Metaforunu Arayan Hastalık

“Tıbbın ‘topyekûn’ olması istenilir bir şey değildir.”

 

YÖK bağlantısız devlet memurluğundan emekli pratisyen hekim olarak aylar öncesinde yazdığım “pandemi” konu başlıklı/içerikli çokça yazılarımdan birinde salgının “şiddetinin” gittikçe azalmakla birlikte dördüncü ve –hatta- beşinci piklerinin yaşanabileceğini söylediğimi anımsıyorum. Kısmen yanıldığımı itiraf edeyim; belki bu “itiraf” COVID-19’a bir metafor arayışında-arayışımda yardımcı olabilir. Şu an titibariyle beşinci ve altıncı ve belki de yedinci piklerinde görülebileceğini söyleyebilecek durumdayım. Gözlemlerimin sonuçları böyle. (Diğer taraftan bu “gözlem” meselesine de ayrıca değinmemek olmaz.) Burada “pik” derken kast ettiğim onun TDK sözlük  anlamı olan “dökme demir” değil tabii; neden olmasın ki diye de sormadan edemiyorum bir taraftan da… Diğer anlamlarını da anımsayalım; kılavuzumuz söz ettiğimiz sözlük. İtalyanca “pic” den gelmek üzere “geminin kıç tarafındaki bayrak sergenine açılan üçgen biçimindeki yelkene verilen ad”  anlamını ise, dökme demirdeki anlamın aksine, ne kadar zorlarsak zorlayalım konumuza uyumlu hale getirmek neredeyse olanaksız görünmekte.

İngilizce “peak”, işte söz konusu olan, neredeyse hergün binlerce kez tekrarlanan… “değer bakımından yükselme”. Bu tanım üzerinden “piyasanın” yol göstericiliğinde belki bir yerlere ulaşmak mümkün olabilir gözüküyor. Yinede kullandığımız sözlüğün tanımlamakta yetersiz kaldığı görülüyor. Pik; birçok söylemde zirve, tepe noktası anlamına geliyor ki galiba en uygunu bu. İngilizce sözlükleri izlersek “zirve, doruk, doruğa ulaşmak, uç” anlamlarına da ulaşabiliyoruz. En uygununun bu olduğunu tekrarlayalım. Salgına dönersek eğer pik tanımının çelişkili kullanıldığını düşünebiliriz ancak üzerinde fazla durmayalım; bugün itibariyle, yerel ve küresel piyasanın kontrolünde “sürdürülebilir” salgının bu halini tanımlayacak olursak başka bir benzetme daha doğru olacak gibi: plato… Dolayısıyla bu şekilde devam ederse bundan sonra pik kelimesi anlamsızlaşabilir!

Plato, TDK sözlükte anlamını iki şekilde bulmakta: Yayla…, Dekorun kurulduğu yer (sinema, televizyon). “Dekorun kurulduğu yer” tanımı üzerinde arayışımız bağlamında ciddi bir şekilde durmak gerektiğini düşünüyorum. “Yayla” tanımı ise şu an için oldukça kullanışlı gibi; “sayılar” ne artıyor ne azalıyor, haftalardır; sanki görünmez bir el tarafından sabitlenmiş gibi! Pik benzetmesine yakışmayan  bir durum var. Üstelik bu “sayılar” hükümetin bildirdiği sayılar; diğer taraftan YÖK ünvanlı “sürdürülebilir bilim insanlarımız” her ne kadar bu sayılara inanmadıklarını her konuşmalarında  dile getirseler de yorumlarını bu sayılar üzerinden dile getirmekte sakınca görmüyorlar. Bu -ve diğer- bağlam-lar-da sorulan sorulara verilen yanıtlar ise sonuç itibarıyla özrün kabahattan büyük olduğunu gösteriyor. “Hükümet (!) yasakladığı için” bilimsel çalışma yapılamıyormuş –yapamıyorlarmış-. Ülkemiz öncülüğünde ve belki diğer otoriter/faşist/totoliter vs. yönetimlerin olduğu ülkelerde dahi edilebilir,  pandemi sürecinin “bilim insanı” tanımını da bu yanıt üzerinden soysuzlaştırdığını söyleyebiliriz. Özellikle muhalifmiş gibi görünmeye azami dikkat, özen gösteren ve muhalif meslek odalarında, medyada mütemadiyen mevcudiyetlerini koruma ve kollanma çabası içinde olduklarını gördüğümüz “bilim insanlarımızın” hali ile piyasa koşulları denen şey bir arada ele alınırsa metaforlarımıza ulaşmak kolaylaşacaktır gibi gözüküyor.  Buradan yerel ve küresel “bilim” dünyasının pandemi ile mücadelede gösterdiği piyasa kontrollü mücadele zafiyeti ise ayrıca değerlendirilmeli. Diğer taraftan “yaylada olma hali” ve hastalığın gösterdiği bu plato hali hastalığın –yıllarca sürecek olsa dahi, bu satırlarının yazarını ve olası okurları doğrudan etkileyebilecek ve hatta ölümlere sebep olacak bile olsa hastalığın kanıksanması sonucunu doğurmaya başladığını kabul etmek gerekecek. Onun/hastalığın sürme ısrarı fiilen bitmiş sayılmasını engelemeyecek.

*

“Bir Metafor Olarak Hastalık”; Susan Sontag’ın bir başyapıtı. Görünen o ki uzun yıllarda daha okunacak… Çoktan klasikleşti. Yazımızın devamında onun yol göstericiliğine başvuracağız, sıkça yolumuzdan saparak…

“Hastalık, yaşamın karanlık yüzü, gecesidir; daha çok tedirgin edici bir vatandaşlıktır” diyerek  başlıyor Sontag, İspanyol Gribinden 60 sene sonra COVID-19’dan 40 sene önce yazdığı kitabına.,

COVID-19’un neo-liberal/küreselleşme çağının sonunda bize herkesin “dünya vatandaşı” olduğunu birkez daha anımsattığını unutmayalım. Bir önceki pandemi her ne kadar birinci emperyalist yağma savaşı sürecinde ve devamında etkili olduysa da savaşın kurduğu dekorda onun yoksulluk/yoksunlukla olan doğrudan ilişkisinin günümüz pandemisinden daha fazla sorgulanmış olduğunu not edelim. Buna rağmen –bir paradoks gibi!- bu salgın  savaşta ölenlerden çok daha fazla ölüme neden olmakla birlikte popüler yazımda kendisine veba, frengi ya da AIDS kadar yer bulmamış, bulamamıştır. (Sontag’ın da değindiği gibi bir unutma-unutturma dayatması söz konusudur.)

COVID-19’un resmen dile getirildiği ilk günlerde birçok “muhalif/değerli” bilim insanımızın (bundan sonra baştaki sıfatları kullanmadan yalnızca “bilim insanı” olarak yazılacak, siz öyle okuyuverin!) “bu hastalık sosyal sınıf, sosyoekonomik durum, zengi fakir ayırt etmez” şeklindeki çok ama çok talihsiz açıklamalarını da tekrar anımsayalım; gerçi birkaç ay içinde bir kısmı ne söylediklerinin farkına varıp çark ettiler o başka! Birçok eski/eskimiş solcunun da bu söyleme ortak olması ise şaşırtıcı olmuyordu, sonradan gördüğümüz nedenlerle! (YÖK ile “akademi” bir arada bulunabilecek kavramlar, “şeyler” değildir. Türkiye Üniversiteleri/akademileri ile sol hiçbirşekilde bir arada var olamaz; bunun turnusol ölçeği “Barış Akademisyenleri” sürecindeki o çok meşhur ünvanları satırlar tutan akademisyenlerin-profların derin, çok derin suskunluklarıdır. Bunun adı teslimiyettir.) Bilinmelidir ki hastalığın tanımlanmasından tedavinin oluşturulmasına/biçimlendirilmesine (ölüm de dahil) dek geçen süreçte istisnasız tüm hastalıklar –sadece enfeksiyonlar değil- sınıf ayrımı yapar.

Sontag’la birlikte, günümüzü göndermelerden sakınmayarak, onlarca yıl öncesine gidelim. “Nedeninin anlaşılmadığı ve hekimlerin yardımının etkisiz kaldığı dönemde verem insanın yaşamına haince sızan ve onu acımasızca çalıp götüren bir hastalık olarak görüldü” diyerek tanımladığı verem/tüberküloz için “hastalık ani ve dramatik bir tarzda kendisini gösterir” diye devam eder ve verem kanser karşılaştırmasını yapar. Kanser tanısı doğrudan ölüm düşüncesi ile yüzleşmesini/uzlaşmayı, bedene yabancılaşmayı önceler, bedenin tükenişini tanımlarken, verem ise -ince hastalık- sonu belli olmakla birlikte yaşam koşullarının, yaşam şeklinin, içinde bulunulan dekorun olmazsa olmazı, tamamlayıcısıdır.

Verem, sanat dünyasında bolca örneğini gördüğümüz şekliyle, yoksulların, ezilenlerin ölümlerinin incelikli ve soylu bir şekilde mükafatlandırılmasının da adı/hastalığı olmuştur. Veremin “incelikli” olma halinin kişi görünüşünde yaptığı zamanın ruhuna uygun “narin” değişikliklere bağlı olduğunu ve bir akciğer hastalığı olmasının (çoklukla) onun “hüzünlü ruhsallığını” desteklediğini ona ait metaforların oluşmasında bunların etkili unsurlar olduğunu vurgular  Sontag.  (Burada yakalandığı hastalığı tüm çıplaklığı ve doğal olarak acımsızlığı ile anlatan Thomas Bernhard’ın “otobiyografik beşlemesinde” ona ait tüm metaforları tersyüz etmesinin ayrıksılığını dillendirmek gerekir; anımsanması gereken bir örnek, bir okuma önerisi olarak…)

*

Korona’da bir akciğer hastalığıdır; henüz bilgilerimiz diğer organlar ve sistemler üzerince kanıt oluşturacak yeterlilikte değil. Diğer taraftan hastalığın ilk gününden beri bilim insanlarımızın dile getirdiklerininde tümüyle kanıttan yoksun olduğunu biliyoruz. Deneyimlerine ve gözlemlerine göre konuştular, konuşulanların, söylediklerinin, “bilim olduğunu” iddia ettiklerinin fiziksel ve psikolojik bir dayatmaya dönüşmesini hiç de umursamadılar. Hükümet tarafından yasaklandığı için “araştırma yapmadıkları, yapamadıkları için başka çarelerinin olmadığını” kinik bir yanıt olarak ileri sürdüler zaman zaman. Oysa benzer virüsler üzerine ve viral solunum yolu hastalıkları hakkında yeterince bilgi sahibi olduklarını varsaymamız için yeterince neden vardı! (En azından unvanları) Ya da biz –halk- öyle olunduğunu sanıyorduk. Pandemi bu bağlamda yeni bir bilim türünün “yeniden” gündeme gelmesine de aracılık etti böylece: isimlerin önüne yazılan unvanlar “bilim insanlarına” “gözlemlerime dayanarak konuşuyorum” deme hakkını vermiş olmalı ya da öyle sanılıyor ki, gözlemlere göre yargıya ve vargıla ulaşmak bilim sayılır hale geldi; yapılan amprisizm bile değil üstelik! (Gözlemloji/gözlemog!)

*

Tekrar; korona bir akciğer hastalığıdır. Sontag’ın başlarken dediğine benzer şekilde, veremden farklı olarak nedeni anlaşılsa bile hekimin-bilimin yardımının yeterince etkili olamadığı bir hastalık! Buna rağmen hastalığın/hastalanmanın tıpkı tıp tarihinde birçok örneğini göreceğimiz birçok diğer hastalık durumunda olduğu gibi, suçunu hastalara/insanlara doğrudan ya da dolaylı olarak atılmasına da sıkça şahit olduğumuz bir durum. Buna en rahatsız edici örneği “sahada çalışan bilim insanlarının” yani kimi hekimlerin söylemleriyle veriyorlar; “bizler gece gündüz  çalışalım siz sokaklarda gezerek hastalık kapın” gibi bir söylemle hekimlik ağıt bir lütufa dönüştürülebiliyor ya da “elinizi yıkamayın hastalık kapın biz de size bakmak için uğraşalım” ya da daha da küstahlık ve kibir dozunu yükseltip “en azından bazılarınız elinizi yıkamayı öğrendi” denilebiliyor.

*

Yaşama küresel kütlesel biçimde müdahale eden bir hastalık. Hastalığın nerede nasıl bulaştığını her zaman değilse bile çoklukla biliyoruz. Bu bilinebilirlik durumu ona gereğinden fazla anlam yüklenmesini gereksiz kılıyor. Bilinemeyen ise devasa bir sorun olarak gerilerde bir yerde duruyor ve çok paydaşlı bir müdahalenin gerekliliğini engelliyor. Her geçen an üretilen ve zorunlu paradoks hali, koronayı yeniden tanımlamayı zorunlu hale getirebiliyor. Bilimin “tedavi” söz konusu olduğunda başında beri gösterdiği yalpalama “gözlemlere göre” bazı tedavi başarısızlıklarınında –ölümlerinde-  nedeni! Hastalık birkaç gün, birkaç hafta ya da ay içinde kişiyi hızlı bir şekilde ölüme götürebiliyor ve onun bilinmezliği ve bulaşı süratinin yarattığı bu var-yok halinin dehşeti diğer hastalıkların aksine insanlar arası paylaşım ve iletişimin engellenmesini meşrulaştırabiliyor. (Burada bulaşıcı hastalıklar tarihi için iki pandemi epidemi örneğini, veba pandemisi ile çocuk felci/polimyelitis epidemilerini ayrı tutuyorum.) Bu nedenle Sontag’ın çeşitli biçimlerde karşılaştırdığı verem ve kanserlerin aksine korona metaforlarında insansızlık ve insanlık dışılık ön plana çıkıyor. İletişimsizliğin meşruluğu dayatılması; kimsesiz ölümlerin hastalığı…

Günümüzde COVID-19’un verem gibi yaşanmamasının onlarca nedeni var. Veremin bulaşıcı olmakla birlikte tümüyle kişisel, olup uygun koşullarda bir yaşam sürdürülebiliyorsa eğer bulaşsa bile hastalığın görülmeyececeğini de biliyoruz. Veremin kendisini bir hastalık olarak göstermesi kişiye, koşullara sonuna dek bağlıdır. Tekrarla, sınıfsaldır. Tıpkı en başta nedensiz ve gereksiz bir tartışmada dile getiridiği gibi. COVID-19’da sınıfsaldır. Araştırma yapılmasının yasaklanmasının ve bilim insanı olduğunu iddia edenlerin mırınkırınlarının aksine bu emre sonuna dek uymalarının sebebide budur. İstisnalar burada bu hastalığında emekçilerin-yoksulların-yoksunların hastalığı olabileceği kuralını doğrulamak için vardır.

*

Bir pandemi için “karşılaştırma” gereeksinimi duyuluyorsa eğer başvurulardan birinin ayrıntılarını öncekilere göre daha iyi bildiğimiz Kara Ölüm / Veba olması gerekir; ancak bu “başvuru”  karşılaştırmak ya da örnek almak olmamalıdır. Tabii aradan geçen yüzyıllar boyunca bilimsel düşünce ve bilimsel yaklaşımın değiştiğini kabul ediyorsak eğer (!) 14. yüzyıl başlarından itibaren neredeyse tüm Avrupa’yı kasıp kavuran, bir çok tıp tarihi / tarih kitabında dillendirildiği gibi “Avrupa’yı düzleyen” veba salgını 14. yüzyılda on milyonlarca kişinin ölümüne neden olmuş ve kıtayı “yeni düzenlemelere” açık hale getirmiştir. Salgın daha sonraki yüzyıllarda da, neredeyse 19.yüzyıl ortalarına kadar devam ettiyse de izleyen dönemlerde daha “yerel” olmuş ve ampirik yaklaşımla yapılan müdahalelerinde etkisiyle olsa gerek kendini sınırlamıştır. 14. yüzyıldaki salgının böyle hızlı ilerleyişinde tüm tarih kitaplarının üzerinde durduğu birbiriyle doğrudan bağlantılı iki unsura dikkat çekilmektedir; bunlardan ilki salgının kıtaya gelişine Yakın ve Ortadoğu’dan yapılan gemi ticaretinin neden olduğu şeklindedir. (Başlangıçta COVID-19 için en dehşetengiz görüntüleri gördüğümüz, ürpertici haber/öyküleri okuduğumuz ülke İtalya idi. Milano’daki ticaret fuarının Çin’den gelen katılımcılar aracılığıyla İtalya’da hastalığın odağı olduğu uzun süre iddia edilmiştir.)

Kitlesel-kütlesel önem arz eden her salgın (=pandemi) gibi bir musibet olarak tanımlanmaktan kendini koruyamamıştır. Salgını yaşayanlar için salgının kaynağı hep “ötekinin” varlığını sürdürdüğü yerdir. Kara Ölüm / Veba da böyle olmuştur, sfilizde de. Dinsel ideolojilerin bu türden bir ötekileştirmede payı olduğu kadar kazancı olduğunu da unutmayalım. AIDS’in ötekisi eşcinseller ve sefahat mekanlarıdır, kolera gecekonduların hastalığıdır örneğin. Koleradaki ötekileştirme sistemden bağımsızlaştırılarak savunulur. Yoksulluk bu savunuyu yapanlara göre toplumsal değil bireysel bir sorundur!.  COVID-19 ise uzunca süre küresel egemenler tarafından “Çin Hastalığı” olarak tanımlanmış mıdır? Nitekim daha sonra etkinleşen varyantında “Hindistan Varyantı” olarak tanımlanması ve politik itiraz gelene kadar böyle tanımlanmada ısrar edilmesi ve bunu eskimiş birçok solcunun ağzından bile duymamız hastalık tarihine düşülen bir not olarak kalıcılaşmıştır. (Benzer sol çevrelerin –her ne kadar komünist parti adını alsalarda bir fan klüp olmaktan öteye gidemeyen partilerde gençlik hezeyanlarını doyuran kimi solcu bilim insanlarının, örnek olsun Hindistanda yapılan aşı çalışmalarını “çakma” diyerek yok saydıklarını, muhalif kanal müdavimlerinin kongre bedeli karşılığı olarak “Çin aşısını” yaftalaması yapması onu küçümseyip “illa ki Anglo-Sakson aşıları” demesi ve buna rağmen “Çin Aşısını” ilk yaptıranlardan olduğunu görmedik mi?)

Önceki paragrafa dönersek; ikincisi ise daha önemli, en azından COVID-19 piyasa ilişkisini iredelemek açısından, veba yıllarında ticaretin/sevkiyatın hastalığın yayılımındaki öneminin o yıllarda da az da olsa anlaşıldığını okuyoruz. Buna rağmen ticaret durmamış ticaret burjuvazisi kendini geliştirirken azalan nüfuslar kent devletlerin zayıflamasına neden olarak, paradoks sayılmayacak biçimde yeni burjuvanın “küreselleşmesini” zorunlu kılmıştır. 

Korona ile piyasa ilişkisi ise kendi doğrultusunda gelişirken sermaye aktarımlarına ve yatırımlarına yön verebilmiştir. Ancak piyasa değeri olan aşı dışında –piyasa aşıya doymamış olmalı ki ilaç çalışmalarında yeterli ve o çok övülen çağın ötesinde olduğu iddia edilen tıp bilimi virüsün yapısı çok zamandır biliniyor olmasına rağmen beklenen başarıyı yakalayamamıştır- bu yatırımlar koruyucu hekimliğe yönelmemiştir. Bu süreçte ise  aşı bir koruyucu hekimlik bileşeni olarak görülmemektedir. Patent tartışmalarının sonuçsuzluğunu bir yana bırakın patentin haklılığının savunulması, yoksulların birkaç liralık aşıya dahi ulaşamamaları, zengin ülkelerin fazla almakla övündükleri on milyonlarca aşıyı yoksul ülkere vermek yerinekullanım süresi dolduğu için çöpe atmaları bu sürecin insanlık adına şimdiden utanç örneklerini oluşturmaktadır.

Bilim insanlarının korona önlemleri için veba çağının bile gerisinde önerilerle karşımıza çıkmaları ise açıklanamaz şekildedir. Tüm sürecin piyasa tarafından yönlendirildiğini kabul etmek zorundayız. “Muhalif” bilim insanlarının bu süreçteki rolü ise piyasa talepleri için maniplatör-fasilitatör olmak şeklindedir.

*  

Kuşkusuz Avrupayı düzleyen on milyonlarca insanın  ölümüne neden olan –dönemin kilise ve kent devlet arşivlerinden yapılan çıkarımlara göre 30-50 milyon- vebadan aristokrasi, ruhban sınıfı, beyler ve yeni palazlanan burjuvazi, tüccarlar da nasibini almıştır. Ancak hastalığın kalabalık ortamlarda, sağlıksız kasaba ve kentlerde daha çok görüldüğü ve ölüme sebep olduğu farkıdalığı oluştuğu andan itibaren yukarıda kısmen sıraladığımız “sömürgenler” hızla şato, kır evi, villa, manastır vs. mekanlarına çekilerek “kapanmışlardır”; ölüm her zaman olduğu ve olacağı gibi sömürülenlerin, yoksul ve yoksunların payına düşmüştür. (Bu “kapanmanın” en kışkırtıcı örneğini, çağın ruhunu yakalamamıza da aracılık eden Dekameron Öyküleri/Boccaccio verir.) Pandemi sürecinde önerilen “kapanma” ise bir veba parodisinden başka bir şey değildir. Gerekliliği tartışılır, öneri tıbbi bilimsel kanıttan yoksundur. Ancak metafor arayışında bize yol gösterici olacak unsurları bolca içerir. Bu yazının yazıldığı günlerde Avustralyanın 107 günlük tam kapanmayı sonlandırdığı haberi geldi; toplumsal bağışıklanma sağlanmadıysa üç hafta sonra “hastalığın” yeniden görülmesinin önünde hiçbir engel yoktur; birçok tam kapanma macerası hüsranla sonuçlanmışken ısrarın nedeni bilim dışında da aranmalıdır! (Yeni Zelanda gibi hastalıkla mücadelede çok başarılı olduğu iddia edilen ülkerde dahi hastalığın tekrar tekrar ortaya çıktığını görüyoruz; bu yöntemlerle başarısızlığın itirafı zorunlu gözükmekte!)

Victor Hugo’nun kapanma ve/veya kapatılmayı “iğdiş edilme, yaşamla bağları kesme ve uygarlığın veremi”olarak gördüğünü anımsayalım. Tüm “bilim insanlarımızın” sahip çıktığı 65 yaş üstüne uygulanan vahşeti  ise hiç unutmayalım.

*

Bu süreçte “Hayat Eve Sığar” şeklindeki sonuna dek faşizan bir slogana kitlelerin inanması-biat etmesi istendi. (Bu arada bunun falanjistlerin pek sevdiği bir slogan olduğunu anımsatalım. Ve bir “anımsatma” daha:  hayat sokaktadır, sokak hayattır… cirosunun önemli bir kısmını estetik-kozmetikle sağlayan tıp sektörünün zafiyetini örtmek dışında hiçbir anlamı olmadığını gördüğümüz HES ile, bu şekildeki bir ideeolojik müdahale ile insanlar arası iletişimsizlik meşrulaştırılmış olmaktadır. Üstelik bu yaklaşım vahşi bir diğer uygulamayı da meşru kılmıştır; yaşlılara yönelik kısıtlamaların onları yalnızlıklarıyla ister koronadan olsun ama daha çok diğer nedenlerle ölümle tanışmalarının sağlanması kapitalizmin gelecek günlere yönelik bir provası olabilir mi? Her ölüm yalnızdır; kimsesizlikte ölmek için bir dekor oluşturmuştur pandemi. Bu durumu meşru kılmış ve bu süreçte en büyük desteğini –belki de birçok zaman olduğu gibi, ancak hiç bu kadar açık olmayan bir şekilde- “bilim insanlarından” almıştır. İlginç olan bir diğer şey ise önlem adı altındaki hiçbir etkisi kanıtlanmamış tüm faşizan dayatmalara sonuçlarını hiç düşünmeksizin sol’un / solcu bilim insanlarının bilim retoriğinin arkasına sığınarak sahip çıkmalarıdır. “Bilim adına yapılan dayatmaların” kronik hastalığı olan hastalarda neden olduğu tahribata yönelik hiçbir çalışma yoktur.

*

Sontag’ın temel izleğini oluşturan verem, ölüme ait algıları ve ritüelleri (lirik-şiirsel bir ölüm) ile kişiye gösterilen nezaketi örneklerken, Sontag’ın denemesine sonradan eklediği AIDS ile karşılaştırılması imkansız olan bir kimsesiz ölüm hali dayatılmış, Kara Ölüm günlerinde bile okuduklarımızdan öğrenebildiğimiz kadarıyla yaşanmayan trajik ölüm sahneleri pandemi sürecinde haklılaştırılmış, kanıksatılmıştır: “Kurallarımıza uymazsan ölürsün, tıbbın yapabileceği bir şey yok / iflas nedeniyle kapalıyız demek gibi bir şey!

“İnsan” kavramına yönelik tanımlardan biriside onun “ölüsünü gömen bir yaratık” olduğu şeklindedir. Kara Ölüm bilinmezliğinde ve “karanlığında” bile ölüsünü gömen insanın bu eylemini yapmasına “piyasa” ve tıp izin vermemiştir. İnsanın-insanlığın ölüm karşısındaki tavrına yönelik bu sıçramalı müdahalenin yarattığı küresel-insanal anksiyete halinin sonuçları hiç kuşku yok ki çok da geçmeden antropolojinin konusu olmaya aday görünmektedir.

Birkaç paragraf önce bıraktığımız yere, Sontag’ın metnine dönelim yeniden, önce verem; hastalık tanımlanana ve uzun bir süre sonrada tedavisi gerçekleştirilene kadar verem’in romantik çağrışımları beraberinde getirdiğini örnekler yazar. Bu arada vereme ait tüm romantik çağrışımların unutulduğunu ve günümüzde veremin, özellikle küresel yoksullaşmanın günden güne katlanarak artışına bağlı olarak yoksullar, emekçiler arasında hızla arttığını biliyoruz ve ne yazık ki romantik çağrışımlar geride kalırken şimdi veremli hastalarla olan iletişimlerimizde yaşadığımız, gördüğümüz ve algıladığımız şey acz, çaresizlik ve beraberinde getirilen sönük isyan olmakta. Günümüzde, geçmişteki romantik hüzün yerini özgün bir utanca bırakmış görünmektedir. Verem artık kişinin değil toplumun sorunudur, toplum ise onu her haliyle görmezden gelmeye, yok saymaya koşullanmış gibidir; ötekinin yok sayılan görmezden gelinen hastalığına dönüşmek üzeredir ya da dönüşmüştür.

Korona ise bırakın 19. yüzyılda üretilen bu kavramları, kendisinden-ortaya çıkışından önceki tüm kavramlar ve tanımlamalarla ilişkisini kesmiş bir görünümdedir; ve bu ilişiksizlik hali bilimin desteği ile biçimlendirilmekte, “bilim ve teknoloji faşizminin” desteği ile tıp otoritesi (=iaotokrasi) kendisini yeniden üretmektedir. Tıp –ve tabii ki piyasa- onu kendisinden önceki “herşeyle” ilgisiz kılmak için, insanla ilişkisiz kılmak üzere tüm gücünü ve yeteneğini kullanmaktadır; “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” (HES’i tamamlayan bu söylemin/sloganın da her türden otoriteyi meşrulaştırmaya bir başlangıç olarak görüyorum.) Yeni bir çağın başlangıcını niteliyorsa eğer bu hastalık, “yeni çağda” insan nerede olacak. Yoksa COVID-19’a bir metafor bulunamayacak mı?

*

Sontag’ın metninden yola çıkarsak “bir sonuç durumu/bir sendrom” olan AIDS’i eski çağların bütün günahlarını taşıyan ve bu arınma ile yeniye geçişi sağlayan bir olgu olarak değerlendirebiliriz. Konumuz bağlamında AIDS’in söyle bir özelliğini dile getirelim: tümüyle kişisel olan bu hastalık stigmatizasyonlar nedeniyle kişinin ötekileştirilmesine neden olmuştur. Kişiye bir utanç yüklenmesinin aracısıdır. Ve bu stigmatizasyonların etkisini bugün gelinen noktada bile hala yoğun bir şekilde etkisini gösterdiğini söylersek yanılmış olmayız. Sıklıkla başladığı dillendirilen yeni çağın öncesindeki küresel ricat çağının, muhafazakar neo liberal çağın günah keçisidir.

*

Aradan iki yıl geçmesine rağmen –en az!- hastalığın “bilinmezliğine” dair “konunun uzmanlarınca” yapılan itiraflar siyasetteki “yeni ortaçağ” metaforunu da dolaylı olarak desteliyor. En başından beri bilim dünyası ya net bir şekilde içine düştükleri acze dair şaşkınlık yaşıyor ya da şaşkınmış gibi yaparak örtmeye çalıştıkları “şeyler” var. Neler olabileceğine dair tüm tartışmalar ise bilim karşıtlığını güçlendirirken hurafelere kapıları sonuna dek açmakta. “Bilim insanlarının” kanıtsız ve çelişik, piyasa bağımlı ifadelerinin de aşı karşıtlığının güçlenmesine aracılık ettiğini düşünüyorum. (Aşı karşıtlığı mesnetsiz bir bilim karşıtlığına dönüşmüş durumda ve küresel bir sorun; ilginç olan şey ise köktendincilerle ırkçıların, yeşillerle herbokolojist entelektüellerin nedenini bilemedikleri ve açıklayamayacakları bir biçimde hiçbir dayanağı olmayan zavallı bir “tez” etrafında bir araya gelebilmeleri.) 

Ancak “temel yapısı bunca zamandır bilinen bir virüse karşı kelle-paçadan daha etkin bir ilaç bulunamamıştır” demenin de bilim karşıtlığı değil var olanla yüzleşmek olduğunu söylemek mümkün. Piyasa bu “bilinmezlik efsanesi” üretiminin neresinde durmaktadır? Sanırım bu soru doğru ve haklı bir sorudur. Yüzleşme sürecinin başlaması için uygun bir sorudur. COVID-19 ile “piyasa” arasında bilim insanları aracılığı/ve yer yer taşeronluğu ile bu bilinmezlik ortamında kendisini sürekli yenileyen ve üreten bir ilişki olduğunu gözlemlemiyor muyuz?

*

Robert Koch’un tüberküloz basilini bulmadan önce, 1881 yılındaki tıp kitaplarında veremin nedenlerinin kalıtsal eğilim, elverişsiz ikllim koşulları, kapalı yerlerde yaşamak, yetersiz havalandırma ve ışıksızlık ve “sıkıntı veren duygular” olduğu bilgisini aktarıyor Sontag. İşte “bu amrisizm halinin COVID-19 neresinde durmaktadır?” sorusunun da tam zamanı; bundan yüzelli yıl önce vereme yakıştırılan “nedenler”, bugün korunma yöntemi olarak dillendirilmektedir. Ve tekrarla, kanıttan yoksundurlar. Bir tekrar daha: tüm nedenler ve günümüzdeki korunma önerileri “”toplumsal gerçeklikten” bağımsız düşünülmektedir ve hatta rasyonal bile değildir. Olsa olsa irrasyonel olanı rasyonel kılma dayatmalarıdır. 

“Koruyucu Tıp” uygulamalarının piyasa değeri olmadığı için onlarca yılladan bu yana neredeyse “unutulduğu” bir ortamda sağaltımın yerini “korunmacı tıbbın” alması (koruyucu tıbbın değil) öncelikle tıp bilimi olmak üzere tüm bilimsel alanlarda (artık çoklukla “tıp sektörü” tanımlaması kullanılıyor!)  bir restorasyon sürecine girildiğinin göstergesi olabilir mi; retoriğe kanmayalım: “restorasyon” gericiliktir. Pandemi, kapitalizmin tekrarlayan/sarmal krizlerinin tam ortasına denk gelmiştir. Restorasyon kapitalizmin tüm  bileşenleri için –kapitalist tıp ya da tıp sektörüde buna dahil- krizi sürdürülebilir kılmanın birer aracı olabilir; kuşkusuz piyasa bir bütün olarak bunun farkında ve pandeminin yarattığı tahribatı kullanırken olup bitenler ise hastalığın sonucu hanesine yazılabilmektedir.

İşsizlik, işten çıkarmalar, home-office çalışma (kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi), esnek mesai (ne yazık ki ‘tembellik hakkı’ değil!), zorunlu tasarruf; pandemi sürecinin geçiştirilmesi bahanesiyle piyasanın sonuna dek desteklediği emeğe ve emekçiye doğrudan saldırı anlamına gelen bu ve benzeri uygulamaların bolca provası yapıldı. Pandemi döneminde, sonrasında devamı için meşruiyet kazandı. Küresel kapitalizmin o çok sevdiği söylemle, pandemi krizi ekonomik krizden çıkış için fırsat sağlamıştır; kriz fırsata çevrilmiştir.

*

“Kanser betimlemelerine biçim veren metaforlar ekonomi dilinden değil, savaş kurmaylarının dilinden türetilmiştir” diyerek devam ediyor Sontag; sadece kanser değildir söz konusu olan, verem başta olmak üzere birçok bulaşıcı hastalıkla birlikte konumuz bağlamında özel bir konumu olan AIDS’e dair metaforların üretiminde de militarist dil sonuna kadar hakim: hastalık tüm vücuda “saldırıyor”, metastaz (köprü) aracılığı ile “istila” ediyor. Vücudun “savunması” bu istila ve saldırılara yeterli yanıt veremiyor; tedavi için ışın “bombardımanı” kullanılıyor… Tedavi sağlıkçılar ve politikacılar tarafından bir “savaş” söylemiyle yürütülüyor. Kullanılan ilaçlar “hedefe yönelik mermi” olarak adlandırılabiliyor.

Diğer taraftan kullanılan ilaçlar ve tedavi yöntemleri, kapitalizmin birçok üretimi –ve bizatihi kendisi- gibi birçok hastalığı nedeni; en başta kanserin.. COVID-19 içinde benzer, çoğu kez komplo koksa bile hiçbir arayış kapitalizmden bağımsız değil. Geniş tanımıyla “çevre” ve iklim değişikliği hastalığın ortaya çıkış nedenleri arasında sıkça dillendiriliyor. “Diğerlerinden” farklı olarak belki de bu nedenle COVID-19 “betimlemelerine –ve sürecine- biçim veren metaforlar ise savaş kurmayalarının dilinden” değil “çevrenin”, “ekolojinin” ve ekonominin dilinden üretiliyor. Başa dönersek pik/peak söylemini de buraya oturtabiliriz: hastalık bir “yanardağ gibi” patlıyor, yeni pikler bir “tsunami” gibi üzerimize gelirken pandemi piyasada “deprem etkisi” yaratırken  aşı hakındaki gelişmeler borsada “bahar havası” estirip hisselerin “yeşillenmesini” sağlıyor, aşılama sonucunda bu “fırtınanın” atlatılacağı, eski “güneşli günlere” dönüleceği kehanetinde bulunuluyor.

*

Sontag’ın sözleriyle sonlayalım: “Hastalıklar ve onların tedavilerine yakıştırılan metaforların hepsi, eşit derecede iğrenç ve tahrif edici değildir. Benim yok edilip silindiğini görmeyi en çok (AIDS’in ortaya çıkışından beri daha da çok) istediğim metafor askeri metaforlardır. Onun karşıtı olan, tıbbi kamu sağlığı modeli de, sonuçları bakımından en az onun kadar tehlikeli ve kapsamlıdır, çünkü böyle bir yaklaşım yalnızca otoriter yönetimlere inandırıcı baskı uygulama bahanaleri sağlamakla kalmaz, aynı zamanda, üstü kapalı bir şekilde devlet desteğine sahip baskılar ve şiddetin gerekliliğini de akla getirir.” 

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)