Emperyalist hegemonya kavramı üzerine. -1-

“Emperyalist hegemonya” kavramı üzerinde uzlaşabilmek için doğal olarak ‘emperyalizm’ ve  ‘hegemonya’ kavramları üzerinde bir uzlaşının sağlanması gerekir. Ama özellikle emperyalizm kavramı olmak üzere bu kavramlar üzeninde bir uzlaşının sağlanmış olduğunu söylemek olanaksız. İmparatorluk, sömürgecilik, küreselleşme gibi kavramlar ile emperyalizm kavramı bazen birbirinin yerine ve bazen de birbirinden tümüyle yalıtık -hatta karşıt- kavramlar olarak kullanılıyor. Kapitalizm ve özellikle emperyalizmi yerli yerine oturtmak açısından kritik bir öneme sahip olan dünya ekonomisi ve dünya sistemi gibi kavramlar açısından da bir tür sadeleştirme ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Biz bu makalede sözkonusu karmaşaya yeri geldikçe kısaca değinmekle birlikte ayrıntılarıyla ele almayı başka yazılara bırakarak bu makale çerçevesinde emperyalizmin tüm bu kavramlardan farklı ama bu kavramlarla da yakından ilişkili olduğunu belirtmekle yetineceğiz.

Emperyalizm nedir ya da ne değildir?

Sömürgecilik, ilhak, şiddet, savaş vb. bir yönteme işaret ederken emperyalizm, kapitalizmin sistemik özellikli bir aşamasıdır. İmparatorluk dahil bu kavramlarda askeri-siyasal boyut öne çıkarken emperyalizm kavramında ekonomik boyut daha öndedir. Bu kavramların ifade ettikleri tehdit maruz kalan ülkeler açısından dışsal bir tehdit anlamına gelirken emperyalizm yalnızca metropol ülkeler için değil aynı zamanda çevre ve yarı çevre ülkeler açından da ekonomik, siyasi, ideolojik-kültürel anlamda dışsal olduğu kadar içsel bir olgudur da… Bu kavramlarda ifadesini bulan olgular tekil veya konjonktürel bir anlam taşırken emperyalizm süreğen, bütünsel ve yapısal bir özellik taşır. Lenin, Buharin, Lüksemburg gibi emperyalizm üzerine kalem oynatmış önemli Marksist eylem ve düşün insanlarının eserleri, sömürgeci yöntemlerin, işgal ve ilhak eylemlerinin emperyalizm tarafından henüz yaygın olarak kullanıdığı ilk döneminde, İngiliz hegemonyasının son demlerinde kaleme alındıkları için adı geçen yöntemler bu eserlerde özel bir ağırlık taşımıştır. Ama dikkatle incelendiğinde, sözkonusu isimler açısından emperyalizmi tanımlayan belirleyici unsurlar, kullanılan bu yöntemler değil, tekelleşme, sermaye ihracı, finanslaşma, mevcut pazarların paylaşılmış olması nedeniyle artık “yeniden paylaşım” mücadelesinin öne çıkacak olması ve bunun da kaçınılmaz olarak genel savaşları tetikleyeceği gibi argümanlardır. Aksi halde bu isimler tarafından emperyalizmin kapitalizmin özel ve en yüksek aşaması olarak tanımlanmaz, kapitalizmin merkezlerinin uluslararası ilişkilerde kullandığı çıkar amaçlı askeri bir araca, bir yönteme indirgenirdi.

Gerçekten de egemen literatürde genel olarak emperyalizm kapitalizmden ya bağımsız ya da metropol kapitalizminin bir dış politika yöntemi olarak değerlendirilmektedir. Ki bu iki yaklaşım esasta aynı kapıya çıkmaktadır. Ve işin ironik yanı bu literatürde Lenin, Bukharin, Hilferding, Lüksemburg gibi simlerin eserleri de -yukarıdaki nedenden dolayı- tanık olarak gösterilebilmektedir. Emperyalizmle diğer kavramlar arasındaki bu karmaşada en temel faktör de bizzat bu daraltıcı kavrayışın kendisidir. Oysa emperyalizm bu yöntemleri kapsıyor olsa da bu yöntemleri çokça aşan bir dünya sisteminin adıdır. Örneğin sömürgeci ve ilhakçı yöntemler emperyalizm döneminde de kullanılmakla birlikte, emperyalizme özgü değildir ve emperyalizmin ayırıcı yönü sömürgecilikten ziyade “yeni sömürgecilik”tir. İkisi arasındaki fark ilkinde askeri ögenin ve siyasal bağımlılığın ikincisinde ise ekonomik bağımlılığın ve-fakat “siyasal bağımsızlığın” öne çıkmasıdır.

Tahakküm hegemonya değildir ama hegemonya tahakkümdür de…

Uluslararası ilişkiler teorilerinden neo-realizmin bakış açısından hegemonik devlet, diğerleri üzerinde tahakküm kurar ve diğer devletlerin hiçbiri merkezdekine karşı duracak bir askeri güce sahip değildir. Bu bakış açısı, hegomonik devletin gücünü, siyasi ve askeri alanda ele almış ve askeri gücün üstünlüğünü ön plana çıkartmıştır. Aynı disiplinin diğer önemli teorisi olan  neo-liberalizm teorisiyse hegemonya kavramını sadece askeri güce indirgememiş, hatta askeri olan önemsizleştirilirken, ekonomik boyut tek yönlü olarak öne çıkarılmıştır.  Ancak neo-liberalizmin ekonomik güç vurgusu da modern dünya sistemini ve hegemonya kavramını tam ve bütünlüklü olarak açıklamakta aciz kalmaktadır.

Gerek ulusal gerekse uluslararası alanda kullanılabilecek diğer önemli hegemonya tanımı, Gramsci’ye aittir. Gramsci’nin hegemonyası, politik, askeri bir üstünlükle beraber ekonomik, kültürel-ideolojik anlamında bir üstünlüğü de şart koşar. Dolayısıyla hegemonya kavramı “rıza” kavramını da içermektedir.  Arrighi’nin hegemonyayı yorumlayışı da Gramsciyen bir perspektiftedir. Arrighi, savunduğu ve temsil ettiği çıkarların sadece kendisinin değil, aynı zamanda tüm “hür dünya”nın çıkarları olduğu algısını yaratarak, ancak bu yolla, ABD’nin tüm kapitalist dünya üzerinde hegemonyasını kurduğunu ve sürdürdüğünü belirtmektedir. Harvey de “Yeni Emperyalizm” kitabında hegemonya konusunda kültürün önemini vurgulayarak Gramsci’nin görüşüne yakın bir pozisyon almaktadır.

Gramsci’nin oldukça kapsamlı ve açıklayıcı hegemonya kavramını daha da açıklayıcı hale getirebilmek için, şu temel gerçeğin altını da özenle çizmek gerekir. “Rıza” kavramı “hegemonya” kavramının spesifik belirleyici ögesi olsa da, rızanın ve dolayısıyla hegemonyanın oluşmasının altyapısı, ekonomik entegrasyon sayesinde oluşan bir “bütün” içindeki çelişkilerin -büyük kriz dönemleri dışında- ikincil kalmasının sağlanması, ortaklıkların ise daha öne çıkarılabilmesidir. Hegemonik güç, bu ortaklığı öne çıkarabildiği ve çelişkileri talileştirebildiği için ve bunu yapabildiği ölçüde hegemonik olabilir.

Dünya Ekonomisi, Dünya Sistemi ve Emperyalist Hegemonya

Emperyalizmle ortaya çıkan eşitsiz-hiyerarşik entegrasyon öyle bir iç içe geçiştir ki, böylesi bir entegrasyon, bir ülkenin bir diğerini işgal etmesi ya da o toprakları doğrudan kendine katması, onun kaynaklarına el koyması, haraca bağlaması ile sağlanamaz.  Veyahut bir meta ticareti ilişkisi içine girilmiş olması da bu düzeyde bir bütünleşmeyi sağlayamaz. Kapitalizm öncesinde ekonomiler arası işbölümü hala ve büyük ölçüde doğal işbölümü düzeyindedir; herkesin sahip olduğu hammaddelerin ve ürettiği ürünlerin doğal nedenlerle farklılıklar taşıması, bir “eşitsiz” mübadeleyi gerektirir.  Ama bu karşılıklı ilişki gerçek anlamında bir dünya ekonomisinin varlığı anlamına gelmez.

Dünya ekonomisin ete kemiğe bürünmesi ancak üretimin ve sermayenin evrensel planda iç içe geçmesi, pazarın giderek gerçek anlamda tek bir dünya pazarı olarak örgütlenmesi ile olasıdır. Dünya ekonomisinin oluşumu üretim artışını, uluslararası mübadele ve ticaretinin ve dolayısıyla dış pazarların yaşamsal önem kazanmasını gerektirir. Bu da ancak ticarete konu üretimin artırılması ve bu ürünlerin dünya pazarlarına ulaşımın kolaylaştırılmış olmasıyla mümkündür. Ancak bu koşulların oluşmasıyla ortaya çıkan karşılıklı bağımlılık düzeyi gerçek anlamda dünya ekonomisinin oluşumunu sağlayabilir. Bukharin,  kapitalist dünya ekonomisi ile önceki dönemleri karşılaştırarak şu yargıda bulunur: “Önceki süreçte sözkonusu olan dünya pazarı şimdilerde dünya pazarının her yıl massettiğinin yüzde 1’ni bile massedememiştir.“

Emperyalizm öncesi “hegemonya” ve emperyalist hegemonya

Dünya ekonomisi ve dünya sistemi kavramları ile “uluslararası hegemonik güç” olgusunun ortaya çıkışı arasında dolaysız bir bağlantı vardır. Bu ise gerçek anlamda kapitalizm ama özelikle emeryalizm dönemine özgü bir gelişmeyi tanımlar. Oysa Frank, Mezopotomya ve Mısırda, sonra Roma, Osmanlı, İran, genelde Asya ve özelde Çin’de bir hegemonik geçiş olduğunu söyleyerek, hegemonya kavramını bir süreklilik içinde 5000 yıllık bir zaman dilimine oturtmaktadır. Wallerstein, haklı olarak Frank’ın dünya sistemi kavramsallaştırmasına, dünya imparatorluğu ile dünya ekonomisi arasındaki ayrımın altını çizerek karşı çıkmıştır. Wallerstein, dünya imparatorluğunun siyasi karakterde olduğunu belirtir. İmparatorluklar politik bir yapılanma olup, ‘rıza’ yerine ‘çıplak zor’un sistemidir. Buna karşın, modern dünya sistemi ise ekonomik karakterdedir.  Bu bağlamda Gramsciyen anlamda hegemonya, politik, ‘zor’a dayalı bir yapılanma olan imparatorlukta değil, politik, ekonomik, kültürel ve ‘rıza’ya dayalı bir yapılanma olan modern dünya sisteminde mümkündür. Aynı zamanda ve daha önemli olarak meta ticareti ve sermaye bikrimi olgusu bu dönemlerde de mevcutsa da,  ne ülke içi ne de ülkelerarası ilişkileri belirleyecek bir olgu değildir. Wallerstein bu nedenle hegemonik hiyerarşik ilişkiyi modern dünya sisteminin başlangıcı olarak gördüğü 16. yy’dan başlatır(1).

Kapitalizm, dünya ekonomisinin oluşumu açısından niteliksel bir değişim sağlamıştır. Fakat kapitalizm ilk döneminde, yaygın bir dünya ekonomisi yaratır ve bu anlamda çevre ülkeler açısından hatırı sayılır ölçüde “dışsal bir müdahale” olarak görünür. Gerçi Arrighi, emperyalizm öncesi kapitalist aşamada da dünya siteminin yaygın ve derinlemesine gelişim dönemleri olduğunu söyler. Arrighi’yie göre Ceneviz hegemonyasında oluşan dünya ekonomisi yayın bir gelişim gösterirken Hollanda hegemonyasındaki dünya sistemi derinlemesine bir gelişim göstermiştir. Yaygın gelişme kapitalist dünya sistemi sınırlarının genişlediği dönemleri tanımlar. Genev, kapitalizmi, kapitalist olmayan coğrafyalara da taşımıştır. Genova rejimi tarafından bu topraklara atılan tohumlar ise Hollanda hegemonyası döneminde aynı topraklarda derinlemesine biçimde geliştirilmiş, yerleştirilmiştir. Arrighi aynı ayrımı İngiltere’nin hegemonyasındaki dünya sistemi ile ABD’nin hegemonyasındaki dünya sistemi için de yapar.  İngiltere dönemi yaygın ABD dönemi ise derinlemesine bir dünya sistemidir. Endüstri devrimi ile bağlantılı demiryolu inşası ve buharlı motorların yaygın kullanımı sayesinde İngiliz hegemonyasında pazarlar birbirine bağlanmaya ve kapitalist dünya ekonomisinin ilk kez pek çok coğrafyaya taşınması olanaklı olmuştur. ABD döneminde ise İngiltere önderliğinde sisteme katılan yerlerde ve sistemin özelliklerinin daha önceden var olduğu coğrafyalarda, modern dünya sisteminin derinlemesine nüfuzu sağlanmıştır. Arrighi’nin bu tasnifi, Mandel’i de izleyerek bizim emperyalizm öncesi kapitalizmi genel olarak yaygın dünya ekonomisi, emperyalizm dönemini ise derinlemesine dünya ekonomisi olarak kategorileştirmemize mani değildir. Kendisinden önce yaygın gelişmenin neredeyse tüm coğrafyalarda tamamlanmış olması nedeniyle emperyalizm aşaması, artık nesnel ve kaçınılmaz bir gelişme olarak tek tek coğrafyalar açısından kapitalist dünya ekonomisinin derinlemesine nüfuz ettiği bir aşamadır. Entegrasyon artık temelde meta ihracına dayalı yatay ve dışsal belirlenimli bir bütünleşme değil; sermaye ihracının belirleyici olduğu, üretimin uluslararasılaşmasına dayalı, derinlemesine bir entegrasyon düzeyine ulaşmıştır. Emperyalizm öncesi yaygın dünya ekonomisini daha çok “sömürgecilik”le, emperyalizm dönemini ise daha çok ise “yeni sömürgecilik”le birlikte düşünebilir ve bu anlamda da emperyalizmin tek tek ülkeler açısından aynı zamanda içsel bir olgu haline dönüştüğünü söyleyebiliriz. Sözkonusu olan artık, dışsal ve içsel ayrımını oldukça incelten, kelimenin gerçek anlamında bir entegrasyondur. Bu öyle bir ekonomik aşamadır ki, herhangi bir coğrafyadaki üretim krizi, sermaye birikim süreçlerindeki tıkanma ile evrensel üretim ve sermaye birikimi arasında neden ve sonuç bakımından güçlü -ve neredeyse dolaysız- bağlantılar oluşmuştur. Bukharin’in daha vurgulu ifadesiyle emperyalizm dönemi herhangi bir yerel krizin hızla uluslararası niteliğe bürünebildiği bir aşamadır.

Bu nedenle dünya ekonomisi ve dünya sitemi kavramlarının ve yanı sıra hegemonik dünya gücü kavramının kapitalizmle ama daha da net olarak emperyalizm ile gerçek anlamını bulduğu söylenebilir. Ve yine bu anlamda İngiltere dönemini emperyalizmin ve emperyalist hegemonya ilişkisinin inşa dönemi, ABD hegemonyası dönemini de, emperyalizmin olgun dönemi olarak nitelemek mümkündür. İngiltere’nin emperyalizm öncesi dönem ile emperyalist dönem arasında aynı zamanda bir hegemonik geçişi de temsil ettiği kaydı ile birlikte İngiltere ve ABD’yi emperyalist hegemonyanın örnekleri olarak değerIendirmek mümkünken, Ceneviz ve Hollanda ise -dönemlerinin lider, öncü kapitalist ülkeleri olsalar bile- yukarıda tanımladığımız biçimiyle emperyalizm ve hegemonya kavramlarının dışında kalmaktadır. (devam evdecek)

Mahmut ÜSTÜN