‘’İlkbaharda usul usul yürü; toprak ana hamiledir.’’

Belki de hepimizin zaman zaman sosyal medya hesaplarımızda paylaştığımız bu Kızılderili atasözünün derinliğini anlayabilmek ya da hissedebilmek öyle sanıldığı kadar kolay olmasa gerek. Hele ki günümüzün kapitalist dünyasında… Bu söz, insanoğlunun doğayla kurabileceği en hassas, en duyarlı ilişki olarak değerlendirilebilir çünkü özünde büyük bir sevgi, saygı, özen barındırıyor. Doğayı en ince ayrıntısına kadar duyumsayarak kurulmuş bu ilişki yüksek bir bilinç ve içtenlik taşıyor. Ancak doğayla birlik ve uyum içinde olunduğunda doyumlu, sağlıklı, mutlu bir yaşam sürülebileceğinin bilincinde olan Kızılderililer kendilerini doğanın bir parçası olarak görürler. En ufak bir böceğin, tohumdan çıkacak en küçük bir bitkinin doğa için önemini; doğal yaşamın milyonlarca yıldır muhteşem bir zincirle faunayı ve florayı oluşturduğunu bilirler. Adeta ayak izi bile bırakmadan; tohumdan çıkacak bitkiyi, taşı, o taşın altındaki böceği incitmeden yürünmesi gerektiğini salık verirler. İnsan doğaya ne kadar sevgi ve saygı gösterirse doğa da insana aynı derece sevgi ve saygı ile karşılık verecektir çünkü. Bu bilgelik, bu erdem neden süregelmemiştir, süregelseydi her şey ne kadar farklı olurdu, düşünmeden edemiyorum. İnsanoğlu kendi kişisel çıkarları için neden kendi soyunun sonunu getirmeye bu derece meraklı hale gelmiştir? Doğrusu, bu akıl tutulmasını anlamak mümkün değildir.  

Günümüz insanı değil usul usul yürümek yeryüzünde tepinmektedir. Dünyanın kaynaklarını hoyratça tüketmekte ve kirletmektedir. Örneğin, hepimizin bildiği gibi, dünyanın dört bir yanından Şili’deki Atmaca Çölü’ne götürülen atık giysiler artık uzaydan bile görülmektedir. Buna karşın, hızlı moda yine de yükseliştedir. Pazar araştırma şirketi The Business Research Company’ye göre, hızlı modanın pazar büyüklüğü 2022’de 106,4 milyar dolarken 2023’te 122,9 milyar dolara yükselecektir. Peki bu durumdan kimi sorumlu tutmalıyız? Elbette ki kendimizi! Evlerimizde onlarca, yüzlerce giysimiz varken sistemin bizlere ‘moda’ olarak pompaladığı yeni giysilere sahip olabilmek için büyük paralar harcıyor, bir yıl sonra da modası geçti diye çöpe atıyoruz. Bu da gösteriyor ki, tüketim ekonomisi büyük çoğunluğu avucunun içinde tutmakta; kişilere istediği şekli vererek kendi amacına yürümektedir. İnternet, sosyal medya vb. araçlar vasıtasıyla kişilerin görsel algılarını etki altında tutarak doymaz bir iştahla kendi varlığını sürdürmek istemektedir.   

Bir başka konu ise okyanuslarda oluşan plastik adacıkları. En son yapılan araştırmalar gösteriyor ki plastik atıkların oluşturduğu bu yüzen adacıklara en çok katkıda bulunan ilk beş ülke bizim ‘gelişmiş’ olarak nitelediğimiz ülkelerden. Bunlar sırasıyla: Japonya (%34), Çin (%32), Kore (%10), ABD (%7) ve Tayvan’dır (%6). Bu kirlilik yalnızca denizlerde de görülmemekte. Plastik kirliliğini oluşturan en önemli iki unsur, endüstriyel faaliyetler ve antropojenik etkilerdir (Doğada insanoğlunun neden olduğu etkiler). Çevreye bırakılan tonlarca plastik atık, çevresel etkilerle fiziksel olarak küçük parçalara bölünse de yüzyıllar boyunca doğada yok olmadan kalmaktadır. Mikron ve mikron altı boyutta ufalanan bu parçacıklara, mikroplastik adı verilmektedir. Bu mikroplastikler, hem insan sağlığı, hem de diğer canlı türleri için büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Yapılan araştırmalar yediğimiz gıdalardan, içtiğimiz suya ve soluduğumuz havaya kadar her yerde bu mikroplastikleri tespit etmiştir. Bu korkunç çevre kirliliğine karşı ne tür önlemler alınıyor dersiniz? Maalesef henüz alınan hiçbir önlem yok! Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü, (UNESCO) plastik kirliliğini ortadan kaldırmayı amaçlayan uluslararası bir anlaşma taslağının Kasım 2023’e kadar hazırlanmasını kararlaştırmış. Bunun dışında atılan somut bir adım da maalesef pek bulunmamakta. Avrupa Birliğinde ve bazı ülkelerde ufak tefek alınan önlemler varsa da bunlar son derece yetersizdir. 

İnsanoğlunun bu büyük cehaletine ormanların katledilmesini de eklersek dünyanın yeni bir dönemine girmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. Artan sıcaklıklar, türlü felaketlere sebep olan yoğun yağışlar, kuraklıklar vb. gibi doğa olayları bunun görünür kanıtları aslında. Yeni bir araştırma, dünyanın en büyük yağmur ormanları olan Amazon ormanlarının gittikçe artan kuraklıklar, yangınlar ve orman katliamları sonucunda kendini eskisi gibi toparlayamadığını gösteriyor. Ormanın büyük bölümünün savanalara dönüşebileceğinden korkuluyor. Büyük ölçüde insan faaliyetlerinden oluşan ve küresel ısınmanın en büyük faktörlerinden olan karbondioksit (CO2) emisyonlarını bu ormanlar normalde atmosferden çekerek tutabiliyorken; yeni yapılan araştırmalar, ormanın artık bu karbonu tutamadığını, üstelik daha fazlasını atmosfere saldığını belirtiyor.

Tüm bunların sonucunda kendisini her geçen gün daha çok hissettiren iklim krizinin negatif etkileri geri dönülmez bir noktaya gelmiştir. Aslında, artık bu noktada tek tek hepimizin aklımızı başımıza alma zamanı gelmiştir. Bu etkileri kendi adımıza nasıl en aza indirgeyebiliriz? Hem de bunu, ‘Ne olacak ki, ben sonuçta bir kişiyim.’ demeden… Sözlerimi yine bir Kızılderili atasözüyle bitirmek istiyorum:

‘Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.’

Müge BULUÇ