Faşist diktatörlük ve kırılma olasılıkları

Mahir SAYIN


Erdoğan ve Bahçeli’nin beka sorunu!

Bahçeli yıllarca RTE için “alçaksın!” dedikten sonra birden “beka sorunu var” deyip başkanlık için ona destek vermeye karar verince TC politikası 2002’den sonra ikinci kez, yine aynı adamın marifetiyle derin bir krizin içine yuvarlandı. Aynı adam birinci krizde kendi oyunuyla tuş olan pehlivan gibi barajın altına sırtüstü uzanmıştı. İkincisinde bakalım bir daha güreşe çıkacak hali kalacak mı?


Türkeş’in oğlu kendisini AKP’nin kollarına atarak siyasi geleceğini bir zaman için kurtarmayı başardığında aynı Bahçeli onu fena halde lanetlemişti. Ama şimdi kendisi parti içi muhalefet karşısında siyasi geleceğini kurtarmak için Türkiye’yi nasıl tehlikeli bir oyunun içine sürüklemiş olduğuna aldırmaksızın kendi ayaklarıyla AKP’nin “koruyucu” sahasına girmekten hiç de utanç duymadı. Bu RTE için ise “gökte aradığını yerde bulmak” gibi bir talih oldu. Zira onun muhalefet gibi bir derdi olmasa da bu güne kadar işlediği günahların hesabını verebilmesinin olanaksızlığı karşısında hesap sorulamayacak bir konjonktüre ulasılıncaya kadar her neye mal olursa olsun iktidarda kalma zorunluluğu var. İşte bu beka sorunu iki faşisti ortak bir hatta birleştirdi ve Türkiye halkları kendilerini acil faşizm tehlikesiyle yüzyüze buldular.

RTE ve AKP’nin iktidar katına yükselişlerini, TC’nin NATO’ya girişinden, soğuk savaş ve yeşil kuşak projelerinin hayata geçirilmesinden bağımsız düşünülemeyecek olsa da esas olarak Ortadoğu bölgesinin yeniden paylaşımının TC devletine yüklediği özel misyonun sonucu olarak görülmek gerekir. ABD emperyalizmi bölgenin üzerine çullanırken yerel otoriteleri kendine kafa tutamayacak bir düzeye indirgemenin yolunun da Türkiye tipi bir parlamenter rejimden geçeceğini hesaplıyordu. Hatta bu o kadar ciddi göründü ki, kimi solcular bile artık emperyalizmin çıkarlarının demokrasiyle gerçekleşme yoluna girdiğini bile iddia ettiler. Dünya çapında ise işi iyice azıtıp “hümanist emperyalizm” teorileri bile kurulmaya çalışıldı. Bu hümanizmin nasıl yüzbinlerce insanın hayatına mal olduğunu görmek için ise çok beklemeye gerek olmadı. 72 gün boyunca Yugoslavya’nın bombardımanı, Afganistan’ın, Irak’ın ve Libya’nın işgali, Suriye’nin uluslararası çeteler eliyle yerle yeksan edilmesi bu “hümanizmin” nasıl bir insanlık düşmanlığı olduğunu sergilemeye yetti de arttı bile. Nihayetinde “hümanist emperyalizm” düşlediği nizamı yaratamayacağını görünce, taşeronu TC’yi, büyük umutlarla donatıp ortalığa saldığı RTE’yi yeni Osmanlı hayalleriyle “stratejik derinlik içinde” “değerli bir yalnızlığa” mahkum edip yüzüstü bıraktı. Ünlü Genişletilmiş ya da Büyük Ortadoğu Projesi (GOP) rafa kaldırılınca taşeron olarak ihale verilmiş olan RTE de bu projeden edindiği momentum dolaysıyla uluslarası iki büyük duvara çarpmadan duramadı; dibine düştüğü Rusya duvarının önünde debelenip duruyor.

Komünizme karşı verilen mücadele SSCB’nin çökertilmesi ve bölgenin yeniden paylaşılmasıyla sonuçlanırken TC’ye, şimdilerde faşizme yönelmek zorunluluğunu duyan sözde “ılımlı” bir islami rejim olarak fatura oldu demek yanlış olmaz.


GOP işlerken, ABD’nin verdiği taşeronluk görevi sayesinde RTE’nin  işleri ulusal ve uluslararası alanlarda müthiş kolaylaştı. TC yükselen piyasalar içinde parlayan yıldızlardan biri olarak gösterilirken faşist kafalı bir adam da reformcu olarak yerli avanaklara yutturulduğu gibi AB’ye adım atmasına bizzat ABD patronaj yaptı. Reformlar, büyüme oranları, çözüm süreci, askeri hegemonyaya karşı geliştirilen tedbirlerle “ılımlı islam” değil sanki tam anlamıyla demokrat bir rejim inşa edilecek havası yaratıldı. Ama bütün bunlar, ABD’nin GOP’tan vazgeçmesi ve RTE’nin de “değerli yalnızlık” içerisinde kurtuluşu açık diktatörlüğe geçişte görmesiyle birlikte, 7 Haziran seçimlerinin çaldığı alarm zilleri arasında sona erdi.

Ortaklar, önce kullanışlı liberaller, bilahare Cemaatçiler sırasıyla bordadan aşağı atıldılar. 7 Haziran seçimleri ise RTE’nin tam anlamıyla “benden sonra tufan” politikasına yönelip, Kürdistan şehirlerini havadan ve karadan bombalayacak, insanları apartmanların bodrumlarında canlı canlı yakacak kadar canavarca bir “beka” savaşına girmesine yol açtı. Bunca reform rüzgarları estirip, Kürtlerle protokoller imzaladıktan sonra böylesine azgın bir saldırıyla yüzyüze gelineceğini belki de hiç kimse beklemiyordu. Ama artık herşey o kadar varoluş, yokoluş meselesi haline gelmişti ki, iktidarda yükselişlerinin ABD’den sonra ikinci önemli faktörünü oluşturan Cemaat’le silahlı güçlerin kullanıldığı gerçek bir savaşa bile girişmek zorunda kaldılar.

Önceleri, Cemaat’le varolan mekanizmalar içinden sürdürülen çatışma RTE iktidarını gün be gün sarstıkça, iktidarın karşılığı hukuk/kanun dışı uygulamalara yönelmek oldu. Hırsızlıkta ve Suriye’yi mahva sürükleyen çetelerle olan ilişkilerinde suçüstü olmasına karşın hukuk-yasa dinlemeyip arsızca işlerin üstünü örttü, çözüm politikası yerine savaş politikasını geçirdi ve her şeyi iç ve dış güvenlik meselesine irca edip muhaliflerinin üzerine en azgın biçimde saldırdı. Ama bütün bu yapılanlar daha önce “ne istedilerse verdikleri” Cemaat varlığının ordudan, polisten, bakanlıklardan, maliyeden, ekonomiden, üniversiteden, orta öğretim kurumlarından, basından temizlenmelerine yetmiyordu. Bütün bu alanlarda kökten bir temizliğin yapılabilmesi ancak hukuk kurumlarının işe karışamayacağı12 Eylül gibi bir darbe ile mümkündü.

15 Temmuz’da RTE’nin  “Allah’ın bir lütfu” olararak kabul ettiği darbe geldi. Darbenin kendisine karşı yapılmış olması bunun kendisi için ilahi bir lütuf olması gerçeğini değiştirmiyordu. Ona lazım olan bir darbe idi ve bu da gerçekleşmişti. Üstelik bu o kadar elverişli bir durumdu ki, kimse onun darbe yaptığını söylemeyeceği gibi, “darbeyi engellemesine” düşmanı olabilecek olanlar dahil herkes canla başla yardımcı olmak zorunluluğunu duyuyordu. Böylesine müsait bir ortamda RTE darbe olarak kabul edilmeyen, “Yenikapı ruhu”yla desteklenen, OHAL darbesini indirdi.


Cemaat’in AKP sayesinde gerek devlette ve gerekse toplumun tüm diğer alanlarında edindiği yerin büyüklüğünü bilen RTE bunların tümünü birden temizlemenin yolunun Cemaat’in yasa dışına sürüklenmesi ve ardından da kökten bir temizliğe girişilmesiyle mümkün olabileceğini biliyordu. Cemaat, iktisadi alanda çok öncelerden beri negatif bir ayırımcılığa uğruyor ve bunun teptkilerini veriyordu.  Ardından eğitim alanındaki darbe ve en güçlü olduğu alanlardan biri olan Emniyet yapılanması içindeki varlığına yönelen ağır saldırı ve nihayet tüm istihbarat kurumlarının MİT bünyesinde birleştirilmesi ile Cemaat’in imkanları büyük ölçüde sınırlandı ama tüketilemedi; zira Ordu kanalından elde ettikleri istihbarat onlara hükümetin yapmak istedikleri konusunda anında bilgi ulaşmasını sağlıyordu. Ama artık istihbaratı aktif olarak değil ancak pasif olarak, kendilerini savunmak için kullanabiliyorlardı.

RTE son manevrasını Ergenekonculara ittifak teklif ederek gerçekleştirdi. Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmasında “askerlerin” ve bu arada kendisinin de Cemaat’in oyununa getirilmiş olduğunu beyan edip özür diledi. Bu noktadan sonra birlikte kafa kafaya verip Cemaat’in Ordu içerisinden nasıl temizleneceğinin planlarını yapmaya başladılar ama planları birlikte yaptıkları siyasi ve askeri zevatın bir kısmı da Cemaat’in mensuplarıydı.

Çok net olarak açığa çıkan iki girişim Cemaatçileri alarma geçirdi: 15 Temmuz günü Deniz Kuvvetleri’nde geniş bir tutuklama yapılacak ve Askeri Şura erkenden toplanıp Cemaat mensubu olarak tespit edilenleri Ordu’dan ihraç edecekti. Ordu komuta kademesinin neredeyse yarısını oluşturan Cemaat mensupları bu planın gerçekleşmesini beklemeden harekete geçmeye karar verdiler. Ama nasıl Cemaat’in elemanları Hükümet kanadından istihbarat toplayabiliyor idiyse, Hükümet de Cemaat’in içinden bilgi alıyordu. MİT’in elinde olduğu bilinen “bylock” kullanıcıları listesi, bu ve başka kanallardan elde edilen istihbarat fazlasıyla birlikte Cemaatçilerin listesini Hükümet’in eline vermişti. Darbe kararının alındığını RTE haber aldığı için darbeden bir hafta önce ortalıktan kayboldu ve darbenin alınan tedbirlerin içine düşmesini bekledi. Darbeciler hareke geçtikleri anda tuzağın içine düşmüşlerdi ve onun için RTE büyük bir güvenle ortaya çıkıp beyanatlar verdi ve çekinmeden uçağına atlayıp İstanbul’a gitti. Ve orada daha nelerin olup bittiği kesin olarak bilinmezken bu darbe girişiminin “Allah’ın bir lütfu” olduğunu ilan etti.

“Allah’ın bu lütfu” şimdi faşizmin inşasının iskelesi olarak kullanılıyor. OHAL ile yaratılan fiili durum aslında OHAL sınırlarını da aşmış durumda ve muhalefetin tümümün birleşmesini engellemek, en güçlü direniş yoluna girmesinin önünü kesmek üzere başından beri sürdürülen takiyye metodları kullanılmaya devam ediliyor ve duruma meşruiyet kazandırmak üzere Hitler’in yaptığına benzer bir biçimde anayasal bir faşizm için referanduma gidiliyor. Amaç hafif hafif ısıtılarak piştiğini farketmeyen kurbağa gibi toplumun tümümün en az direniş koşullarında teslim alınmasıdır.

Referandum ortamına girilinceye kadar işler tereyağından kıl çeker gibi rahat yürüdü. Ancak dış politikada uğranılan hezimetler, ekonominin gittikçe sarpa sarıyor olması, ahbap çavuş kapitalizminin toplumun tüm katlarında yarattığı tepkiler, Rusya ve İsrail’le olan ilişkiler, AB-ABD ilişkilerinin limoniliği RTE’nin karizmasını adım adım çizdi ve toplumu Anayasa değişikliği karşısında “Hayır” oylarının öne geçmesine yol açacak endişeli bir bekleyiş içerisine soktu. Müttefik MHP tabanı ciddi itirazlar içinde çalkalanırken, kendi tabanını bile kontrol edemez bir noktaya geldiklerini varolan olgular ve anketler aracılığıyla tespit eden RTE büyük bir telaşın içine düşüp, önce Menbiç, Rakka, Musul, Şengal kartlarını oynama ve bu yoldan desteğini genişletme hesabı yaparken önü ABD ve sığındığı Rusya tarafından kesildi. Şengal’a saldırmaya zorladığı Barzani’nin gönderdiği Rojava peşmergeleri Şengal halkının direnişi karşısında ancak bir hayal kırıklığı olabildi. Dışişleri Bakanı’nın “Barzani halledemezse biz gereğini yapacağız” lafları hem ciddi bir deşifrasyon hem de boşa böbürlenme olarak kaldı. Şimdi son umutlarını Arap aşiretlerini Türkiye’de örgütleyip Rojava’nın üzerine saldırtma planlarında görüyorlar. Ama RTE bunu ne “yakın dostu” Putin’e ne de kendisi gibi ne yapacağı pek hemen kestirilemeyen Trump’a anlatabilecektir.


Durumun vehameti RTE’nin aklını başından aldı. Referandum’u kaybetmek demek aşağıya gidişin hız kazanması, morali yükselmiş bir muhalefet karşısında tutunamamak ve nihayetinde iktidarı kaybetmek demektir. Bu telaş içerisinde RTE şovenizmin dozunu yükseltmek, milli savunma atmosferi yaratarak desteğini yükseltmek üzere AB’ye “savaş” açmaktan başka çaresi kalmadığını gördü. Almanya, Hollanda, Belçika, Danimarka, Avusturya, Fransa ve esasında tüm AB ile “faşist, ırkçı vs” suçlamalarının uçuştuğu, yandaş basının “milli kurtuluş savaşı” başlattığı bir noktaya ulaşıldı. RTE’nin bunca gerilim yaratıcı politikalarına karşı AB sözcüleri hiç de onun telaşı içinde davranmıyorlar. Tam tersine, hiç saldırganlaşmadan söylenen sözleri “saçma” bulduklarını ve “geri alınması gerektiğini” söylüyorlar. Biliyorlar ki, bütün bu edilen laflar Türkiye kamuoyunu gaza getirmek içindir ve dolaysıyla aynı biçimde yanıtlar vermek RTE’nin oynadığı “milli mücadele”  müsameresinin ortak oyuncusu olmayla sonuçlanır. Aslında AB’nin kendi dertleriyle uğraşmak zorunda olduğu bu dönemde TC ile uğraşmaya, onunla görüşmeleri sürdürmeye zaten hiç bir niyeti yoktur ve RTE’nin attığı bu adımları hiç de üzüntüyle karşılamamakta, tam tersine kendi politikalarının gerçekleşmesine RTE’nin malzeme sunması olarak görmektedirler.

RTE’nin Suriye ve Irak’a müdahalelerle  yaratacağı şoven atmosferin aynı 1 Kasım seçimlerinde olduğu gibi oylarını artırmasına katkısı olabilirdi. Ancak o kapı bizatihi bölgenin patronajını yapan iki büyük güç tarafından engellenmiş durumdadır. Ayrıca TC’nin Körfez bölgesindeki despotlara para karşılığında sağladığı askeri destekler de İran’ın Suriye ve Irak’taki tepkilerinin misliyle büyümesine neden olmaktadır. Bu alanda TC’nin yapabileceği pek bir iş kalmayınca Avrupa seferine yönelmiş olmak Güney’den elde edilebilecek olan faydanın aynısının sağlanmasına büyük ihtimalle imkan vermeyecektir. Zira  Avrupa’yla yaratılmış olan bu çatışma durumu şimdiden Avrupa’daki AKP yandaşlarını oradaki varlıkları açısından ciddi bir endişe içine sürüklemiş bulunuyor. Yandaşlar Hollanda ineklerinin geri gönderileceğini (aslında mezbahaya gönderilmişler!) duyup neşeli tebessümler saçarken bunun yaptırdığı çağrışımla birden asıl kendilerinin geri gönderilmesi durumunda nelerin olacağını düşünmeye başladılar bile. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurların eksilmekte olduğunu çok geçmeden göreceklerdir. Ayrıca bu gerilimin Avrupa ülkelerinde ürettiği yabancı düşmanlığının doğrudan muhatabı da yine bu insanlar olmakta ve geleceklerini yaşanan kimi felaketleri hatırlayarak endişe ve hatta korkuyla karşılamaktadırlar. Avrupa’daki yandaşların TC’deki yandaşlar kadar fanatikleşebilmesi bu açıdan pek mümkün değildir. Ve esasında da oyların artırılmasının olanağının fanatikleri iyice azdırmaktan değil, tarafsız kitlenin kazanılmasından geçtiğini unutmamak gerekiyor. Yaratılan gerilimin ise tarafsız kitleyi sadece endişe ve korkuya ve hatta AKP’den uzaklaşmaya sürüklediğini kestirmek için çok araştırma yapmaya gerek yok.

Aynı durum Türkiye için de geçerlidir. Bütün bu şovenizm kışkırtmaları fanatik taifeyi daha fazla heyecana sürükleyip oraya buraya saldırmaya teşvik etmektedir. Ama hali hazırda Hayır oylarının çoğunlukta olması ve kararsız kitlenin alacağı tutumun bu durumu belirleyeceği gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda bu tarafsız kitlenin Avrupa ile olan çatışmadan memnuniyet değil endişe duyarak “Hayır”a yönelebileceğini söylemek çok yanlış olmaz. Muhtemeldir ki, RTE ve kurmayları da bu durumu görerek daha fazla tepkiye yol açmadan Avrupa seferlerine ara vermek zorunluluğunu duydular.

Aslında RTE’nin attığı bütün adımların birer birer başarısızlığa uğraması 7 Haziran öncesi potansiyelin geri gelmesine, Gezi’nin yarattığı tecrübenin saklandığı yerlerden adım adım çıkmaya başladığına işaret etmektedir. Hiç bir toplumsal tecrübe yok olmaz. Bir yerlerde saklanır ve günü geldiğinde yeniden hükmünü icra eder. Komünal toplum geleneklerinin bütün sınıflı toplumlar boyunca varlıklarını bir biçimde koruyup günümüze kadar ulaşmış olması bunun en iyi kanıtını oluşturur.

Yığınlarda RTE’nin faşist diktatörlük girişiminin Referandum’da engellenebileceği konusundaki umut yükselmeye başlamış bulunuyor. Kazanma inancının gelişmesi demek mücadele azminin ve gücünün de yükselmesi anlamına gelir. Sosyalistler yığınlarda gelişen bu mücadele ruhunu titiz bir bir şekilde izlemeli, onun bir adım ilerisinde ama hiç bir zaman kitle çizgisini kaybetmeden geliştirilmesine katkıda bulunmalıdırlar. 16 Nisan’a kadar bu tempoda ilerlenebildiği takdirde 17 Nisan RTE için bir felaket günü olacak ve çıldırmış bir halde muhalefetin üzerine saldıracaktır. Bugünden bu saldırı konusunda hazır olunmalı ve yığınların bilinci buna uygun bir biçimde yükseltilmeye çalışılmalı, kimsenin bir sürprizle karşılaşıp şakınlığa düşmesine izin verilmemelidir.

Ağaçları kestiler Gezi’yi tetiklediler. Şimdi Referandum’u kaybederek daha güzel günlerin gelişini tetiklemiş bulunuyorlar.

RTE’nin tek kurtuluşu herkesin benimseyeceği bir bahane uydurup bu referandumdan vazgeçmektir. Ama onun da ecele faydası yok…