İdeoloji Üzerine (3)

Eğitimde Neoliberal Dönüşüm  

Eğitimdeki neoliberal yapılanmanın arka planını 24 Ocak 1980 kararlarında görüyoruz. Kamu harcamalarının kısılması, kamuya ait sektörlerin özelleştirilmesine ilişkin uygulamalar, eğitim alanlarında ilk kez vatandaşlara “kendi okulunu kendin yap” türü kampanyalarla başlatılmış ve ne yazık ki bugünlerde ilköğretimden başlayarak yükseköğretime kadar tüm eğitim kurumlarının özelleştirilmesi ile birlikte eğitimdeki mevcut fırsat eşitsizliklerin derinleşmesine yol açmıştır. Dolayısıyla ekonomik göstergeler, yoksulların aleyhine, eşitsizliklere ve eğitimde gerilemeye neden olmuştur. Bunun sonuçlarını okullaşma oranlarındaki düşüşlerde görüyoruz. Parası olanlar kaliteli okullarda eğitim görürken, toplumun alt kademelerini oluşturan sınıf mensubu çocukların kalitesiz kamu eğitimine razı olmaları adeta zorunluluk haline getirilmiştir. Hatta bu alt gelir grubu mensubu aileler için devlet eğitim kurumları da adeta paralı hale getirilmiştir. Ulaşmanın ve eğitimde fırsat eşitliğinin imkânlı hale geldiği şartlar neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumdadır. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler, gelir düzeyinin düşmesini ve işsizliğin yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla sınırlı kaynakların çocukların eğitimine ayrılmaması da bu kesimleri tamamen eğitimsiz bırakılmıştır. Ulusal çapta yapısal eşitsizlikleri derinleştirmiş; gelişmiş ve geri kalmış ülkeler arasındaki mevcut uçurum giderek artmış; kadınlarla erkekler; fakirlerle zenginler arasındaki eğitim, bilgi, meslek ve gelir eşitsizlikleri giderek artmıştır. Merkez ülkeler denen gelişmiş kapitalist ülkeler, neoliberal modelini kendi yapılarına uydurabilme imkânını bulmuş olabilirler. Buna rağmen bu ülkelerde eğitime ayrılan paylarda herhangi bir düşüş olmamıştır. 

Yükseköğretim düzeylinde ticarileşme ve parasallaştırma politikaları 1992 tarih ve 2577 sayılı yasada yapılan değişiklikle gündeme gelmiştir. Bugün görüyoruz ki kamu eğitim kurumlarında bile eğitim harcamaları devlet tarafından karşılanmamakta, tamamıyla ailelere yüklenmiş durumdadır. Okullarda alınan harçlar, yemekhane, kantin, temizlik ve diğer giderlerin öğrencilere yüklenmesi, kursların paralı hale getirilmesi mevcut durumu daha da derinleştirmiştir. Giderek her düzeyde paralı hale getirilen ve ticarileştirilen eğitim, kesin çizgileriyle sınıfsal bir nitelik kazanmıştır.

2018 yılı raporlarında dünya nüfusunun 882 milyonu okuma yazma bilmiyor. Bu sayının 867 milyonu geri kalmış ülke halklarıdır. Bunların da üçte ikisini yani yüzde 64’ünü kadınlar oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerde okuryazarlık oranı yüzde 98-100’ü bulurken, yoksul ülkelerde bu oran yüzde 50’lerin altındadır. Diğer bir deyişle eğitim geçmişten günümüze hem sınıfsal hem de cinsiyetçi özelliğini korumuştur. Bunun gibi radyo, televizyon, telefon, kişisel bilgisayar edinme ve internet kullanma açısından da ciddi farklar mevcuttur. Gelişmiş ülkelerde her bin kişiye 2011 bilgisayar düşerken, yani bir kişi en az iki bilgisayara sahipken; yoksul ülkelerde her bin kişiye ancak 27 bilgisayar düşmektedir. Bunun gibi gelişmiş ülkelerde her bin kişiye 642 televizyon, yoksul ülkelerde 23 televizyon; gelişmiş ülkelerde her bin kişiye 554 cep telefonu düşerken, bu oran yoksul ülkelerde 4 telefondur. [21] 

Hukuk ve İdeoloji

Kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu toplumlarda mevcut eşitsizliklerin ve sömürünün üzeri örtülmüş, eşitlik ve adalet adı altında eşitsizlikler ve adaletsizlikler gizleniş, hak ve özgürlüklerin savunucusu olarak hukuk yüceltilmiştir. Devletin egemen ideolojiyi dayatması sonucu, hukuk kurumunun objektif ve tarafsız olması imkânsız hale gelmiştir.

Egemen sınıf adına sözde hukuk devleti aracılığıyla toplumsal düzen meşrulaştırılmakta, toplumda var olan eşitsizlikler gizlenmektedir. Var olan sömürü düzeni, hukukun da katkısıyla yeniden üretilmektedir. Bu durumda hukukun sınıfsal ve araçsal bir niteliğe sahip olduğunu söylemek [22]  abartılı sayılmamalıdır. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri, siyasal gücü elinde bulunduran egemen güçler, hukuk ve adaletin kendi ideolojilerinden ortaya çıktığını söyleyerek kendi çıkarlarını norm olarak ortaya koyabilmişlerdir. [23]

Siyasal iktidar, mensubu olduğu egemen sınıf ideolojisini yaratmaya çalışarak, kendi doktrinlerini dayatmak amacıyla insanları zorla eğitmek, düşmanları susturmak ve bütün iletişim araçlarını ele geçirip kontrol etmek zorundadır. Meşruiyet sınırları içinde gücünü, halkın da rızasını alarak tesis ettikten sonra siyasal iktidar; siyasal, toplumsal ve ekonomik alanları kendi himayesi altında, kendi belirlediği meşruiyet kuralları doğrultusunda yeniden üretmeyi hedeflemektedir. [24]  Aylin Benazır Ateş’in Hukuk ve İdeoloji adlı tezinde dediği gibi; “Siyasal iktidar kendi meşruiyetini sağlamlaştırırken, egemen ideolojiyi de topluma dayatmaktadır. Siyasal iktidarın meşruiyet alanı, siyasal sistem içerisindeki toplumsal ve siyasal faaliyetlerin sınırını çizmiş olmaktır. Bu sınır içerisinde dile getirilen görüş, eleştiri ve gerçekleştirilen faaliyetler meşru kabul edilmektedir.” Bu yolla başvurdukları yöntem toplumun rıza göstermesi ile sınırlıdır. Toplumun onayı ve rızası olmaksızın ideolojiyi meşrulaştıramazlar. Bu da ancak egemen sınıfın ve temsilcisi devletin egemenlik ve gücünü topluma kabul ettirmekten geçer. Buna “Hegemonya” diyoruz. Bu konudaki ayrıntı bilgiler, Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin “Devlet ve Hegemonya Kavramlarının Kurumsal Çözülmesi” ile “Hapishane Defterlerinden Seçmeler” ve diğer eserlerinde açıklanmıştır. Yeri geldiğinde başka bir makalede “Hegemonya” konusunu ayrıntılı olarak ele alabiliriz.

Hukuk ve devlet birer üstyapı kurumu olmakla aralarındaki ilişki toplum tarafından genellikle sorgulanmamaktadır. Bu sorgusuzluk ve eleştirisizlik her iki kurumun süreklilik kazanmasına ve varlığını devam ettirmesine sebebiyet vermektedir. Hukuk, toplumsal iktidar ilişkilerinin devlet faaliyetinde ideoloji alanına endeksli olarak ortaya çıkar. Hukuk, gerek içeriği ve gerekse uygulama alanıyla sınıfsal bir kurumdur. Bu kurum, yaptırımlarıyla egemen sınıfın ideolojisini içerdiği gibi topluma dayatma ve yayma özelliğine de sahiptir. Yani burada devletin görevi egemen sınıfın hukukunu topluma dayatmasıdır. Devlet, tüm ideolojik aygıtları ile topluma istediği ideolojiyi gerek rıza ve gerekse güvenlik güçleri ve yargısal kurumları aracılığıyla topluma dayatmaktan çekinmemektedir. 

Devletin varlık sebebi çatışma üzerinedir. Bu da siyasetin çözümlenmesi de sınıf çatışması ile mümkündür. Devlet bu çatışmanın uzlaşı ile çözümlenmemesi durumda –ki uzlaşı söz konusu bile olamaz- sınıfsal tahakküm aracı olarak ortaya çıkar. Bu da temsil ettiği egemen sınıfın iktidarı ile mümkündür. Dolayısıyla devlet, bir sınıf egemenliği organıdır. Yani bir sınıfın başka bir sınıfı tahakküm altına alma aracı olarak ortaya çıkar. Hukuk, uygulama ve yasalarıyla devletin zor kullanarak kabul ettirdiği bir yaptırımdır. Egemen sınıf, aynı zamanda ekonomiye de siyasete de egemendir. Devlet kurumu da bu ekonomi ve siyaseti elinde tutan sınıfın devletidir. Bu nedenle burjuva devleti, karşı sınıfı tahakküm altında tutan, egemen sınıfın sömürü aracıdır. Bu tanımıyla devlet aynı zamanda egemen sınıfın ideolojisini onay ve rıza yöntemi ile topluma dayatır. Bu başarılmadığı takdirde zora dayanarak kabul ettirmeye çalışır. 

Marks’a göre “Hukuk, gerçek bir sosyal olgu değildir, türev ve üstyapısal bir olgudur, fenomendir. Varlığı ve içeriği tamamen altyapıya bağlıdır. Bu nedenle hukuk kuralını tanımak için, hukuk kuralının kendisini incelemek boşunadır. Üretim biçimini, bu çerçevede örgütlenen toplumsal ilişkileri incelemek gerekir.” Din de bir üstyapı kurumu olarak egemen sınıfın sömürü düzenine çanak tutar. Hukuk, din, eğitim, edebiyat, sanat, spor, basın ve yayın, sendikalar vb. örgütler de… Bu aygıtlar birbirinden bağımsız ve özelleşmiş kurumlar olarak aynı mecrada buluşurlar. Tüm bu sayılan kurumlar, altyapı tarafından belirlenmektedir.

Din ve İdeoloji

Yukarda belirttiğimiz gibi toplumda hangi sınıf egemen ise, baskın ideoloji, ya da resmi ideoloji o sınıf tarafından belirlenir. Günümüzde kapitalist sistemin hâkim olduğu tüm toplumlarda burjuva ideolojisi hâkimdir. Din formu, burjuvazi tarafından gerektiğinde ideolojinin bir tutkalı olarak kullanılır. Bu konuda ideolojinin din ile ilişkisi ayrı bir inceleme konusudur. Bu yazımızda en çok merak edilen konu başlığı olması itibariyle satır aralarında din-ideoloji etkisini kısaca hatırlatmak istedik.

Hıristiyanlık, Yahudilik, İslamiyet, Budizm ya da farklı dinler ve dinleri oluşturan inançlar, kendi başlarına sınıfsızdır. Sadece bir araçtır. Dolayısıyla kendi başlarına bir inanç olarak ideoloji oluşturmazlar. Dinin ideolojik boyutu, çıkar çatışmasından kaynaklanır. Burada din, mülkiyeti ve üst sınıfın çıkarlarını meşrulaştırarak, alt sınıfların sosyal yapıyı sorgulamasını önleyen araca dönüşür.

Marksist görüşte, din bir yanılsamadır. Yanılsamanın ideolojiden farkı, ideoloji kitlelere dayatılan bir kavram iken, yanılsamanın özellikle entelektüel donanımdan göreceli olarak yoksun olan alt tabakalarda daha yaygın olan bir olgu olarak görülüyor olmasıdır. Dolayısıyla yanlış bilinç olarak adlandırılan olgudan ancak aydınlanma ile kurtulabilir. Marks’ta aydınlanma felsefi değil, ekonomik bir içeriğe sahiptir. Diğer bir deyişle sömürü ilişkisinin kavranması, bir toplumdaki hâkim değerlerin, hâkim sınıfın değerleri olduğunun kavranmasıdır. Marks, bu gerçeğin kavranmasıyla, insanın özgürleşeceğini düşünmektedir. İnsanların bir yanılsama ya da bir ideoloji olarak gördüğü bir değer aracılığıyla, mevcut toplumun devamını sağlamak mümkün değildir. [25]

Engels, “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” adlı eserinde dinin halk için muhafaza edilmek istendiğini anlatıyor. Burjuva devrimleri sonrasında burjuvazinin dini, toplumun ayrılmaz bir parçası olarak dayattığını açıklıyor. Din de kapitalist toplumun ilelebet koruyucu duvarı olamayacaktır. Hukuk, felsefe ve din konularındaki tasavvurlarımız belirli bir toplumda yürürlükte olan ekonomik ilişkilerin yakın ya da uzak filizleri ise, bu tasavvurlar ekonomik ilişkilerdeki tam bir değişmenin etkilerine dayanamaz. Ya biz doğaüstü vahye inanmalıyız ya da teslim etmek zorundayız ki, hiçbir dini vaaz çöken bir toplumu yıkılmaktan kurtaramaz.” [26] Burada anlatıldığı gibi Engels’in yazdıkları dinin kaynağının ne olduğuna ilişkin bir felsefî tartışma değil; sadece siyasetin, özellikle de burjuva devrimleri sonrasında burjuvazinin, dinin hangi özelliklerini, işlevlerini düşünerek toplumun bir parçası haline getirmeye çalıştığıdır. Engels, “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” adlı eserinde dinin halk için muhafaza edilmek istendiğini anlatıyor. Dine toplumu tam yıkımdan kurtarabilecek son ve biricik araç olarak bakıldığını tespit ediyor.

Marks’ın “din halkın afyonudur” sözü din kurumuna hakaret içermiyor. Bu deyim, burjuvazi tarafından halka bu şekilde dayatılmış. Özünde din nedeniyle, büyük kesimlerin, burjuvazinin ahlaksızlığına, açgözlülüğüne, sömürüsüne, insanlık dışı uygulamalarına tepki vermediğini açıklamak istiyor. Din insanı inşa etmiyor, insan dini inşa ediyor. Buna rağmen din, kendini bulamamış ya da kendini kaybetmiş insanın öz bilincidir ve kendi hakkındaki duygusudur. Dolayısıyla Marks, halkın dinine ve dini duygularına karışmıyor. Din kurumunu siyasi bir araç olarak da kullanmıyor. Halk, inancında özgürdür. Marks’a göre din sefalete karşı bir protestodur. Din ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın da ruhudur, müşküldeki yaratığın iç çekişidir. (…..)” Marks’ın din konusunda yayınlanmış bir eseri yoktur. Makalelerde, Elyazmalarında, satır aralarında din ile ilgili görüşlerini okuyabiliyoruz.

İslam dini de Hıristiyanlık gibi farklı sınıfların ideolojilerine öge teşkil edebiliyor. Tıpkı Hıristiyanlık gibi İslam da bin yıldan uzun süredir feodal toplumun ideolojik tutkalı olmuştur. Dönem boyunca farklı tonlarıyla çoğu zaman feodal bir ideoloji [27] bileşenidir. Bununla birlikte para ekonomisi ve ticaretin yerine konulmasıyla da feodalizmde kalıcı ve istikrarlı bir gedik açmıştır. Geçmişten günümüze İslamcılık hâkim ideolojinin bir bileşeni olarak karşımıza çıkıyor. 

Milli Mücadele sonunda İslam, Türkiye’de feodal karşı devrimciliğin ideoloji bileşeni olarak ortaya çıktı. 1930’lardan itibaren feodal sınıf işbirlikçiliğinin ideolojisi olarak görüyoruz. Siyasal İslam, CHP’nin 1947 kurultayıyla birlikte devlete eklemlendi. İlkokullarda Din Dersi, seçmeli olarak konulmaya başlandı. Bugünkü durumla kıyaslarsak çoğu yazarlarımız tarafından “ehven-i şer” yani “kötünün iyisi” olarak nitelendirilmiştir. 

Siyasal İslam hareketi salt Türkiye’de değil, Başka ülkelerde de görebiliyoruz. Ekim Devrimi’nin sonrasında “Müslüman komünistlerin” kongresinde bu tanımlamaya tanıklık ediyoruz. Tataristan’da Mirsaid Sultangaliyev, Vahidov ile birlikte 8 Haziran 1918’de Müslüman Kızıl Ordu’ya subay yetiştirmek için Müslüman Subay Akademisi’ni kurdu. 17-23 Haziran 1918 tarihleri arasında Kazan’da Müslüman Komünistleri Birinci Konferansı’nı düzenlediler ve kongrede “Müslüman Komünistleri Bolşevik Partisi”nin kuruluş kararını aldılar. [28] Bundan hareketle Türkiye’de “Antikapitalist Müslümanlar” diye kurulan siyasi parti ve derneklerin Siyasal İslamcı kuruluş olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Alevilik eğer kendisini İslam için tanımlıyorsa, halk hareketiyle kurduğu bağ “Siyasal İslam” olarak adlandırılabilir. Bu tür örnekleri daha ileriye de götürebiliriz. Bugünkü siyasal iktidarın en büyük ideali Siyasal İslamcılığı bir yönetim biçimi olarak oturtmaktır. Tıpkı bir İran gibi, bir Suudi gibi, bir Afganistan gibi… 

Günümüzde beş ülke (Afganistan, Pakistan, Moritanya, İran, Gambiya) resmi olarak ülke adlarında kendilerini “İslam Cumhuriyeti” olarak tanımlamaktadırlar (örneğin Afganistan İslam Cumhuriyeti). Buna karşılık, Brunei, Katar, Umman ve Suudi Arabistan İslami monarşilere örnek olarak gösterilmektedir. [29] Siyasal İslam ile yönetilen ülke sayısı son cümledeki ülkeler de dâhil edilirse dokuz ülke olarak görülmektedir.

Sınıfsal perspektiften bazı olgulara bakarsak, temel kavramları ancak sınıfsal açıdan irdeleyebiliriz. “Sünni İslam”, bin yıldan fazla bir süredir iktidarların ideolojik omurgasının oluşmasında katkı sağlamıştır. Dinler ya da mezhepler, kendi içlerine ilerici bir şeyler katmış olsa dahi, ideolojinin kendisi değil, birer ideolojik öge olduğu için, tüm sınıflar tarafından kullanılabilir. “İdeolojik ögeler”, sınıfsal olmak zorunda da değildir. Hazal Yalın’ın dediği gibi “Siyasal İslam, bir ideoloji değildir, sınıfsal temeli de yoktur. Ancak bir ideolojik öge olarak kabul edilebilir. Siyasal İslam, sınıfsal niteliği karartan bir kavramdır; tarihsellikten yoksun olduğu kadar sınıfsallıktan da uzaktır.” Sınıfsal temele oturtulmadığı için de ideoloji olarak kabul edilemez.

Milliyetçilik ve İdeoloji

Milliyetçilik formu düşünce olarak Fransız Burjuva Devrimi görüşlerinden doğmuştur. Bu devrim ile sloganlaşan milliyetçilik, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” özlemlerinin ifade ettiği görüşlerin yayılmasına hizmet etmiştir. Almanya’da, Rus işgalindeki Polonya’da, Osmanlıya karşı ayaklanan Yunanistan’da, Macarlarda, Sırplarda ve Çeklerde 1800’lerin başından ikinci yarısına kadar devam etmiş, daha sonraları emperyalizme karşı olan savaşımlarda mazlum halkların vazgeçilmez bir akımı haline gelmiştir. 

Milliyetçilik, tek başına bir form ya da bir öge olarak ideolojiyi yansıtmaz. Saf milliyetçilik denen bu görüş tehlikeli olmamakla birlikte köken itibariyle egemen burjuva sınıfına ait bir fenomendir. Ancak bu olgu, egemen sınıfın saf ve masumane bir unsuru olarak kalmaz. Muhafazakârlıkla, liberalizmle, din ya da ırkçılıkla ittifak halindedir. Milliyetçilik bir ideolojik öge olarak din, ırkçılık ya da muhafazakârlık ile birleştiği zaman tehlikeli bir ideoloji haline gelir. Sınıfsal nitelik arz eder ve burjuva ideolojisinin vaz geçilmezi haline gelir. İleri boyutlarda uluslararası tekelci burjuvazinin faşizmi niteliğine bürünür. Milliyetçilik fenomeni bu formlardan biri ya da birkaçı ile birleştiği zaman yıkıcı bir hal alır ve işçi sınıfının emeğini sömürmeye yönelik katliamcı bir ideolojiyi yansıtır. Türkiye 1970’lerde bunun bedelini çok ağır ödedi ve ne yazık ki hala ödemeye devam ediyor.

Ulus devlet modelinin felsefi ve fonksiyonel bir biçimde yetersizleştiği nedeniyle günümüz koşullarında milliyetçilik, milli sınırların tehlikeye düşmesi korkusuyla marjinalleşmiştir. Milliyetçik her ne kadar ırkçılıktan ayrı olarak düşünülse bile, ırkçılıkla kol kola yürüyen bir fenomendir. Bireyler, milliyetçiliğe yöneldiğinde yabancılaşma sorununa daha fazla maruz kalırlar. Başta politikacılar olmak üzere “milliyetçilik” kavramının ideolojik ve politik bir silah olarak kullanıldığında başta işçi sınıfı olmak üzere halklara ve insanlığa ne denli sıkıntılara ve acılara yol açtığına ve içinden çıkılması zor durumlar yarattığına geçmişte şahit olduk.  

Milliyetçiliğin Sınıfsal Mücadeledeki Yeri

Marks ve Engels’in 1848 tarihli “Komünist Parti Manifesto”sunda “işçi sınıfının kendisine ait bir vatanı yoktur, enternasyonal bir sınıftır; vatanı tüm dünyadır”, denmektedir. Manifesto’da; burjuvazi ile proletaryanın ulusal sorun karşısındaki tutumunu ifade ederken şu vurguya dikkat çekmişlerdi: “Komünistlere ayrıca vatanı, milleti ortadan kaldırmak isteme suçu yüklendi.” Manifesto’nun “son sözü” olan “Bütün ülkelerin proleterleri birleşin” çağrısının Ekim Devrimi sonrasında kurulan 3. Enternasyonal tarafından “Bütün dünyanın işçileri ve ezilen halkları birleşin!” biçiminde yenilenmesi, ulusal sorunun hala sorun olmaya devam ettiği dünyada, işçi sınıfının uluslar sorunuyla kendi stratejisi arasındaki kopmaz bağa da işaret ediyordu. 

Bu çağrı, Doğu Halkları Kurultayı’nda Asya ve Afrika’nın ezilen uluslarında yankı uyandırdı. Çin’den Hindistan’a, Türkiye’den Afrika ülkelerine kadar, dünyanın önemli bir bölümünde ulusal mücadeleler emperyalizme karşı verildi. Antiemperyalist mücadelede Genç Sovyetler Birliği “dolaylı müttefik” olarak kabul edildi. Aynı zamanda, ulusal kurtuluş mücadelesini veren ülkeler, Sovyetler Birliği’nin desteğinde, ulusal bağımsızlıklarını geliştirme ve ulusal ekonomilerini kurmak ve aynı zamanda kendi sanayi ve tarımlarını korumak için önlemler alma imkânı elde ettiler. [30] 

Ulus sorununu idealist düşünceden arındıran ve ona bilimsellik kazandıran yine Marksizm olmuştur. Stalin, ulusların geleceğe ilişkin sorunlarına Marksist bir çözüme ilişkin katkı sağlamış ve öteden beri yapılan “ulus” tartışmasına çözüm amacıyla gerekli tanımlamayı yapmıştır. Ulus; tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen ruhsal biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğudur,” [31] diyerek “ulus” kavramıyla ilgili tartışmaya son vermiştir. 

İşçi sınıfının enternasyonalizmi, gündelik çıkarlara dayanmayan evrensel ve nihai bir hedeftir; burjuvazinin uluslararası işbirliği organizasyonları, gündelik çıkarlara dayanan, yani çıkar odaklı, kısa vadeli, konjonktürel oluşumlardır. İşçi sınıfının milliyeti yoktur. Burjuvazi milliyeti ve milliyetçiliği kendi çıkarı doğrultusunda gerektiğinde kanlı bir ideoloji olarak kullanmaktan çekinmemektedir.

Milliyetçilik türü ne olursa olsun, varacağı son durak totalitarizmdir. Toplumu ortak bir inanca zorlar. Özünde laik milliyetçilik bile olsa bu türün dinle birleşmesi kaçınılmazdır. Ulusalcı, Kemalist milliyetçilerin iddia ettiğinin tam tersine din ile milliyetçiliği birbirinin zıddı olduğu yolundaki düşünce ve yaklaşımlar gerçekle örtüşmemektedir. 

Günümüzde siyasal iktidarın ve ortağının yıkıcı milliyetçiliği yanında muhalefetin popülist milliyetçiliği üzerinde ileriki yazılarda yer vermeye çalışacağız.

Yener Orkunoğlu’nun “Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus” adlı eserinde dediği gibi “Milliyetçilik; ekonomik ve ahlaki çöküntüye götüren, insanlığı birbirine yabancılaştıran bir yoldur.” 

Milliyetçilik konusu, Nokta Haber Yorum’un 12 Aralık, 2020 tarihinde “Milliyetçik Üzerine” başlığıyla yayınlanmıştır. İleride yeri geldiğinde daha fazla ayrıntıya yer vereceğiz.  

Sömürgeci ülkelerin sömürge ülkelerde yarattığı “kültürel yozlaşma” ve tahribat, başlı başına bir inceleme konusu olduğu için burada değinilmemiştir.

Sonuç

Marksizm’e göre ideolojinin ve siyasetin ekonomiden bağımsız bir tarihi yoktur. Bu ilişki organiktir. Bir üst yapı kavramı olarak ideolojiler, altyapı tarafından yani üretim ilişkileri sonucu belirlenir. Günümüzde ideolojilerin temel dayanağı sınıfsal nitelik taşıması itibariyle ya burjuvazi tarafından ya da işçi sınıfı tarafından belirlenir. Egemen sınıf burjuvazi ise, resmi ideolojiler de burjuva ideolojisi olarak kabul edilir. Belirleyici kurum da devletin kendisidir. Çünkü devletin temel dayanağı da egemen sınıftır. Burjuva ideolojisi ile proleter ideoloji birbiriyle çelişkili ve uzlaşmaz temellere dayanır. Burjuva ideolojisi, özel mülkiyeti kutsarken, proletaryanın egemen olduğu toplumlarda ideoloji, özel mülkiyete karşıt bir ideoloji olarak görüyoruz. İşçi sınıfı ideolojisi, özel mülkiyeti tamamen dışlamıştır. Sınıfsız toplumlarda devlet kurumu ile birlikte ideolojilerin de yeri yoktur.

Marksist görüşe göre üstyapısal bir kavram olan ideoloji toplumsal altyapı ile ilişkilidir. İdeoloji, din felsefe ve siyaset gibi tarihsel olarak dönüşen maddi toplumsal gerçeklik tarafından bağımlı değişkene dönüşür. Bu değişkenler de üstyapısal unsurlardır. Örneğin birer üretim tarzı olarak kölecilik, feodalizm ve kapitalizm kendilerine özgün siyasi ve ideolojik biçimlerini oluşturmuştur. Günümüzde burjuvazinin kapitalizmi egemen hale getirmesinin nedenlerinden biri de burjuva ideolojisi yayabilmiş olmasıdır. Dolayısıyla ideoloji, belirli bir çağda belirli bir sınıfın kendiliğinden ortaya çıkan bir dünya görüşü değildir. 

İdeoloji ile ilgili ünlü İtalyan Marksist düşünürlerden Antonio Gramsci “hegemonya” kavramını geliştirmiştir. Hegemonya, bir sınıfın kendi dünya görüşünü ve ideolojisini diğer sınıflara dayatarak kabul ettirmesidir. Hegemonya, “devletin zor gücü”ne dayanan bir kavramdır. Devletin hukuki ve iç güvenlik aygıtlarını devreye sokarak insanları itaate mecbur kılmasıdır. Bu da hegemonya ile sınırlı değil, aynı zamanda toplumun “rıza” göstermesi gerekir. Bununla birlikte salt ekonomik alanda değil, toplumsal alanı belirleyen birçok alanda toplumsal rıza üretimini başararak hegemonya tesis etmiştir. Rıza kavramının yanında eğitim kurumları, dini ve kültürel kurumlar da önemli yer tutar. Ayrıca önemli bir unsur da “aydınlar”dır. Aydınların işlevini  “Türkiye’de Milli Mücadele ve Resmi İdeoloji” ara başlığında belirtmiştik.

Marks’ın belirttiği gibi küçük burjuvazi bağımsız bir sınıf değildir. Bir ara sınıf olarak küçük burjuvazi, burjuva sınıfını ile işçi sınıfı arasında sürüklenmektedir. Küçük burjuvazi bir yandan burjuvazinin sahip olduğu servetlere ve ihtişamlı hayata özenirken, bir yandan da işçi sınıfı gibi sefil bir hayat yaşamak istememektedir. Dolayısıyla küçük burjuvazinin önemli özelliği de bu iki sınıf arasında gidip gelmek gibi bir yapıya sahip olmasıdır. İdeolojik akımlar sınıfsal karakterden yoksun değildir. Her ideolojik akımın mutlaka sınıfsal bir karakteri vardır.  Bu karakteri her alanda gördüğümüz gibi burada en çok ekonomide görebiliyoruz. [32]  Burjuvazinin ideolojik akımı olarak liberalizm karşımıza çıkarken, büyük emekçi yığınların ve çalışan kesimlerin ideolojik akımını olarak Marksizm, işçi sınıfının ideolojisi olarak karşımıza çıkar. İkisinin arasında kalan ideoloji de küçük burjuva ideolojisidir. Yani burjuvazi ile işçi sınıfı arasında kalan kesimi ifade etmektedir. Küçük burjuvazinin ekonomik ilişkileri sınırlı bir özel mülkiyet ve devlet müdahalesi gereği piyasada yaşamını sürdürmeye çalışır. Bu kesim daha çok özel mülkiyete bağlı, devrimler çağında ezildikleri halde hep burjuvaziye sığınmıştır. 

Resmi ideoloji yalnız din, eğitim, siyaset, hukuku belirlemiyor. Aynı zamanda milliyetçilik formunu da belirliyor. Ülkemizde köken itibariyle milliyetçilik, Alman emperyalizmden kopyalanan İttihat ve Terakkiperverler tarafından monte edilen bir kavramdır. Bu kavram günümüzde küçük burjuvaziye mal olmuş bir ideolojidir. Türk milliyetçiliğinin temel öğretisi bireye önem vermesidir. 

Cumhuriyet döneminden yakın zamana kadar güdülen “karma ekonomi” modeli de toplumda bireycilik ve küçük burjuva karakterini ortaya koymuştur. Gelişmiş kapitalist ülkelerde gelişmiş sermaye birikimi ile milliyetçi akımlar büyük burjuvazi ile iç içeyken, Türkiye’de sınırlı sermaye birikimi küçük burjuvaziyi bu yaklaşıma zorlamıştır. 

Modern milliyetçilik akımı düşüncesi 1789 Fransa burjuva demokratik devrimi sonrasında doğmuştur. Avrupa’da ilk milliyetçi hareketlere de I. Napolyon istilasının hüküm sürdüğü 1804-1815 tarihlerinde Almanya’da görüyoruz. Aynı tarihlerde Çarlık Rusya’sının işgal ettiği Polonya’da meydana gelmiştir. Osmanlı işgalindeki Yunanistan’daki ayaklanmada görebiliyoruz. Yine aynı şekilde 19 yüzyılda Avusturya işgalindeki Macarlarda, Çekler ve Sırplarda rastlıyoruz. 19. Yüzyıl sonlarına doğru da İtalya’ya sıçramıştır. Ancak en büyük tehlike sayılabilecek hareketlere 1922 İtalya’daki faşist hareketlerde ve 1933 Alman Nazizmi’nde rastlıyoruz. Bu iki örnek, milliyetçilik akımlarının tehlikeli boyutlarını açıklamaya yeterlidir. Bir burjuva ideolojisi olarak milliyetçilik, sadece milliyetçilik ile değil, aynı zamanda liberalizm, din, ırk, yabancı düşmanlığı, Kemalizm türü formlarla birleştiği zaman tehlikeli bir hal alır. Vatanseverlik, faşizm, şovenizm, popülizm, irredantizm (kurtarımcılık), kolektivizm, Turancılık, ülkücülük, Atatürkçülük, devletçilik, ulusalcılık türü formlarla birleşerek egemen ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. 

Değerli yazarlarımızdan Sayın Zeki Yalçın’ın “Cahil Olan Halk Değil, Sizlersiniz!!” başlıklı yazısından aldığım bir alıntıyı, konumuzu içermesi itibariyle aynen aktarıyorum: 

“Sınıflı toplumlarda ezen- ezilen, sömüren-sömürülen sınıflar arası savaşta ezilen çoğunluğun ezen azınlıklar karşısında ki zaferi; Marks’ın değimi ile ‘Kendi eserleri olacaktır.’ Bu nedenle sistem sahipleri hâkim sınıflar için düşünen ve de kendi kendisine ayakta kalıp, sorun ve problemlerini çözüp sınıfına önderlik yeteneğine sahip politik kadroların ortaya çıkmasını engelleyip, ekonomik-siyasi- kültürel – medya ve inanç kurumları eliyle adeta BAKARKÖRLER den oluşan emek sınıfı yığınlar yaratmak hayati öneme sahiptir.” [33]

Sorunları bir araya getirdiğimiz zaman ne polisiye tedbirlerle, ne reformlarla ve ne de burjuva ideologlarıyla çözüme kavuşturmak mümkün değildir. Ana başlıklarıyla anlatmak istediğimiz tüm konu başlıklarının temelinde sınıfsal çelişkiler yatmaktadır. Sınıfsal çelişkilerden kaynaklanan problemlerin çözümü sınıfsal mücadeleden geçer.

Son söz olarak tüm olup bitenleri bir cümlede özetlersek; dünya genelinde ekonomiden tutun da siyasette, hukukta, hatta yaşayış tarzında bile belirleyici olan neoliberalizm ve neoliberal haydutluğun dayatıldığı sömürge ve yarı sömürge ülkelerde toplumun tüm alanlarında alt-üst oluşlar ve çöküşler kaçınılmaz olacaktır.


[21] Fevziye Sayılan, Eğitimde Neo-liberal Dönüşüm (Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Derg. 15 Kasım 2018)

[22] Zeki İlker Görenel, Küreselleşme, derleyen Alkan Soyak. İstanbul: OM- Ekonomi Politik.

[23] Aylin Benazır Ateş, Hukuk ve İdeoloji (Çankaya Üniver. Sosyal Bilimler Enst. Kamu Hukuku ABD, Ağustos 2016

[24] Ahmet Gürbüz, Hukuk ve Meşruluk (Evrensel Erdem Üzerine Bir Deneme), 2. Baskı, İstanbul, Beta Yayınları, 2004, s. 10 Sf.25

[25] Cevat Öyrurt, Marks’ta Yanılsama ve İdeoloji Olarak Din (Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Yıl 7, Sayı 2, Aralık 2014, sf.237

[26] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm (Sol Yayınları Mart 1990 İstanbul, sf. 26-57)

[27] Hazal Yalın, “Siyasal İslamcılık” doğru bir kavram mı? (Sendika.org, 14 Aralık 2020)

[28] https://tr.wikipedia.org/wiki/Mirsaid_Sultangaliyev

[29] https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0slam_devleti

[30] İhsan Çaralan, Milliyetçilik ve Enternasyonalizm (Özgürlük Dünyası Derg. Sayı: 171/686) 

[31] Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun (sf. 14, Everest Yayınları) 

[32] İnan Akdağ, Bir Küçük Burjuva İdeolojisi Olarak Türk Milletçiliğinin Toplum ve Ekonomi Perspektifi; Beşeri Sermayenin Ekonomideki Etkinliği: Kırılgan Beşli Üzerine Bir Analiz 20 Aralık, 2019, sf.439).

[33] https://www.facebook.com/zeki.yalcin.1804

 

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)