AK Parti’nin kurucularından ve eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, 15 Temmuz sonrası Türkiye’de oluşturulan yargı sistemini eleştirerek, mahkemelerin bağımsız olmadığını ve bir “devrim mahkemesi” gibi işlediğini savundu. Ancak Çelik’in bugünkü eleştirileri, AKP’nin inşa ettiği otoriter sistemin bir parçası olarak uzun yıllar görev yapmış ve bugüne kadar partiden istifa etmemiş biri olarak ne kadar samimi olduğu sorusunu gündeme getiriyor.
Geçmişin Mimarı, Bugünün Muhalifi
Katıldığı bir YouTube programında konuşan Çelik, “Nasıl ki İstiklal Mahkemeleri giyotin gibi çalıştıysa, 15 Temmuz yargısı da maalesef giyotin gibi çalışıyor” diyerek, hukuk sisteminin keyfiliğine dikkat çekti. Ancak unutulmaması gereken bir gerçek var: Çelik, AKP’nin en güçlü olduğu dönemlerde hem parti içindeki önemli isimlerden biriydi hem de bugün eleştirdiği mekanizmaların inşasında aktif rol oynadı.
Özellikle 2010 referandumuyla yargının siyasallaştırılmasının önünü açan sürecin destekçilerinden biri olan Çelik’in, bugün “militan yargı” eleştirisi yapması, geçmişteki sorumluluğunu unutturmaya yetmiyor.
“Suçun Şahsiliği” İlkesini Hatırlamak İçin Geç Kalmış Bir İtiraf
Çelik, “Bir kişinin işlediği iddia edilen suçtan dolayı ailesi de cezalandırılıyor. KHK ile ihraç edilen insanların çocukları bile iş bulamıyor” diyerek adalet sisteminin temel ilkelerinden biri olan suçun şahsiliğinin çiğnendiğini söyledi. Ancak, 2000’li yılların başından itibaren AKP’nin yargıyı muhalifleri susturmak için bir araç haline getirmesine ses çıkarmayan, hatta bu sürecin önünü açan bir isim olarak, bugünkü mağduriyetlere yönelik eleştirileri ne kadar samimi?
Örneğin, Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında suçsuz askerler, akademisyenler ve gazeteciler haksız yere cezalandırılırken Çelik’in bu konuda güçlü bir itirazı olmuş muydu? 2013 sonrası muhalif kesimlerin kitlesel tasfiyesine giden yol döşenirken Çelik bu sistemin neresindeydi?
AKP’yi Eleştiriyor Ama Hâlâ AKP’de
Çelik, AKP’nin halktan koptuğunu ve devletin partisine dönüştüğünü söyleyerek, “AK Parti, halkın partisi olarak kuruldu. Ancak zamanla devletin partisi haline geldi. Devlet, partiye dönüştü. Bu ise siyasi bir felakettir” dedi. Ancak burada ironik olan şu ki, Çelik hâlâ AKP üyesi. Eğer partisinin bir “siyasi felakete” dönüştüğünü düşünüyorsa, neden hâlâ bu yapının içinde kalmaya devam ediyor?
Bugün dile getirdiği “siyasi felaketin” taşlarını döşeyenlerden biri olarak, AKP’nin dönüşümünü sadece eleştirmekle yetinmesi, gerçek bir hesaplaşmadan kaçındığını gösteriyor. Eleştirilerinin, siyaseten etkisizleşmiş bir figür olarak kendisini yeniden konumlandırma çabası olup olmadığı sorusu akıllara geliyor.
Öcalan Konusunda Çelişkili Tavır
Çelik’in Abdullah Öcalan’a yönelik “umut hakkı” tartışmalarına ilişkin sözleri de dikkat çekici: “Eğer Abdullah Öcalan serbest bırakılacaksa, Türkiye’de cezaevlerindeki tüm siyasi mahkumların da serbest bırakılması gerekir” diyerek iktidara dolaylı bir eleştiri yöneltti. Ancak burada da çelişkili bir tutum var. AKP’nin yıllarca yürüttüğü “çözüm süreci” sırasında Öcalan’la görüşmeleri normalleştiren ve bu süreci destekleyenlerden biri olan Çelik, bugün bu konudaki eleştirisini hangi pozisyondan yapıyor?
Samimi Bir Özeleştiri mi, Yoksa Konumlanma Çabası mı?
Çelik’in açıklamaları, AKP içinde halen sessiz kalan birçok ismin düşündüğünü söylemesi açısından önemli olabilir. Ancak bu açıklamaların samimi bir özeleştiri mi yoksa siyaseten yeniden pozisyon alma çabası mı olduğu sorgulanmalı. Çelik, eleştirdiği sistemin içinde uzun yıllar yer aldı, bu sistemin bugün geldiği noktada pay sahibi. Eğer gerçekten bir dönüşüm istiyorsa, sadece konuşmak değil, geçmişteki hatalarına dair açık bir özeleştiri vermesi ve buna uygun bir adım atması beklenir.
Yoksa bu açıklamalar, yalnızca “iktidarın kaymağını yerken sessiz kalıp, güç kaybedince muhalif gibi konuşan eski siyasetçiler” kategorisinde anılmaktan öteye gitmeyecektir.