” adını verdiği ve bir hâlden diğerine (mekân değiştirme, doğum, erginleme, tahta çıkma, evlilik, ölüm, mevsim geçişleri…) geçişe eşlik eden ayinleri tahlil ediyordu.
Van Gennep’e göre insanlar ve toplumlar, kimi toplumlarda kozmik geçişler, gezegenlerin devranı, ayın evreleri ile bağlantılandırılan ve insan yaşamını hayvansal ve bitkisel yaşamla ilişkilendiren bir dizi evreden geçmektedir. Bu geçişler toplumsal ve bireysel yaşam açısından tehlike yüklüdür: zararlı etkilerinden korunabilmek, ancak onlara eşlik eden ayinler (geçiş ritleri) ile mümkündür. Bir başka deyişle, van Gennep’e göre, bir insanın, toplumun ya da doğanın bir hâlden bir başkasına geçişine eşlik eden ayinler, geçiş evresindeki kişi ya da gruplara psikolojik destek sağlayacaktır.
Her “geçiş riti” van Gennep’e göre, her biri farklı yoğunluklarda vurgulanabilen üç evreden oluşur: ayrılma, eşiksellik ve bütünleşme…
Ayrılma evresi, kişi ya da grubun eski hâlinden koptuğu ana işaret etmektedir. Sünnet olan bir erkek çocuğu, çocukluktan kopmakta, askere yolcu edilen bir delikanlı sivil yaşamdan ayrılmakta, evlilik ritüelinden geçen çift bekârlığa, ölen bir kişi ise yaşama veda etmektedir. Sünnet olan bir çocuk, sünnet giysilerini giyip eş-dost ziyaretlerine başladığı andan itibaren çocukluktan kopar.
Ayrılığı, kişi ya da grubun artık eski hâlinde olmadığı, ama yeni hâline de kavuşamadığı bir eşiksellik (liminality) evresi izler: Evlilik ritüeli sırasında çift, ne bekâr ama ne de evli olmadıkları bir nişanlılık süreci yaşarlar, örneğin. Asker adayları, artık sivil olmadıkları, ama henüz -yemin etmedikleri için- asker de sayılmadıkları bir acemilik evresinden geçerler. Ölü ancak kırkı çıktıktan sonra tam olarak ölmüş sayılır ve yakınlarının yası resmen sona erer. Sünnet çocuğunun “erkek” sayılması (ve gerçekte dinsel açıdan sorumlu ve erişkin kabul edilmesi) için sünnet törenini sonlandıran mevlûdu beklemek gerekecektir. Bu süre içinde çocuk artık “çocuk” değildir, ama erişkin de sayılmaz…
“Geçiş riti”, kişi ya da grubun yeni durumuyla buluştuğu, yeni bir statü edindiği “bütünleşme” evresiyle son bulur: acemi askerler yemin ederek asker olurlar, gelin ile damat nikâh memuru ve tanıkların huzurunda öpüşerek, ya da yine bir eşiksellik sayılabilecek balayı dönüşünde yeni bir yaşama başlarlar, kırkı çıkan ölünün yakınları yas dönemine son vererek gündelik faaliyetlerine dönerler, sünnet çocuğu sünnet mevlûdunun ardından sünnet entarisini çıkartarak normal hayatına başlar vb… Eski hâlden kopmayı izleyen tecrit durumu son bulmuş, kişi ya da grup yeni bir statüye kavuşmuş ve yeni statüsüyle toplumuna geri dönmüştür…
Ayin konusunda yoğun ve kapsamlı çalışmalarıyla bilinen antropolog Victor Turner ise, önceleri, ayinin toplumsal çelişkileri dışa vurup çözümleyiş biçimi üzerinde durur: Orta Afrika Zambiya’sındaki Ndembu halkı arasında uzun süreli bir alan çalışması gerçekleştiren Turner, Ndembuların soy grubunun örgütlenişinden kaynaklanan çelişkileri ve çatışkı potansiyellerini ayinsel olarak yatıştırdıklarını gözlemlemiştir.
Turner’ın ayin kuramı, iki yönlüdür. İlkin ayin sırasında gerçekleşen rol altüstlüklerini vurgular. Bunun için Turner, Van Gennep’in geçiş ayinlerine ilişkin üçlü şemasını devralır ve bu üç evreden “eşiksellik” üzerinde durur.
Turner’a göre “eşiksellik”, “iki arada bir derede” ya da “ne orada ne burada” olma hâlidir. Geçiş ayininin eşiksellik evresinden geçen bireylerin toplumsal statüleri ters yüz olur, gündelik yaşamlarını biçimlendiren alışkanlıklar lağvolur. Eşiksellik, belirsizliklerle yüklü, ikircim dolu bir süreçtir. Eşiksellik evresindeki kişileri toplumsal yapıyı oluşturan kategorilerden birine dâhil etmek mümkün değildir: o ne sivildir ne asker, ne çocuktur ne erişkin, ne evlidir ne de bekâr… Bu nedenledir ki eşiksellik sıkça ölüme, rahimde olmaya, görünmezliğe, karanlığa, biseksüelliğe, yabanıllığa, ay ya da güneş tutulmasına benzetilir. Eşiksel varlıklar, örneğin bir dinsel cemaate katılmak üzere olan adaylar ya da yaş dönümü eşiğindeki yeniyetmeler, hiçbir şeye sahip değilmiş gibi temsil edilebilir. Eşiksel varlıklar olarak herhangi bir statüye, mülke, rütbe ya da rollerini belirtecek bir giysiye, akrabalık sistemi içerisinde bir konuma, kısacası kendilerini diğer adaylardan ayırt edecek herhangi bir şeye sahip olmadıklarını göstermek üzere garip giysiler giydirilebilir, yarı-çıplak hatta çıplak dolaşabilirler. Davranışları genellikle edilgin ve alçakgönüllüdür, kendilerine verilen talimatlara itirazsız uyar, cezalara yakınmadan katlanırlar. Sanki yeniden biçimlenerek yaşamdaki yeni konumlarına uyum göstermelerini sağlayacak yeni güçlerle donanana dek, aşağılanmayı, yerlerde sürünmeyi gönüllü kabul etmişlerdir. Adaylar kendi aralarında yoğun bir yoldaşlık ve eşitlik ilişkisi yaşarlar. Aralarındaki rütbe ve statü farklılıkları ortadan kalkmış, hepsi adeta türdeşleşmiştir.
Modern toplumlarda daha ender olmakla birlikte, geçiş ritleri ve özellikle de eşiksellik evresinin bu özellikleri, küçük ölçekli toplumlarda daha vurguludur. Bu toplumlarda, örneğin bir dinsel derneğe girmek için bekleyen acemiler ya da toplu olarak yetişkinliğe adım atacak olan kız ve erkek çocuklar, uzun süre toplumun geri kalanından tecrit edilir, topluca köylerinden uzak bir yerde, örneğin ormanın içlerindeki kızlar ya da erkekler evinde kalır, burada ritüel üstatları eliyle uzun ve acılı (kimi zaman bedenlerini yaralamayı, hatta sakatlamayı içeren) deneyimleri yaşar ve yetişkin kadın ya da erkek olmanın kendi toplumları için ne anlama geldiğini, ya da bir başka deyişle toplumlarının değer sistemlerini öğrenirlerdi… Tıpkı, Foster ve Little’ın yukarıda andığım makalesinde aktarılan Cheyenne delikanlıları ve Washoe genç kızları gibi.
Turner, bu eziyetlere birlikte katlanan, gündelik hayata hükmeden, normların altüst olduğu, kendi içinde eşitlikçi ve türdeş erginlenenler topluluğuna communitas (Lat. Commitatus= yoldaşlık) adını vermektedir. Communitas, topluma genelde hâkim olan yapı’nın (hiyerarşi, roller, mertebeler…) geçici olarak lağvolduğu ya da askıya alındığı bir momenttir; communitas katılımcıları, gündelik yaşamlarında onları birbirinden ayıran tüm statü, rol, sınıf farklılıklarının askıya alındığı bir ortamda, benzer giysiler içinde, benzer bir itaatkârlıkla üstlerinin kendilerine verdiği talimatlara boyun eğer, dayatılan acılara itirazsız katlanır. Eğitim gören acemi erler, ya da kendilerinden büyük sınıflardaki ağabey ya da ablalarının “eşek şakaları”na sessizce katlanırken kendi aralarında derin kardeşlik bağları oluşturan birinci sınıf öğrencileri gibi…
Peki, tüm bunlar nedendir?
Çünkü geçiş ayinleri, çoğunlukla kişinin statüsünün yükselmesine, bu statüyle ilişkili yeni yetkiler edinmesiyle ilişkilidir. Bir “yetki zehirlenmesi”ni önlemek için, erginlenmişler grubu “üst”ü deneyimlemeden önce “en alt”ı, “dipsiz” olanı, en düşük olanı deneyimler. Böylece yeni statüsünün kendisine tanıyacağı yeni hakları suiistimal etmeyecek, alçakgönüllü olmayı öğrenecektir. Pek çok Afrika toplumunda krallar, tahta geçiş ayinleri sırasında uyruklarının hakaretlerine, hatta fiziksel saldırılarına, müstehcen şarkılarına muhatap olmak ve başlarına gelen herşeyi derin bir tevazu ve tahammülle kabullenmek zorundadır. Osmanlı padişahları, Cuma selamlığına giderken yolun iki yanına dizilmiş, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye bağıran halkın arasından geçmek durumundaydı. Günümüzde iktidara geldiklerinde ayrıcalıklı bir statü ve yüksek bir gelir düzeyine erişen, ve halkla pek de temas etmeyen politikacılar seçim zamanı yollara revan olur, o köy senin, bu kahvehane benim, yoksul sofralarında misafir olmak dâhil bir dizi “rol ters yüzlüğü” yaşarken, kendilerini azarlayan, hakaret eden seçmenlere karşı son derece alçakgönüllü, kibirsiz davranmak zorundadır… Adaylığını açıklamaktan mazbatayı almaya dek süren bir “eşiksellik” süreci!
Turner’ın ayin çalışmalarına bir başka katkısı, ayinsel simgeciliğe ilişkin saptamalarıdır. Ndembuların ayinlerine ilişkin gözlemleri, Turner’ı şu sonuca vardırır:
“Ndembu ritüelleri çerçevesinde kullanılan hemen her nesne, jest, şarkı ya da dua, her mekân ve zaman birimi, genel kabule uygun olarak kendisinden başka bir şeyi temsil eder. Göründüğünden fazlasıdır, hatta çoğu zaman hayli fazlasıdır. Ndembular ritüel öğelerinin anlatıcı veya sembolik işlevinin farkındadırlar. Bir ritüel öğesi ya da birimi, çijikijuli olarak adlandırılır. Sözcük ‘sınır işareti’ ya da ağaçlardaki ‘yön gösteren çentik’ anlamına gelir. (…) Esasen, ritüel inançları ve uygulamalarıyla son derece yüklü bir iş olan avcılığın teknik söz dağarından alınma bir terimdir. Çijikijuli aynı zamanda bir arazinin göze çarpan bir özelliği, ‘yol gösterici bir nokta’ anlamına da gelir, örneğin bir insanın bahçesini veya bir reisin bölgesini diğerlerinkinden ayırt eden bir karınca yuvası gibi…”(Turner 2018: 26)
Demek ki Ndembular için tüm ayin unsurları, “kendilerinden başka bir şeye, hatta birçok şeye işaret eden” ve katılımcılara “yol gösteren” simgelerdir. Erkek çocukların sünneti sırasında giyilen masklar ata ruhlarını, bu ata ruhlarından biri olan ve hasta çocukları kötü ruhlardan koruyan Mvweng’i sünnet derisini ve yetişkin erkekliği, art arda bebeklerini kaybeden bir kadının sağaltım ayinine başladığı dev sıçan ya da karıncayiyen yuvası tıkanmış rahmi, sağaltım ayini sırasında kanı akıtılan kırmızı horoz kocayı, kadının talihsizliğini, ıstırabı; beyaz piliç kadını, saflık, olumluluk ve iyileşmeyi… temsil eder… Yalnız nesneler, yalnız sözler değil, ayinde zaman ve mekân da simgesel bir değer yüklenir. Ve yalnızca Ndembular için değil…
* * *
Mezuniyet törenlerine bu gözle baktığımızda, Van Gennep ve Turner’ın sözünü ettiği özellikleri sergilediğini görmek, olanaklı.
Kendisi çocuklukla yetişkinlik, yetişkinliğin sorumluluklarını üstlenme arasında eşiksel bir evre olan öğrencilik yaşamı “başarı”yla tamamlandığında, “mezuniyet töreni” gibi, modern zamanımızda zaman olarak sıkıştırılmış, ama küçük ölçekli toplumlarınkinden daha az dramatik olmayan bir “geçiş ayini”yle son bulur. Adayın ne öğrenci, ama ne de mezun (yani “yetkili, ehliyet sahibi”) olmadığı bir araf evresini, “ne orada ne de burada ol(a)madığı bir hâlin vurgulandığı bir törendir mezuniyet. Adaylar kendilerini diğer öğrencilerden ayırt eden giysilere bürünürler. Batı Avrupa’dan başlamak üzere dünyaya yayılan akademik gelenek uyarınca, çoğunlukla renkleri ait oldukları okulları simgeleyen bir cübbe ve kare biçimli, aşağı doğru sarkan bir püskülü olan bir keptir bu.
Mezuniyet cübbesi kullanımı, Avrupa’da 12. yüzyıla dayanır. Kiliselerin çevresinde oluşturulan ve esas olarak din adamı yetiştirmeyi hedefleyen ilk Avrupa üniversitelerinde cübbe ve kapüşon, standart keşiş giysisiydi. Bugün Oxford ve Cambridge’de öğretim elemanlarının ders verirken giymek zorunda olduğu cübbe ilim mertebesini ve dinsel statüyü simgeler. 1800’lerde İngiltere’de cübbelerin renkleri farklı bilim alanlarını simgelemek üzere farklılaşmaktaydı. (Coleman, 2006)
ABD’de bazı üniversitelerde mezuniyet adaylarının başlarına geçirdikleri kapüşonlar da öyle: Kelt druid’lerinin üstün zekâ ve bilgeliklerini simgelemek üzere taktıkları kapüşonlar, mezunların toplumdaki ayrıcalıklı konumlarını simgeler, çoğunlukla. Kapüşon astarının rengi mezuniyeti veren kurumu, dış kenarındaki kordonun rengi ise mezuniyet alanını simgelemektedir: edebiyat fakülteleri için beyaz, doğa bilimleri için altın sarısı, güzel sanatlar için kahverengi, ilahiyat için kırmızı. Benzer bir durum cübbenin yenleri için de söz konusudur: lisans mezunları için sivri yenler; yüksek lisans için koltuk altları yarık uzun, kapalı yenler, dar kapüşon; doktora için çan şeklinde yen ve drape, geniş kapüşona işaret etmektedir.
Anlatıldığına göre 1321’de Portekiz’de Coimbra Üniversitesi, tüm doktora, yüksek lisans ve lisans öğrencilerinin cübbe giymesi konusunda karar almış. 14. yüzyılda kimi yüksek öğrenim kurumları, türdeşliği sağlamak üzere uzun cübbeyi standartlaştırmış. VIII. Henry İngiltere’sinde Oxford ve Cambridge, en ince ayrıntıları yönetmeliklerle belirlenmiş standart akademik giysi uygulamasını başlatmışlar.[4]
Günümüzde akademik cübbenin daha yaygın tamamlayıcısı ise, kullanımı kapüşondan daha yaygın olan kare şeklindeki keptir. Giyilmesi 16. yüzyıla dek dayandırılan, kimine göre taş ustalarının kullandığı harç paletine benzediği için masonik gelenekle, kimine göre kitabı andırdığı için ilimle ilişkilendirilen, bazılarına göre ise Oxford Üniversitesi’nin kare biçimli planına göndermede bulunan mezuniyet kepleri, dünyanın pek çok üniversitesinde, tepedeki püskülün diploma alınırken bir taraftan diğerine (kuruma ve mezuniyet derecesine göre sağdan sola ya da soldan sağa) aktarılması ve tören sonunda topluca havaya fırlatılmalarıyla, mezuniyet törenlerinin vazgeçilmezidir.
Mezuniyet törenlerinin yaygın biçimi, rektör ya da yardımcısının başkanlık ettiği, kadrolu akademik personelin -kimi zaman akademik giysiler içerisinde- hazır bulunduğu, adayların törensel bir müzik eşliğinde bir geçitle podyumdaki yerlerini aldıkları bir törendir. Tören sırasında rektör, yardımcısı, mütevelli heyeti başkanı ya da eşraftan birinin ve dönem birincisi birer konuşma yapar, ardından adayların her birinin ismen çağrılarak diplomasını üniversite yöneticisinin elinden teslim alır. Üniversite mezuniyetinin gerçek bir ayrıcalığa denk düştüğü kimi ülkelerde, örneğin Uganda’da bu görevi devlet başkanı ya da temsilcisi üstlenmektedir (Atogonza 2010). Adaylar diplomalarını aldıktan sonra, yine yaygın uygulamaya göre keplerini topluca havaya fırlatırlar – 1912’de ABD’de Donanma Akademisi’nde başlayan bir uygulama… Mezunların iki yıl boyunca asteğmen rütbesiyle donanmada görev alma uygulamasının son bulduğu ve mezunların hemen subay şapkalarını aldığı 1912 yılında, mezunlar artık ihtiyaç duymadıkları astsubay şapkalarını havaya fırlatarak kutlamışlar mezuniyetlerini… O gün bugündür dünyanın pek çok üniversitesinde diploma töreni ardından kepler havaya atılır. (Hull 2013)
Keplerin havaya atılması, eşiksellik evresinin son bulup, adayın mezun olarak yeni hayatıyla buluştuğu dramatik momenttir: Van Gennep’in “bütünleşme” evresi. O ana dek mezun oldukları kurumun bütün ağırlığını sırtlarında taşırcasına suskun, ciddi, mütevazı olmak durumundaki adaylar, önce keplerinden, ardından da cüppelerinden sıyrılır, ellerinde diplomaları tören bitiminde aileleriyle kucaklaşmaya koşar, kimi ülkelerde mezuniyet balolarında “kurtlarını döktükten” sonra ertesi gün, iş aramaya başlayacakları “normal” yaşama dönerler.
Ama tüm mezuniyet törenleri bu denli “ciddi ve ağırbaşlı” değildir. Örneğin Norveç lise mezuniyet ritüelleri, Michel Bakhtin’i aratmayacak bir “aşırılık, oburluk ve ayyaşlık” festivali, bir faşing görünümündedir: Norveçli lise son sınıf öğrencileri, lise öğrenimlerini bir ay süren sınır tanımaz içki, müzik ve taşkınlık festivali, russefeiring ile tamamlarlar. Gerçek anlamda “sınır tanımaz”: Öyle ki Norveç Karayolları Genel Müdürlüğü öğrencilerin dönel kavşaklarda seks yapmasının ya da köprülerin üzerinde çırılçıplak koşuşturmasının sürücülerin dikkatini dağıttığı gerekçesiyle bir uyarı yayınlamak zorunda kalmıştır! (Walker 2018)
İtalya’da (ve Arjantin ile İngiltere’de) ise adaylar tepeden tırnağa çöpe belenirler: yumurta, yaldız, un, keçap, konfeti… Giysileri parçalanır.
Çin’de mezuniyet törenleri adayların gelin, damat, korsan giysilerine bürünmesiyle bir kıyafet balosu görünümü alırken Japonya’nın Kanazawa Güzel Sanatlar Koleji mezun adayları ise akıllarına gelen her kılıkla çıkmaktadırlar tören podyumuna: Demir Adam, çatal, keman, makas… (Walker 2018).
Bu son örnekler üzerinde biraz daha durmak gerek. Turner’ın “eşiksellik evresi”nin rol tersyüzlükleri, kuralsızlık, yapısızlaşma ile karakterize olduğunu vurguladığına daha önce değinmiştim. Gündelik hayata hükmeden kurallar, normlar, Turner’ın eşiksellik evresinde geçici olarak lağvolur ya da tersine çevrilir. Perhiz ya da aşırı yiyip içme, cinsellikten kaçınma ya da kural tanımaz bir kösnüllük, suskunluk ya da gürültü-patırtı…
Turner’a göre bu durum geçicidir; yapısızlık er-geç yerini yapıya, kuralsızlık kurala, kaos, yerini düzene bırakacaktır. Ve eşiksellik evresinin yapısızlık, kuralsızlık, kaos deneyimi, bu deneyimi yaşayanlar için, yaşamlarının yeni evresinde, yeni rollerinde yol gösterici olacaktır: tahta geçme töreninde uyruklarının hakaretlerine uğrayan bir kral, bu madunluk deneyimi sayesinde adaletli yönetimi öğrenecek, gündelik yaşamında katı iffet kurallarıyla kuşatılmış bir Zulu kadını, yılda bir kez gerçekleştirilen tarım ritüellerinde erkek giysileri giyip normal yaşamında kendisine tabu olan çobanlık ve süt sağımı gerçekleştirir, ya da çırılçıplak dans edip açık saçık şarkılar söylerken yaşadığı catharsis aracılığıyla toplumsal rolünü kabullenecektir (Gluckman 1966). Özetle, Turner’ın eşiksellik evresi, Güney Afrikalı antropolog Max Gluckman’ın “başkaldırı ayinleri” olarak nitelediği durumlara denk düşer. Bir hâlden bir başkasına, bir mertebeden bir üste geçişte aday(lar)ın en aşağı, en ters, en kuralsız olanı deneyimleyerek toplumsal statü ve “hâl”leri ya da kısaca düzeni olumlaması.
Köprülerde çırılçıplak koşuşturan Norveçli öğrenciler, mezuniyet partilerinde sabaha kadar içip dans eden ABD’li gençler, tepeden tırnağa yumurta, un ve krepon kağıdına belenen İtalyan mezunlar, diploma törenine palyaço kılığında çıkan Japon sanatçı adayları ya da her saniyesi katı yönetmeliklerle tayin edilmiş, teşrifatlı mezuniyet töreninden çıktıktan sonra sabahlara dek içip dans eden Cambridge’liler… Ayrıldıkları disiplinli, sınavlı, cezalı okul hayatına veda edip kendilerini bekleyen kravatlı, tayyörlü, amirli, patronlu, 9.00-17.00 çalışma yaşamına geçiş yaparken yaşamlarına hükmeden katı kuralları geçici bir süre için ilga edip modern yaşamın düzenini, hiyerarşilerini, disiplinini, onları yeni bir düzlemde kabullenip özümsemek üzere ti’ye almaktadırlar…
Ama bu “geçiş hâlleri” kimi zaman bir sistem eleştirisine, mevcut düzeni kabullenmeye değil, değiştirmeye yönelik bir protestoya da dönüşebilir. Bakhtin, Rabelais ve Dünyası’nda (1984) Ortaçağ karnavallarında alt sınıfların, ezilenlerin dünyanın düzenine dönük hoşnutsuzluklarını dile getirdikleri ve kendiliğinden bir biçimde kendi yaşam ideallerini dışa vurdukları rol tersyüzlüklerinin izini sürer.
Her yıl mezuniyet töreni sırasında ellerinde kendilerini bekleyen işsizliği, sömürü düzenini, kadın cinayetlerini, çocuk istismarını, çevresel talanı vb. protesto eden pankartlarla geçit yapan ODTÜ mezunları da, benzer biçimde toplumsal düzenle “bütünleşme” arzusundan çok, onu değiştirmeye yönelik iradelerini, çarkın dişlilerine dönüşmeye karşı itirazlarını dile getirmektedirler. Geçmişte genellikle yüksek ücretli, pozisyonlu işler bulabilen, toplumsal prestiji yüksek, gözde bir eğitim kurumu mezunlarının son yıllarda genelde yükseköğrenimlilerin, özelde kendilerinin karşı karşıya kaldığı değersizleşme, işsizlik, düşük ücretli, düşük vasıflı istihdam, kırılganlık gibi koşullara ve toplumda derinleşen gelir uçurumuna, ekonomik krizlere, baskılara karşı başkaldırısı… Ülkenin “normal” koşullarında polislerin coplu gazlı müdahalesine maruz kalacak bu protestonun “törensel” yönü onu bir meşruiyet ve dokunulmazlık zırhıyla donatmaktadır gerçi, ama ODTÜ mezuniyet törenleri, gençlerin düzenle “bütünleşme”lerine yönelik bir ayindense bir “kopuş”, “değiştirme” iradesinin ifadesi gibi durmaktadır.
Sonuç olarak, mezuniyet törenleri, dahil oldukları ritüel, geçiş ritüeli kategorisinin tüm unsurları gibi bize çok şey anlatırlar: bir hâlden bir başkasına, bir konumdan (daha yüksek) bir başkasına geçmekte olan gençlerin gerilimlerini, bu “araf” durumunun ikircimini, gençlerin kurumsal aidiyetleri ve uzmanlık alanlarını, mezunu olacakları kurumun hiyerarşi, kadimlik ve görkemini, zorlu bir öğrenim yaşamını geride bırakıyor olmanın coşkusu ve belirsiz bir geleceğe adım atıyor olmanın kaygılarını, arkadaşlardan ayrılıyor olmanın hüznünü, ritüeli seyreden ailelerin gururunu, maruz kalınan katı disiplin kurallarına başkaldırıyı, tuvaletli, smokinli, şampanyalı mezuniyet balolarıyla “seçkinler” dünyasının tam yetkili mensupları olmaya doğru adım atmayı, dünyayı değiştirme arzusunu…
Ve bunu sıkıştırılmış bir zaman diliminde, yoğunlaştırılmış bir duyumsal uyarı ortamında, kesif ve çoğul-anlamlı bir simgeler ortamında yaparlar. Barbara Myerhoff’un (1980: 86) da dediği gibi, “Biçim itibariyle dramatik oldukları için ritüeller renk, koku, müzik, dans, yiyecek, ritm aracılığıyla bize seslenerek, eleştirel yetilerimizi uyuşturarak bizi kendi duyumlarımızla ikna ederler. Ritüellerde performe ederiz, ve yapmak, inanmaya dönüşür.”
KAYNAKÇA
Atugonza, Anita (2010). “Graduation as rite of passage”. https://www.observer.ug/component/content/article?id=6827:graduation-as-rite-of-passage
Bakhtin, Mikhail (1984). Rabelais and his World, Indiana University Press.
Coleman, Melody (2006). “Graduation Rites Have Ancient History”, https://universe.byu.edu /2006/04/18/graduation-rites-have-ancient-history/
Foster, Steven ve Meredith Little (1987). “The Vision Quest: Passing from Childhood to Adulthood”, Betwixt and Between: Patterns of Masculine and Feminine Initiation içinde; L. C. Mahdi, S. Foster ve M. Little (der.), Open Court Publishing House.
Gluckman, Max (1966). Custom and Conflict in Africa. Oxford: Basil Blackwell.
“History of Graduation. The Ceremony, The Ring, The Yearbook, The Diploma, The Music, The Cap & Gown, Valedictorian and Baccalaureate.” https://www.brownielocks.com/graduation.html
Hull, Emily (2013). “Graduation Ceremony Traditions and History”, https://cnynews.com/graduation-ceremony-traditions-and-history/?utm_source=tsmclip&utm_medium=referral
Myerhoff, Barbara (1980). Number Our Days. Youchstone Edition.
Turner, Victor (2018). Ritüeller, Ithaki Yayınları.
Van Gennep, Arnold (1981 [1909]). Les Rites de passage, Etude systematique des rites. Paris: Editions A. et J. Picard.
Walker, Alicia (2018). “The World’s Best Graduation Rituals”, https://www.bachelorstudies.com/ article/the-worlds-best-graduation-rituals/
N O T L A R
[1] 22 Şubat 2020 tarihinde İstanbul Psikanaliz Derneği ve Robert Kolejin düzenlediği ‘XIII. Okul ve Psikanaliz Sempozyumu’nda yapılan konuşma… Newroz, Eylül 2020…
[2] Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?, Çev: Alâeddin Şenel, Ayrıntı Yay., 2014, s.121.
[3] https://www.cambridgestudents.cam.ac.uk/your-course/graduation-and-what-next/degree-ceremonies/ceremony
[4] “History of Graduation. The Ceremony, The Ring, The Yearbook, The Diploma, The Music, The Cap & Gown, Valedictorian and Baccalaureate.” https://www.brownielocks.com/graduation.html
- Saraylı Kadınlarla Bir 8 Mart Söyleşisi* - 12 Mart 2023
- Politikayı sokaktan öğrenmek* - 11 Haziran 2022
- Kadınlar ve Emek Mücadelesi – Sadece “Üretimden Gelen Güç mü?” - 3 Nisan 2022