Marksizm ve Din

-Başlangıç İçin Saptamalar-

1- Din konusunda Marks çok az yazdı, Engels ondan biraz daha fazla ve farklı boyutta ele aldı din konusunu. Lenin, önde gelen tüm Marksistler arasında din konusunda en fazla yazan isimdir ve onun yazıları da sorunun bir başka yönü üzerinde yoğunlaşmıştır. Fakat genel olarak hem Marks, hem düşünsel ortağı Engels, hem de ardılları Lenin. Troçki, Lüksemburg, Kautsky, Gramschi gibi isimlerin en az değilse de pek az kalem oynattıkları alan oldu din konusu.  Marks ve Engels,  entelektüel ve siyasal mesailerinde, teorik sistemlerinin temel ayrım noktalarını ortaya koyma işine doğal olarak daha çok zaman ayırdılar. Bu nedenle din konusunda derinleşmeye zaten fazla zamanları olmadı. Ama yine de kritik önemde gördükleri hususların altını çizdiler. Konuyla özel olarak ilgilenmemelerinin nedenlerinden birisi de kurdukları düşünsel sistem içinde dine tarihin seyri üzerinde kendi başına çok belirleyici bir rol atfetmemeleriydi. Yazdıklarında, dine atfedilen ikincil önemi net biçimde görebiliyoruz. Vakitleri olsa muhtemelen bu alandaki görüşlerini daha bütünlüklü ve daha ayrıntılı biçimde formüle ederlerdi; ama yine de din konusu onlar için tali kalmaya, belirleyen değil belirlenen bir konu olmaya devam ederdi. Kendilerinden sonra gelen Marksistlerde büyük olasılıkla aynı nedenle, teorik ve siyasal mesailerinde dine özel bir yer ayırmayı gereksiz görmüşlerdir. Bu konunun tek istisnası Lenin’dir.  Lenin’in konuyla daha fazla ilgilenmesinin nedenlerinden biri 1905 devriminin yenilgisi sonrası Rus Marksistleri arasında ortaya çıkan “tanrı yapıcılık” dediği bir “sapmayla” hesaplaşma gereği duymasıydı; fakat bu ilginin esas kaynağı yeni kurulan Sovyet Devleti’nin din politikasınınım formüle edilmesi gibi bir zorunluluktan kaynaklanmıştır.

2- Marks’ın din konusundaki yazdıklarını iki döneme ayırmak gerekir. İlk döneminde Marks “yabancılaşma” ve” sivil toplum” gibi kavramsal araçlara tahlillerinde belirleyici yer vermekteydi. Zira henüz artık değer, sınıf mücadelesinin belirleyici rolü gibi Marksist kavramsal araçlarını inşa etmemişti. İlk din tartışmalarında Marks’ın yabancılaşma, yanlış bilinç, ideoloji gibi kavramlara belirleyici bir önem atfettiğini görürüz. Bu dönemde din meselesini temelde felsefe ile din, akıl ile boş inancın çatışması ekseninde ele aldığı kanısını uyandıran çok sayıda ifade de söz konusudur. İkinci dönem ise Marks’ın artık “Marksist” olduğu dönemdir. Tarihsel materyalizmi inşa eden, sınıf mücadelesinin pek çok kavram ve kurumun inşasında özel bir rol oynadığını keşfeden Marks, bu süreçten sonra dini her şeyden önce nesnel, tarihsel, sınıfsal ve siyasal bir olgu olarak görmeye başlamıştır. Yani Marks için artık insanın özgürleşme serüveninde asıl sorun, asıl mücadele, akıl ve iman, din ile felsefe arasındaki çelişme ve mücadele değildir. Belirli tarihsel gelişme aşamasından sonra toplumların sınıflara bölünmüşlüğü ve kendini devlet halinde örgütlemiş egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki toplumsal ilişkiler, çelişkiler ve mücadelelerdir. Tarihin motoru, özgürleşmenin dinamiği buradadır.

3- Bu saptamamız, Marks’ın dini, yabancılaşma, yanlış bilinç ve-ya ideoloji ekseninde ele almasının Marksizm öncesine ait ve dolayısıyla vazgeçilen ya da vazgeçilmesi gereken bir yaklaşım olduğu anlamına gelmiyor.  Marks bunlar arasına bir tek sivil toplum kavramlaştırmasından vazgeçmiştir.[1] Kaldı ki Marks’ın sivil toplum kavramını kullanışı bile henüz Marksist olmamışsa da Marksizm’in beyninde az çok ete kemiğe bürünmeye başlamış bir cenin olarak varlığını haber verir niteliktedir.  Yabancılaşma teorisinin önce oluşmasını Marks’ın nedenden önce sonucu tahlil etmesi olarak yorumlayabiliriz. Bir müddet sonra yabancılaşma artık sömürü, sınıfsal ayrışma vb. ile bağlantılandırılarak ayakları üstüne dikilecektir. Din söz konusu olduğunda yabancılaşma hala dinin varlık nedenleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Ama sınıflara bölünmüşlüğün, sömürünün ve üretim, planlama ve yönetim süreçlerinden koparılmışlığın bir sonucu olarak. Yabancılaşma insanın kendi ürettiklerini kendinden üstün görmesinin, eylemleri ile sonuçları arasındaki nedensellik ilişkisini kuramamasının, kaybetmesinin ve-ya bu nedenselliği baş aşağı çevrilmiş biçimde algılamasının -ya da algılatılmasının- bir ifadesidir. Ki din de,  varlık ve eylem ile onların sonuçları arasındaki nedenselliğin baş aşağı biçimde kurulmasının daha makro tezahürlerinden biridir. Nedenin sonuç, sonucun neden olarak algılanmasıdır.

4- Marks’ın dini ideoloji olarak yorumlamasının arkasında da hem nedensellik ilişkisinin bu çarpık kavranışı ve hem de dinin, egemen sınıflar tarafından zorun ve eşitsizliklerin karşısında ezilenleri etkisiz ve sessiz kılacak bir ikna ve rıza aracı haline dönüştürülmüş olması gerçeği vardır. Marks’ın yazdıkları onun genel olarak dini ortaya çıkaran bütünsel nedenler ve alt sınıflar nezdinde alabileceği çeşitli biçimler üzerinde durmaktan ziyade egemen sınıflarca kullanılan bir yanılsama yaratıcı araç niteliği üzerinde durmayı daha önemli gördüğünü gösterir niteliktedir. Gerçi çok bilinen “Dinsel açlık bir yandan gerçek açlığın dışa vurumu biryandan da gerçek açlığa karşı bir protestodur. Yarattığı bunaltan içli bir ezgi olan din, tinin dışlandığı toplumsal koşulların tini, kalbi olmayan bir dünyanın ruhudur. Din, halkların afyonudur”  paragrafı aynı zamanda dinin çeşitli fonksiyon ve roller oynayabileceğine dair Marks’ın zihinsel açıklığa sahip olduğunu göstermekteyse de, Marks’ın din ile ilgili yazılarında, dinin “afyon rolü” üzerinde daha belirgin biçimde durduğu da açıktır. Bu çerçeveden baktığımızda dinin egemen sınıf tarafından bir ideolojik aparat olarak kullanması çok yaygın ve egemen bir durum olmasına karşın tam tersi durumlarda yani egemen sınıfa karşı mücadelenin bir ideolojisi olarak kullanılabilen özelliğinin de vurgulanması gerekir. Ki, Engels yazdıklarıyla dinin bu ikili yanını göstermiş ve dine ilişkin Marksist yaklaşımı daha da bütünsel kılmıştır. Bu durum Marks’ın dini bir ideoloji olarak tanımlamasını yanlışlamaz. Zira “egemen sınıfın ideolojisi” ile “egemen ideoloji” aynı şeyler değildir. İkisi arasındaki fark egemen ideolojinin alt sınıflara has ya da tüm toplumu kesen değerler kümesinin egemen sınıfın ideolojisine entegre edilmesiyle oluşturulmasıdır. Zira saf biçimde egemen sınıfın ideolojisiyle tüm toplumu kuşatabilecek bir rıza üretimi olanaksız olurdu.

5-Marks’ın “Marksist” haline gelişi yalnızca dine değil felsefeye bakışını da değiştirmiştir. Marks’ın inanç karşısında akılın, din karşısında felsefenin yanında net ve hatta koşulsuz pozisyon alışı; kayıtlı ve koşullu ve duruma bağlı bir muhteva almıştır.  Zira artık Marks, kendi varlık temellerini aklın, sözün ve toplumsallıktan azade soyut insanın üzerine oturtan o güne kadar ki felsefeyi de eleştirilmesi ve aşılması gerekenler listesine eklemiştir. Bu noktadan sonra Marks için felsefe ile din, akıl ile iman arasındaki ilişki antagonist bir ilişki olmaktan çıkmış, çatışmalı ama aynı zamanda aynı tarihsel, toplumsal ve sınıfsal olgunun iki farklı yüzü haline gelmiştir. Akıl ve iman, din ve felsefe arasındaki mücadele ise bu dinamiğin yan ürünü, farklı bilinçsel yansımalarıdır.  Marks için artık o güne kadar ki felsefede temel olarak gıdasını gerçek kişiler ve gerçek toplumsal ilişkilerden değil toplumsal ilişkilerden azade soyut ve tarih dışı bir insan ve akıldan aldığı için gizemciliğin ve skolastizmin batağındadır. Yani din gibi diyalektik tarihsel materyalizm öncesi felsefe de gerçekliği baş aşağı biçimde resmetmektedir. Aklın ürünü sözlerle dünyayı değiştirebileceğini zanneden felsefe de, bu çerçevede seküler seçkinci bir “din” olmanın ötesine geçemez.[2]   Gerçeği değiştirmeye değil meşrulaştırmaya hizmet eder. Felsefe tarihsel materyalizmle ilk defa bilimsel bir nitelik kazanarak sözün yerine gerçek toplumsal ilişkileri analizin merkezine koymuş ve o dönemin sözleri olan felsefe ve dini de bu nesnel-toplumsal-sınıfsal eksen üzerinde anlamak ve açıklamak olanağı ortaya çıkmıştır. Tarihsellikten ve sınıfsallıktan azade saf ve doğrunun temsilcisi bir akıl yoktur, dolayısıyla öyle bir aklı merkezine alan felsefede aşılmak durumundadır. Tarihi saf ve doğru bir akıl ve saf ve yanlış boş inanç mücadelesi saymak ve özgürleşmeyi bu saf aklın bu safsata üzerinde egemenliğini tesis etmesi olarak yorumlamak aklı, nesnel, toplumsal ve sınıfsal koşullardan soyundurarak tarihsizleştirmek, aşkınlaştırmak ve kutsallaştırmak demektir. Din gibi felsefede baş aşağı durmaktadır. Dolayısıyla biri kuşkusuz daha ileride ve daha yetkin olsa da neticede her ikisi de ayrı tarihsel, toplumsal ve sınıfsal gerçeklerin değişik düzeylerdeki çarpık yansımalarıdır. Hegel, aklı zamansal (tarihsel) ve diyalektik biçimde ile alarak idealist felsefenin zirvesine ulaşmıştır. Ama hala baş aşağı duran bir zirvedir bu. Marks, Hegel’i ayakları üstüne oturtarak diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemi geliştirmiştir. Bu yöntemle yalnızca dini değil felsefeyi de ayakları üzerine dikilerek doğru analiz etmek koşulları oluşmuştur.

6- Bunun en önemli nedeni ilk olarak aklın ve felsefenin de sınıfsal nitelik taşıması ve ikinci olarak, aynı sınıfsal-toplumsal zeminin bir türevi olarak aklı kullanma ve geliştirme olanaklarının toplumsal planda eşitsiz dağılımıdır. Felsefeciler genel olarak egemen dinsel inançlarla çatışmalı bir barışıklık içinde olmuşlardır. Zira kavgalarının nedeni istisnalar bir yana asıl olarak eşitsizliğe, ezme ezilme ilişkisine, köleliğe, kadın cinsiyetinin baskı altına alınmasına vb. yönelik bir kavga değildir. Kavgalarının nedeni iki ideolojik hegemonya aktörü arasında seyreden iktidar içi bir kavgadır. İktidarın akla dayanan seküler (budünyacı) ideolojik kaynağı ile aklı dışlayan ya da ikincilleştiren “ötedünyacı” ideolojik kaynağı arasındaki bir kavga. Marks daha çok dinin iktidar tarafından kullanılması olgusu üzerinde durduğu için onun yazdıklarından dinlerin egemen sınıfların kendi icatları olarak değerlendirildiği gibi bir sonuçta çıkabilmekte, çıkarılabilmektedir. Engels’in yazdıklarıyla beraber düşünüldüğünde -ve mevcut bilgilerimizin de bizlere gösterdiği gibi- dinler toplumun alt tabakalarının ya da mevcut iktidar yapısına alternatif olan yeni iktidar adaylarının bir icadıdır. Bu bakımdan felsefeye göre alt sınıfların ve ezilenlerin sesi, çığlığı, özlemleri dinlerde daha çok yankılanmaktadır. Felsefe, kafa ve kol ayrımı içinde kol emeğinden uzaklaşan, yabancılaşan ve maddi üretimi aşağılık bir iş olarak gören, kol ile çalışanları “rasyonel akıl”dan uzak ve hep öyle kalmaya mahkûm düşkün yaratıklar olarak küçümseyen, bu kesimlerin özlemlerine sırt çeviren, kulak tıkayan bir elitin uğraşı olmuştur. Bu nedenle bu kesimlerin aklın egemenliği ile özgürleşme arasında kurdukları nedensel bağ alt sınıfları kapsamamakta, aksine alt sınıflar bu yetiden uzak olduğu için aklı temsil edenler tarafından yönetilmeye mahkûm kabul edilmektedir. Dolayısıyla filozoflar ile din adamları arasındaki mücadele, akılı toplumun alt katmanlarına yaymak isteyen felsefeciler ile buna karşı çıkan din adamları mücadelesi değildir. Felsefeciler din adamlarının iktidarın ideolojik elitleri konumunu sarsmak amacıyla halk için yeni ve mevcuda göre akla daha çok önem veren yeni bir din yaratma işine soyunurken; din adamları da, iktidar içindeki konumlarını korumak ve felsefecilerin etkisini kırmak için din anlayışlarına biraz akıl ve felsefe zerk etmek yoluna gitmişlerdir. [3]

7- Sanırım Marks’ın din ile ilgili yorumlarını -Engels’in yazdıklarıyla da birlikte ele alarak- şöyle formüle etmek söylediklerimizi daha çarpıcı ve daha anlaşılır kılacaktır.  Belirleyici olan artık din-felsefe çatışması, akıl-inanç çatışması değildir; belirleyici olan din ya da felsefe ayrımı değildir; öncelikle belirleyici olan kimin çıkarlarının seslendiriliyor oluşudur. Bu anlamda egemen sınıfların felsefesi ve dini bir yanda ezilen sınıfların felsefesi ve dini diğer yandadır. Engels’in din konusunda yazdıkları dinsel ideoloji bayrağı altında da ezilenlerin mücadelesinin kendisini ifade edebileceğini ve egemen felsefenin de ezilenlerin dinsel direnişi karşısında tam tersine siyasal bakımdan gericiliğin temsilcisi haline gelebileceği gerçeğine dikkat çeker niteliktedir. Din ve felsefe kendi başlarına, sınıfsal gerçeklikten azade biçimde ilerici ya da gerici olarak nitelenemezler; asıl mesele, sınıfsal ve siyasaldır. Felsefe-din, akıl-inanç çatışması bu çerçevede ikincil bir öneme sahiptir. Aklı kullanma yöntemi olan felsefenin,  bu ontolojik ileriliği ya da ilericiliğine rağmen  -özelikle de siyasal anlamda- kendiliğinden özgürlükçü bir rol oynayacağı söylenemez. Ontolojik geriliğine karışı din açısından da her durumda ve ille de gerici bir rol oynayacağı söylenemez.  Teolojinin ya da felsefi metnin ontolojik yapılarından daha da önemli olan onların gerçek toplumsal ilişkilerle nasıl ilişkilendiğidir.

(devam edecek)


[1] Din konusunda Marksın önce Alman İdeolojisi, Kutsal Aile ve Kapital’de yazdıklarını okuyarak başlamak ve diğer yazdıklarını da buradaki yaklaşımlarıyla bağlantılandırarak okumak en doğru yöntem gibi görünüyor.

Marks sivil toplumu devlet aygıtı dışındaki halk kesimlerini tanımlamak için kullanır. Doğal olarak egemen sınıf sivil topluma değil devlete dâhildir. Genellikle de sivil toplum kavramını tarihsel değişimin devlet ya da kahraman büyük insan aktörlerinin eylemi ile değil sivil toplumun sıradan insanlarının üretim de değil maddi eylemlerinin bir ürünü olduğunu vurgularken kullanır. (bknz Marks,…) ve Feuerbach  Üzerine Tezler’in onuncusunda “Eski materyalizmin bakış açısı sivil toplumdur, yeni materyalizmin bakış açısı ise, insan toplumu ya da toplumsal insanlıktır” diyerek sivil toplum defterini kapatır. Alman İdeolojisi, Sol yayınları, s: 22

“Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı”, K.Marx, F.Engels, Din Üzerine, Sol Yayınları, 4. Baskı, 2008 içinde, s: 35

[2] Marks Alman İdeolojisi’nin önsözünde bu tür düşünceler hakkında alaycı bir ifadeyle şunları söyler: ”Bir zamanlar yürekli adamın biri, insanların sırf yerçekimi fikrine saplandıkları için suda boğulduklarını sanıyordu. Ona göre insanlar, örneğin bunun dinsel boşinanlarla dayanan bir düşünce olduğunu söyleyerek bu fikri kafalarından çıkarıp atsalardı, ondan sonra artık her türlü boğulma tehlikesinden korunmuş olurlardı. Ömrü boyunca, bütün istatistiklerin, sayısız ve boyuna yinelenen tanıtlarla zararlı sonuçlarını kendisine gösterdikleri bu yerçekimi yanılsamasına karşı savaştı durdu. Bu saf yürekli adam, modern devrimci Alman filozofları tipinin aynısıydı.” A.g.e. Sol yayınları, 3. Baskı, 1992, s: 30

[3] Aristo’dan Platon’a, Comte’dan Kant’a, Spinoza’dan Feurbach’a aklı yücelten hatta daha öte giderek materyalist olan filozofların yeni bir akıl dini yaratması ya da var olan dini daha da akılcı hale getirerek muhafaza etmeye yönelmesi bu açıdan son derece anlamlıdır.

 

Mahmut ÜSTÜN