Uzun zamandır yapmadığım bir şey yaptım (uzun zaman dediysem dört yıl kadar bir şey), takım elbise giyip hanımı da koluma takıp Orhan Gazi Ertekin beyi dinlemeye gittim. Kendisine önceden “Yaşlı biriyim, gözlerim iyi görmez yakanda kocaman bir isimlik olsun ki tanıyayım” demiştim ama gerek kalmadı. Kendini belli ediyordu hemen. Benden daha yakışıklı olmasa da sözüyle de özüyle de salonun en yakışıklısı sayılırdı.
Yazının başlığı da Orhan Gazi beyin bugünkü konuşmasından mülhem.
Hani, başka bir vesileyle Nazi Eğitim kampı gibiydi demiştim ya pek mübalağa sayılmaz; Gerçekten de artık mevcut olmayan Hesap Uzmanları Kurulundaki çıraklık dönemi çok zorlu bir süreçti.
Hesap Uzmanlığına, Türkiye şartlarında oldukça zorlu yazılı ve sözlü imtihanlarla kabul olunurdu. Kenan Evren döneminde, benim gibi solcu bilinen üstelik Kürt biri bu sınavlarla mesleğe kabul edildiğine göre, Kenan Evrene ve kendime övgü payı çıkarmadan, liyakati esas alan bir kurum olduğunu rahatlıkla söylerim.
Mesleğin çıraklık dönemi zahmetli ve uzun bir süreyi kapsıyordu. Nazi Eğitim kampına benzetmem de bundan zaten.
Çıraklığın ilk birbuçuk yıllık dönemi, vergi hukuku ve mevzuatı, uluslararası hukuk anlaşmaları, vergi teorisi ve uygulaması gibi temel mesleki teorik eğitimin yansıra on-onbeş yıllık kıdemdeki farklı uzmanlar nezaretinde vergi incelemesi uygulamaları, vergi mükellefi profili ve davranışı, uzmanın inceleme yapma ve mükellefle ilişkide bulunma usulleri, meslek etiği, mesleği icra edecek kişinin sahip olması gereken vasıflar vb. hususlar temelinde yürürdü.
Sonraki birbuçuk yıllık çıraklık dönemi ise bağımsız olarak vergi incelemesi yapma ve raporlama gibi uygulamalı eğitimle, başka bir deyişle ilk birbuçuk yılda edinilen teorik ve pratik bilgilerin mesleki uygulamaya konmasını sağlamak üzere, yine kıdemli uzmanların uzaktan gözetimi altında mesleki tecrübeyi geliştirmekle geçerdi.
Bununla kalınmaz, üçüncü yıl içinde, mesleki bir konuda bir “mesleki yeterlik tezi” yazmak gerekirdi. Tez dediysem, aklınıza şimdiki üniversitelerin, kimi tez bürolarına yazdırılan, kimi hazır bir metinden intihal doktora tezleri gelmesin. Her biri daha evvel deşilmemiş bir mevzu üzerine olurdu. Yazdığım mütevazi tez de hem günlük bir ekonomi gazetesinde hem de aylık bir mesleki dergide yer bulmuştu kendine. Vergi ve ticaret hukuku bir deryadır zaten.
Bununla kalınmaz, çırak üçüncü yılın bitiminde mesleki ve kişisel yeterliğe sahip oldu mu diye, gerçekten hayati denebilecek bir yazılı ve sözlü imtihana daha tabi tutulurdu. Bu sınav sonunda muhtelif sebeplerle başarısız bulunanlar kapının dışına konurdu. Mesleğin altıncı yılında kişi pişmiş ve olmuş bir meslek mensubu sayılırdı artık. Üniformayı tamamlamak üzere de başbakan ve maliye bakanının ıslak imzasını taşıyan bir de kimlik verilirdi. Benimkinde Kenan Evrenin başbakanı general Bülent Ulusu’nun imzası vardı.
Tüm bunlar, her şey olması gerektiği gibi olduğunun göstergesi değildi elbette. Pratikte tarafgirlik, ideolojik, siyasi ve sosyal kayırmacılık, kimi durumlarda mesleki kifayetsizlik kaçınılmaz olarak kendini gösterebiliyordu. Kitap okumayan, felsefe ve edebiyat kuraklığında kavrulup, meslek unvanından öte bir kişilik taşımayan birine çırak olmak da ihtimal dahilinde idi ki, bundan olsa gerek, çırak hep aynı ustanın yanında tutulmaz, farklı kıdemlilerin hizmetine verilirdi.
Hasılı özel mülkiyetin kutsiyetinin göstergesi olan paranın hukuku, insanın hukukunun, değerinin ve hürriyetinin üstünde olduğu için, bu alanın hukukunun uygulamasından mesul olanların yetiştirilmesindeki hassasiyet, tüm aksaklıklara rağmen, başka ülkelerdeki emsallerinden çok da farklı değildi.
Kaldı ki uzmanın yazdığı rapor, vergi dairesi nezdinde uyulması zorunlu bir emir mahiyetinde olsa da, idarenin bu rapora istinaden yaptığı işlem yargı denetimine tabiydi.
Orhan Gazi Ertekin’in “bugünkü savcı ve hakimlerin yüzde sekseni 0-5 yıllık kıdeme sahip kişilerdir ve bunlar yargı dağıtıyor” cümlesiyle irkilmiş olarak düşündüm bütün bunları.
Bu 0-5 yıl meselesini bir yana bırakırsak, Türkiye’nin hukuk pratiğine dair son derece mühim şeyler söyledi.
Mealen söylersem, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hukukun “Üç Aliler Divanının” hukukundan ibaret olduğunu, tek parti iktidarları suresince hukukun resmî ideolojinin bir unsuru olarak, bu ideolojinin kriminalize ettiği toplum kesimlerini ve insanları suçlu sayarak işlediğini, kararların tek adamın talimatlarından ibaret kaldığını somut misallerle ifade etti ki, sonraki bir zamanda bu konuşmayı kendimce yorumlamak niyetindeyim.
Yine de şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim; bugünkü hukuksuzlukları geçmişteki tek parti rejiminin, Mahmut Esat Bozkurtların, Recep Pekerlerin sözde hukuku üzerinden eleştirenler hukuksuzluğun mağduru değil, müsebbipleridir.
- Lütfen Beni Hatalı Olduğuma İkna Edin - 8 Şubat 2023
- Sen o’sun! - 5 Şubat 2023
- Din ile Bilim Arasında Çatışma Var mı? - 31 Ocak 2023