Kötülüğe teslim olmak…

İnsan yaşamını daha iyi, daha güzel koşullarda sürdürmek ister. Bütün çabası, bütün uğraşı bunun içindir. Elinde olmadan içine düştüğü acıların sürekliğine inanmak istemez. Düştüğü yerden hemen kalkmak ister.

İnsanın doğası gereği; daha güzel, daha iyi bir yaşamı hedeflemesi son derece doğal. Bir mağarada, bir ağaç kovuğunda başlayan yolculuğunun modern, akılı binalarda sürüyor olması bunun en açık göstergesi.

Bu süreci hayatın her alanında görmek mümkün. Bilimin, tekniğin gelişmesine neden olan asıl dürtü de yine insanın daha iyi, daha güzel yaşama isteğinden başka bir şey değil. Üretim aletlerinin egemen sınıfların elinde olması, birçok alanda gelişmenin kar dürtüsü ile gerçekleşmiş olması, tarih içinde yaşanan gelişmenin ana eksenini değiştirmeye yetmiyor.

İnsan yaşadığı her çağda, acıların sürekli olmadığına, yaşadığı zorlukların aşılabilir olduğuna inandı. Bu inanç onun zorlukları yenmesinde önemli bir güç kaynağı oldu. Bu bir başka söylemle, insanın kendisini daha yaşanılası bir hayata sahip olmaya laik görmesidir.

Dişe diş kavgalara bu inançla girdi. Zorlukları, barbarlığı bu inançla aşmıştı. İsyanlar, devrimler o zorlu büyük kavgalar bu inancın eseri.

Ancak, bir süredir bu coğrafyanın insanı yaşadığı zorlukların, acıların değişmezliğine kendini inandırmaya başladı. Daha iyi, daha güzel bir yaşamı olacağına olan inancını kaybetti.

Kötülüğe teslim oldu.

Buna gündelik hayatın içinde her gün tanık oluyoruz. En son bir politikacının cumhurbaşkanlığı seçimleri için yayınladığı bildirgesine yapılan yorumlarda gördük.

En sıradan vaatlerin imkansızlığının ileri sürülmesi oldukça ürkütücüydü. TÜİK ve sendikaların açıkladığı yoksulluk sınırı üzerinde bir aylığın vaat edilmesinin imkânsız, hayalci bulunması, dünyanın başka yerlerinde sıradan sayılabilecek sosyal hakların vaat edilmiş olmasını hayal ürünü olarak görülmesi düşündürücü.

Bir o kadar ürkütücü…

Özellikle, “Türkiye’de bu imkânsız” diye başlayan tümcelerin bu ülkede yaşayan milyonlara, ülkenin kaynaklarının sınırlı olduğu, bundan daha iyi bir yaşamlarının olamayacağı algısı kazandırılmış olduğunu bize gösteriyor. Ancak, kendisi için imkânsız gördüğünün çok üzerinde bir yaşamı, seçtiği politikacı için olağan karşılıyor. Kendisi için insanca yaşamak için bir aylığı çok ve imkânsız bulurken, seçtiği liderin 1100 odalı sarayını, onlarca araç, yüzlerce koruma ile, Cuma Namazına gitmesini son derece doğal, olması gereken olarak görüyor.

Elbette bunun anlaşılması, kabul edilmesi sanıldığı kadar kolay değil. Bu paradoks, yabancılaşmanın ulaştığı duraksamayı ve öğretilen çaresizliğin korkunç boyutlarını bize gösteriyor. Daha iyiye ulaşmanın imkansızlığı, insanların beynine kazınmış, iyice nüfuz etmiş durumda. Bunun oradan sökülüp atılması, kendini önceleyin bir bakışa sahip olması, kendisi için yeniden umutlanmasını sağlamak sanıldığı kadar kolay değil.

İletişim araçları üzerindeki tekel, yoğun ideolojik saldırı insanı giderek kendi gerçeğinden kopararak yalnızlaştırıyor. Yaşadığı hayatın, yaşanabilecek olanın en iyisi olduğuna inandırmaya çalışılıyor. Yaşadığı bütün zorluklara rağmen; “Şükür” sözcüğünün her konuşmada sıkça geçmesi, bu kabullenişin ulaştığı duraksamayı gösteriyor.

Daha iyisi, daha güzeli yaşamak sadece bir kesime ait bir şey olarak görüyor. Söz konusu kendisi olduğunda bunu kendi için talep etmiyor, ettiğinde ise en azı ile yetiniyor. Oy verdiği, peşinde koştuğu yönetici, politikacı ondan daha iyi, daha güzel yaşayabilir.

O buna laik, kendisi değil…

Hasan KAYA