Köklerine tutun ülkem, köklerine sıkı tutun, çektiğin acıların derinliğinde yeşereceksin. Çektiğin acıların derinliğinde en onurlu gülüşleri kuşanacaksın. Denizin gökyüzüyle birleştiği yere varacaksın. Yani ufuk çizgisine… Denizlerden vardığın okyanusların mavisinde, hırçın dalgalarla boğuşarak göğün mavisiyle buluşacaksın. Celali bir direngenlikle varacaksın ufuk çizgisine…
Bir polis memuru, “Eğ başını, aşağıya bak” dedi öğrencilere. Öğrenciler, “aşağıya bakmayacağız” dediler karşılık olarak. Ve sonra bir ülke başını dimdik tutarak, gökyüzünün berrak mavisine bakarak, umut yüklü şarkılar mırıldanmaya başladı. Boyun eğmeyen öğrencilere, ülkenin her yerinden «başın öne eğilmesin, aldırma gönül» ezgisinin içtenliğinde destek verildi. Sabahattin Ali’nin Sinop hapishanesinde yazdığı bu şiirin mısraları, bu kez öğrencilerin direnişinde vücut buldu.
Sabahattin Ali’den bugüne pek bir şey değişmedi bizim topraklarda. Bizim ülkemizde “yüce devletimiz”, kendi çocuklarını yutmaktan vazgeçmedi. Sorgulayan, zeki ve cesur beyinleri ya hapishanelerin kuytu hücrelerine attılar ya ölümün dipsiz karanlığına attılar ya da sürgünlerde kimsesizliğin kollarına attılar. Halk, baba figürüyle birleştirerek algıladığı devlete, “devlet baba” demişti. Lakin “devlet baba” çocuklarına şefkatli olmadı hiçbir zaman. Devlet, otoriterdi ve otoritesini sorgulayan kim olursa olsun hiddetini esirgemedi. Bu yüzden bir polis memurunun “başını eğ” talimatının tarihsel kökenleri vardı. Hangi dönemde olursa olsun, gözaltı, hapishane deneyimi olan herkes bu talimatın anlamını bilir. Amaç, karşısındakinin iradesini kırmak, özgüvenini yıkmak, kişiliğini ezmektir.
“Başın öne eğilmesin /Aldırma gönül aldırma/ Ağladığın duyulmasın/ Aldırma gönül aldırma” mısraları ile Sabahattin Ali, bize zulme ve acılara boyun eğmememizi öğütlüyordu. Sabahattin Ali’nin bu öğüdünü nesiller boyu kulağımıza küpe ettik. Ne zaman karanlık ve zulüm çökse üzerimize, “aldırma gönül aldırma” diyerek başımızı dik tuttuk. Birçoğumuz henüz yirmili yaşlarda, daha aşkla bile tanışmamışken kelepçenin soğuk demirinde ısıttık yüreğimizi. Hapishaneler, okulumuz oldu. Sabahattin Ali’den, Nazım Hikmet’ten bugüne kadar değişmedi yazgımız. Lakin hiçbir zaman başımızı eğmedik.
Dünden bugüne en büyük derdimiz, bizim yaşadığımız acıları yeni kuşakların yaşamayacağı bir atmosfer yaratmaktı. Bu yüzden olsa gerek, ülkem insanları tüm baskı ve manipülasyonlara rağmen evlatlarına sahip çıkıyor. Devlet Bahçeli, “bunlar evlatlarımız değil” diye esip gürlese de bu öğrencilerin bizim aydınlık geleceğimiz olduğu gerçeğini değiştiremez. Onlar, Türkiye’nin evlatları ve biz o ülkenin evladıyız, bu gerçeği değişteremezsiniz. İstediğiniz kadar reddedin, biz ülkemizden de ülkemizi sevmekten de vazgeçmeyeceğiz! Vardık, varız ve var olmaya devam edeceğiz.
Devlet Bahçeli’ye sormak lazım, Amerikan emperyalizminin özel olarak yetiştirdiği Alparslan Türkeş midir yerli olan? Yoksa, 6. filoya karşı yürüyen, Amerikan askerlerini denize döken Deniz Gezmiş’ler mi? Ayrıca MHP’nin “ya sev ya terk et” diyen saplantılı ülke sevgisi, aşık olduğu kadını kırk yerinden bıçaklayan erkeklere benziyor.
Ilımlı islam projesiyle iktidara gelen AKP’nin din anlayışından ise islamcılar bile bıktı. Tayyip Erdoğan’ın “zulüm gören türbanlı bacım” klişesi, bugün Boğaziçi’nde Şeyma’nın direngen gülüşüyle yıkılıyor. İşte bu yüzden en çok Şeyma’ya saldırıyorlar. Çünkü, Şeyma ile simgeleşen o duruş, kalıpları yıkıyor. AKP’nin ötekileştirme politikasına ve nefret diline bariyer oluyor bu duruş. Bu nefret dili öyle bir boyuta vardı ki; Saray’a biat etmeyen herkes terörist, dinsiz yahut sapık olarak damgalanıyor. LGBTİ’ler bu furyadan nasibini okkalı şekilde alanlardan oldu. Zaten sürekli ayrımcılığa maruz kalan LGBTİ’ler alenen hedef haline getirildi.
İroni yapmadan ve tüm samimiyetimle soruyorum, sahi bu nefret ikliminden ve bu organize kötülüğünüzden kendiniz de sıkılmadınız mı? Nefretin bu çürük pis kokusu herkese sirayet ediyor. Sarayınızı yıkacak olan kendi nefretinizde çürümüş ruhlarınızın kokusudur. Rektörlük seçimi için demokratik haklarını kullanarak, barışçıl bir protesto yapan Boğaziçi Ünivesitesi öğrencilerine uyguladığınız şiddetle bu gerçekten kaçamazsınız. Toplum bu nefret ikliminden yoruldu artık taşıyamıyor. Z kuşağını ezerek bu kokuyu bastırmaya çalışıyorsunuz ama nafile. Bugün yüzyılı geçen bir sürenin ardından insanlar yine, “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” diyorsa, iktidar mensupları bunun nedenlerini anlamak için aynaya bakmalı.
Bu nefret ikliminin de bir sonu var. Yeni bir iklim, yeni bir dil lazım bize. İşte gençler, bu yeni dili yaratıyorlar. Tüm şablonları kırarak kendi dillerini yaratıyorlar. Öyle kahramanlık edalarına bürünmeden, yalın ve berrak bir şekilde söylüyorlar şarkılarını. Farklılıklarıyla birlikte çoğul ama kimseye biat etmeden yeni bir dili oluşturuyorlar. Onlardan öğreneceğimiz çok şey var.
Nefret dilinden kurtulma ve kötülük ikliminden kurtularak bahara durma isteminin sancılarıdır yaşanılan. Elbette uzun ve zorlu bir süreç bu. Yeni olana gebe ülkemin doğum sancılarıdır bunlar. Köklerine sıkı tutun ülkem, acılarından kendini yeniden doğuracaksın.
- HTŞ’nin Cicim Ayları - 15 Aralık 2024
- Şam Düşerken - 9 Aralık 2024
- Puslu Havada “Etki Ajanlığı” Yasası - 2 Kasım 2024