Eros’u öldürmek

Bir Yeşilçam filminde kahraman biyolojik anne ve babasının birlikte yaşadığı insanlar olmadığını öğrenir ve gerçek anne babasının peşine düşer. ‘’Ben kimim’’ ile başlayan sorgu ve araştırma da kimlik konusunun başlangıç noktasıdır: doğumundan ölümüne kadar tüm yaşamı her alanda belirlenmiş insan bir gün sorar: ben kimim? Ve tüm verili kimlikleri sorgulamaya başlar.

Yakın tarihlere kadar iki alanda mücadele ana arterler olarak vardı: sınıf ve ulus. Diğer kollar bunlara bağlanan tali alanlar olarak görülürdü.  Bilimin her alanda kılcallara ayrılması gibi toplumsal alanda kimlik konusu da kendini dayatan, muhalif alanı renklendiren yapısıyla harekete geçmiş durumda. Artık birçok kesim sahada ve bir biçimde yerlerini almış durumdalar. Toplumsal sis perdesi kalkmakta ve yüzler daha çok belirginleşmektedir. Bu görünürlük içinde kabul ve red sınırları da anlaşılır olmaktadır: öteki ne kadar beride ya da uzaktadır; tabi ki iktidarlara göre. Yoksa her kimlik toplumun doğal mayası ve bileşenidir. Ayrışma ve ayrıştırma bir arada yaşayan insanların değil, politikacıların handikabıdır; konjoktüre göre değişkenlik arzeden politik durumlara bağlıdır. 

Sermayenin ihtiyacına göre uluslararası şekillenmesi ‘’küreselleşme’’ ya da ‘’yeni dünya düzeni’’ olarak sunulmakta. Yapısal özelliğiyle her krizde düşük yapan kapitalizmin, bu ‘’yeni dünya düzeni’nin’’ kültürel versiyonu olan postmodernizm ile kimlik kavramı daha ön plana çıkartılmış durumda. Kimlik politikaları konusunda böyle basit bir neden sonuç ilişkisi sürmek elbette yeterli bir açıklama değil. Sadece gözden kaçmaması gereken nokta hangi zeminde öne çıkarıldığı ve muhalefet olarak sisteme ne derece nüfus edebildiği, edebileceğidir. Yoksa kimlik konusu bugüne özgü değildir:  tüm devrimler ya ulus ya da sınıf kimlikleri üzerinden olmuştur .  Bugün karnaval havasında dönüşen çeşitlilik zaten vardı, belli baskılardan kurtulup görünür olmalarıyla farklar ortaya çıktı. 

Ulus- devlet anlayışının altı mı oyulmakta? Ülkemizde iktidarı elinde tutan kesimin söylemiyle tek devlet, millet, bayrak vb. gibi üniter yapıya vurgu yapan anlayış artık tarihe mi karışmaktadır? Ulusal mücadele anlamını yitirmekte ve işçi sınıfı eksenine oturtulan emek, tek bir sınıfın mücadelesi olmaktan çıkmakta mıdır? Evet, bunlar bugünlerin temel soruları olarak görülmekte. Tartışılabilir ama evrensellik bayrağını ihtiyacına göre belirleyen sermaye sahiplerinin çektiği zeminde değil.  Özgürlük, eşitlik, kardeşlik iddialarının dün ve bugünkü içerikleri, mülkiyet hakkının kabul ettirilmesi yönünde bir yutturmacadan ibaret safsatalara dönüştürülmüş durumda.

Toplumsal cinsiyet eleştirisi üzerine yükselen cinsellik,  en dikkat çekici konulardan biri olma özelliğini koruyor. Her şey konuşuluyor görülse de hala tabu bir alan olmasının bunda etkisi büyük.

Bugün adına ne kuşağı derseniz deyin, ortak özelliği ‘’nineleri’’ tarafından büyütülmüş bir kesimden bahsediyorsunuz demektir. Geleneksel cinsiyetçi aşk anlayışının bir tuzak haline gelmiş ilişki ağına düşmüş insanların dramıdır tüm yaşanılanlar: ayrılıklardan cinayetlere kadar varan bir cinnet hali. Doğrudan erkek düşmanlığıyla açıklanamayacak, başta 8 Mart olmak üzere erkekleri sahadan kovarak, üç beş göstermelik mahkeme kararını alkışlayarak ta içimiz rahatlamayacak. Herkes namlunun ucundadır. Bakışımız daraldıkça resmin bütününü göremeyecek kadar miyoplaşmaktayız. Hep birlikte ürettiğimiz ve içinde tükendiğimiz ama bir türlü de silkinip kalkamadığımız bu kirli havuzdan hiç birimiz temiz çıkamayacağız. Başkalarını suçlayarak nereye kadar masum kalınabilir ki?

Aşk ta insanlar arası bir ilişki biçimidir. Her insanın aradığı ve genelde hayal kırıklığı yaşadığı bir durum. Her insan bu kadar kötü ya da özel mi de bir türlü ‘’aradığı aşkı’’ bulamaz ? Bir kamuflaj biçimi haline mi dönmüştür kışkırtılmış arzularımızı yaşamak için.  Paramparça halimiz geçmişte bıraktığımız yarımların keskin bıçağından arta kalanlar.  Bir şeyleri bütünleyemeden yarım bıraktıkça  hayatın yıkıcı etkisine daha çok maruz kalıyoruz. Hepimiz kısa mesafe koşucusu ve hepimiz yüz metrede  şampiyon. Uzun bir yolu değil koşmak dönüp bakacak mecalimiz yok. Ama yine de razı gelmiyoruz hiçbir şeye. Gelenler sahte mutluluk resimleri veriyor. Razılıklar üzerine kurulmuş hayatlar güvenli tarafta kalıyor: bir teslimiyet biçimi ya da sürekli cehennem! Bedeli ise hep kendinden  vermek ; üstelik bir b planımız da yok hayata dair. Hangi sevmek, hangi beden, neyin özlemi?  Sürekli bir beden takviyesi içindeyiz.  Birini diğerinin kokusuna taşıyarak: yaşamasız çırpınışlar. Sonrası olmayan,  tüketilmiş bedenler mezarlığında  yaşıyoruz  ve sonra bir daha… Birini sevebilme ihtimalini çoktan yitirmişiz. Cinsellik, sahip olma mantığıyla gönüllü tecavüz: hem köleyiz hem efendi. 

Eşitliğin olmadığı yerde hangi alanda olursa olsun özgürlük bir yanılsamadan ibarettir. Belirleyici olan baskı mülkiyete dayalı ilişkilerdir. Üst baskı da diyebileceğimiz bu durum ortadan kalkmadıkça bir takım sistem içi düzelmeler ve iktidarın her an alabileceği tavizler olacaktır: İstanbul Sözleşmesi bu duruma örnektir; konjoktürel ihtiyaçlarına göre güya bu hakkı vermiş ve işine gelmediği noktada da geri almıştır. Dolayısıyla “ister elletirim ister dilletirim” derken evet bu senin özelindir ama o bedenini mülkiyeti dahilinde sahibi olarak gören zihniyet alt edilmediği sürece her türlü sınır zorlamaları pek bir işe yaramayacak, fiyakalı sözler olarak kalacaktır.

Bir cinsel devrimden bahsedip , sonrasını güvenli korunmaya indirgemek nasıl bir bakıştır? Geleneksel ilişki biçimlerini parçalamak adına bir ön kabulu vardır evet ama sadece kadınlar üzerinden yaratılan bu özgürlük algısının bedelini sadece kadınlar ödemekte. Bedel birlikte ödenecekse hangi alanda olursa olsun sorun bir beden değil zihniyet sorunu olarak anlaşılmak zorunda. Teoride her şeyi güzel güzel konuşup  kendi pratiğimizde çakılıp kalıyor isek hala atamadığımız kalıntıların altında eziliyoruz demektir. 

Özel mülkiyet, devlet ve patriyarka birbirini tamamlayan kurumlardır. Bütün ahlaksızlıklarında temel kaynaklarıdır. İnsanın temel tarihsel bölünmesi özel mülkiyetin hayat bulması iledir. Özerk kurumlar olarak var olsalar da devlet ve patriyarka  mülkiyet olgusunun çocuklarıdır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmedikçe de ortadan kalmayacaklardır. Patriyarkanın gücü, algı ve tahminlerin çok ötesinde; kendimizden sınamaya başladığımızda gayet güzel anlarız bunu. Mevcut sınırlar içinde kaldıkça kürtaj ya da ertesi gün hapı ile durumu kurtarabilirsiniz ama ya sonraki gün?  Aşk da tıpkı “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” terimlerinin özel mülkiyeti meşru kılma yolunda bir işleve koşulmuş. Beden sahipliği, mülk edinme olgusu; namus diye iki yüzlü bir ahlak anlayışı ile meşrulaştırılmaya çalışılmakta. Sınırları zorlamak yetmiyor her alanın işgal edilmesi gerekiyor. Ayağımızın biri içeride biri dışarıda kan ter içinde uğraştığımız binayı revize etmektense ateşe vermek daha doğru değil mi? Zor evet ama başka bir gerçeğimiz yok: yıkım ve yapım varoluşumuzun temel iki yüzüdür.

Nedim SARIKAYA
Latest posts by Nedim SARIKAYA (see all)