Hoş Geldin Hüzün

Akşamları içilen bir, iki kadeh şarap gibi, damarlarımda biraz hüznün dolaşmasında tarifi zor bir hoşluk bulurum.

İnsana özgü duyguların en asil olanlarından biri hüzündür bana göre. Öylesine bıçak sırtındadır ki, dozu azıcık artsa kedere, azıcık eksilse keyfe dönüşebilir, ama o, tam kıvamını bularak her ikisini de yaşatır insana; gözpınarlarından iki damla yaş olarak süzülürken, dudak kıvrımlarından tatlı bir tebessüm halinde yayılabilir ve bu ifade kimilerine gerçekten yakışır, duyarlılıklarını ortaya çıkardığı için belki de.

Yaşadıklarımız mı, yoksa yaşayamadıklarımız mı hüzünlendirir bizi diye düşünürüm bazen. Kimi kez yaşadıklarımızın birikimleri yaşayamadıklarımızın eksikliğini hatırlattığında, kimi kez yaşadıklarımızı bir daha asla yaşayamayacağımızı anladığımızda, kimi kez de bir başkasının yaşadıklarının duygusunu kendimiz yaşarmışçasına içimizde hissettiğimizde hüzünleniriz sanırım… Ama ne olursa olsun hüzünlenmek için, hüznü tetikleyecek bir çağrışım olması gerekir her zaman; bir müzik, bir koku, bir görüntü gibi…

Mesela ben, ne zaman bir kadının bileğine taktığı bileziklerin şıngırtılarını duysam hemen anneannem gelir aklıma, çocukluğuma dönüveririm; onun, kollarını her oynatışında birbirine çarpan bilezikleriyle hamur açan hali canlanıverir gözümün önünde, tombul bedenini kucaklayıp şefkat dolu yumuşacık göğsüne başımı koymak ve üzeri çillerle kaplı ellerinin tatlı dokunuşlarını hissetmek için dayanılmaz bir istek duyarım. İşte o anlarda hüzün çöküverir üstüme, özlem dolu, buruk bir hüzün.

Bazen bir şarkı gelir bir yerlerden kulağıma, unuttuğum eski bir şarkı… Küçük bir kız beliriverir önümde, dizleri yara bere içinde, teni güneş yanığı bir kız. Gözlerindeki tasasızlık taa içime işler, içindeki saf coşku hafızamın en kuytu köşelerinden çıkıp yüreğimde tatlı bir meltem etkisi yaratır. İki çam ağacı arasına gerilmiş hamağıma uzanıp gökyüzündeki yıldızlarla konuştuğum ılık yaz gecelerine giderim, lüks lambalarının, sofradaki salatalıkların, babamın kadehindeki rakının ve sahile vuran dalgaların kokusunu duyarım. Hüzün, yine kollarına alır beni.

Nazım’ın Piraye’ye yazdığı şiirleri okurum, hüzünlenirim; aşkın, ayrılığın, çaresizliğin ve tutsaklığın acısıyla dolup taşarım.Giuseppe Tornatore’nin “Cinema Paradiso”sunu her izleyişimde hıçkırıklara boğulurum. Bach’ın her bir sonatından buruk bir tat alırım. Van Gogh’un tablolarına yansıyan yalnızlığı ruhumun derinliklerinde duyarım. Düğünlerde babalarının koluna girmiş gelinleri gördüğümde mutlaka yutkunur, yeni doğan bebekleri annelerinin kucağına verirlerken her daim burnumu çekerim.

Velhasıl, hüznün nereden geleceği hiç belli olmaz, ama ben hüznü severim. Akşamları içilen bir, iki kadeh şarap gibi, damarlarımda biraz hüznün dolaşmasında tarifi zor bir hoşluk bulurum. Hüzün, insan olduğumu, duygularımın yerli yerinde durduğunu hatırlatır bana. Güneşin ışıklarını serpiştirdiği çırpıntılı denizlerde anılarıma demir atan bir balıkçı teknesini arar gibi, dağların yamaçlarında biten papatyaların saflığında çocukluk düşlerimi bulur gibi, kaldırımlara dökülen sonbahar yapraklarının renklerine bürünen bir aşkı yaşar gibi, sokak çocuklarının yanaklarındaki kirli gölgelerde kaybolur gibi, ağır adımlarla yanımdan geçen yaşlı bir adamın kataraktla buğulanmış gözlerinde hayatla yüzleşir gibi, kelebeklerin bir günlük ömürlerinde zamanın göreceli sihrini keşfeder gibi hüzünlenirim… Hüzünlenirim, hüzünlenirim ve sonra gülümserim.

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)