Emperyalizm, sadece Marksistler tarafından değil, birçok siyasal ve sosyal bilimci tarafından da uzunca süre ekonomik ve siyasi bir olgu olarak incelendi. Marksistlerin emperyalizmi aynı zamanda kültürel bir olgu olarak da görmesi fikri, 1980’lerden sonra herkes tarafından kabul edilmeye, yani kültürel bir emperyalizm eksenli tahlillere ağırlık verildi. Emperyalizmin aynı zamanda kültürel bir öğe olduğunu söylemek, askeri, siyasi ve ekonomik faktörleri göz ardı etmek değildir.
Emperyalizmin baskı, terör ve sömürüye dayalı çok yönlü bağımlılık ilişkileri daha kolay anlaşılabilir olgulardır. Ancak, bir emperyalist egemenliğin ilişki ve işleyişi, batılılaşma süreciyle birlikte ve emperyalizmin devamı olarak ele alındığında, sorun daha karmaşık gibi görünür. Burada söz konusu olan emperyalist ilişkinin yarattığı egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin dışsal bir baskı olmaksızın içsel mekanizmalar aracığıyla sağlanmasıdır.
Sokaktan işgalci bir asker geçerken bunun emperyalizm olduğunu artık emperyalizme karşı çıksın veya çıkmasın herkes söyleyebiliyor. Günlük hayatın her aşamasında karşı karşıya kalınan yüzlerce emperyalist kültürel öğe karşısında ayırt edici bir tutum sahibi olmak, belirli bir kültürel bilinci gerekli kılıyor. Bu nedenle antiemperyalist düşüncenin ve mücadelenin içine emperyalist kültürün reddi de girmelidir.
Emperyalizm, coşturucu sloganlar, savaş sembolleri, üstün askerî, ekonomik, siyasî veya kültürel güç tarafından kurulur ve kendini yeniden üretir. Bu bakımdan emperyalizm genellikle farklı kültürlerin çarpışmasını ve onların aralarındaki adaletsiz değişimi takip eden bir ilişkiyi anlatmaktadır. Emperyalist güçler abluka altına aldıkları toplumlar üzerinde her türlü tasarruf hakkını kendi ellerine geçirir. Egemenliklerini sürdürebilmek ve daha uzun süreli kalıcı olabilmek için de, ilgili ülkede kendi prototiplerini yaratır. Yani kendilerine benzetmek için tüm kendi değerlerini çeşitli baskı, terör ve sömürü mekanizmaları ile uygulamaya çalışır. Bu uygulamalar, bize, İngiliz, Fransız, Amerikan, Rusya, Çin vb. emperyalistlerin aralarındaki biçimsel farklılıkları anlamımıza yarayacak olan veriler sunar.
Küreselleşme sermayenin global serüvenidir. Bu serüven sermayenin kendi satışıdır. Bütün insanlığın çıkarına ve iyiliğine olduğu görünümü verilen bu satış da, globalleşen üretim, dağıtım ve tüketim pazarının çok yönlü egemenlik ve bağımlılık ilişkileri geçerlidir. Küreselleşmenin bir ifadesi olarak bu ilişkiler reel bir mantıkla şöyle işlemektedir: Bütün dünya bir pazar ve bütün dünya insanları da müşteri” gibi düşünülmekte, dahası müşteri profilleri birbirine benzeştirilerek bir uluslar arası standardizasyon oluşturulmaktadır. Bu amaçla, üretim maliyetleri düşürülerek kar marjları olağanüstü düzeylere çıkarılmakta, böylelikle zengin ülkelerin daha zengin, yoksul ülkelerin daha yoksul olduğu, “yeni bir dünya düzeni” kurulmaya çalışılmaktadır.
Bu konuda ortaya konulan bütün göstergeler Türkiye ve benzeri ülkelerde “Batı türü tüketici kültürünün” ve bunun bir yansıması olan “Batı tipi yaşam” tarzının egemen kılınmasından başka bir şey değildir. Türkiye’de 1980’li yıllarla birlikte, yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, seyrettiğimiz, okuduğumuz vb. her şeyin yerli olmaktan çıkması, batı kültürünün ve yaşam tarzının her yerde egemen olmaya başlaması bunun somut bir göstergesidir. Bu süreçte toplumsal bağlar gevşemekte, yabancılaşmayla birlikte birey yalnızlaşmakta ve yeni arayışlara yönelmektedir. Özellikle sömürülen ve ezilenlerin köktendinci akımlar aracılığıyla yeni bir kimlik arayışına yönelmesinde, emperyalistlerin bu yönde teşvik ve telkinleri etkili olmaktadır.
Küreselleşme döneminin “kültür ve savaş” boyutunu irdeleyen J. Petras, günümüzün büyük sorunun emperyalist savaş olduğunu vurguladıktan sonra, vahşi egemenliğe dayalı “emperyal militarizm kültürünün” ABD’nin muazzam propaganda makinesi tarafından bütün dünyaya yayıldığını; bu propagandanın baskı, terör ve soykırım boyutuyla Nazilerle benzerlik gösterdiğini vurgulamaktadır. Petras, bu bağlamda ABD propagandasının asıl amacının emperyalist savaşın meşrulaştırılması, muhaliflerin yansızlaştırılması ve kararsızların kazanılması yönünde küresel bir çabaya dönüştüğünü belirtmektedir. Petras’a göre, emperyal güç sömürgeci fethi gerçekleştirmek için kültürel-ideolojik hegemonyaya ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle de, “yeni liberal politikalar” emperyalizm yanlısı politikacı, entelektüel ve ekonomistler grubunun çekirdeğini yaratmıştır.
Petras’a göre, günümüzde kültür emperyalizmi hem geleneksel hem de modern biçimlere bürünmüştür. Geçen yüzyılda kilise, eğitim sistemi ve kamu yetkilileri yerli halklara “ilahi veya mutlakiyetçi prensipler adına boyun eğme ve sadakat düşüncelerini aşılamakta” büyük rol oynamışlardı. Ancak şimdi “geleneksel mekanizmalar” hala çalışmakla birlikte yeni “modern araçlar”, emperyal egemenlikte gittikçe merkezi bir önem kazanmaktadır. Bugün, “kitle iletim araçları, halka ilişkiler kampanyaları, reklam ve laik eğlendiriciler ve entelektüeller” daha fazla rol oynuyor. Bugün artık çağdaş dünyada Hollywood, CNN ve Disneyland, Vatikan’dan, İncil’den veya politik önderlerin halkla ilişkiler retoriklerinden daha etkili oluyor.
- Siyasal Önderlikler ve Sosyalizm Anlayışı – Şaban İba - 14 Haziran 2024
- Eğitimde müfredat sorunu! - 26 Mayıs 2024
- Solun Durumunu Yeniden Düşünmek! - 20 Mayıs 2023