Elitizm-Anti Elitizm: Tarihsel Sınıfsal Bir Arka Plan Analizi

Yazımızın geçen haftaki ilk bölümünde elitizm ve anti elitizm kavramlarını demokrasi kavramı ile ilişkisi içinde ele almış, kavramsal bir arka plan analizi yapmaya çalışmıştım. Bu analizimin sonucunda elitizmin genel olarak demokrasi karşıtı anti elitizmin ise demokrasinin genişletilmesi taraftarı olduğu saptaması yapmıştım. Elitizm ve anti elitizm kavramlarının ters yüz edilmesi ve giderek bugünkü yaygın kullanımının egemen olması sürecinin ise faşizmler dönemi ile bağlantılı olduğuna dikkat çekmiştim. Bu yazıda ise bu kavramların tarihsel ve sınıfsal arka palanını analiz etmeye çalışacağım. Böylece geçen haftaki yazımın ilk bölümünü bitirirken ifade ettiğim ve açmayı vaat ettiğim neo liberalizm ile anti elit teorilerin yeniden ve faşizan bir içerikle ortaya çıkması arasında dolaysız bir bağlantı olduğu savını da temellendirmiş olmayı umuyorum.

Klasik liberalizmden sosyal devlete ve Elitizm teorilerinde revizyon…

İlk başta neo liberalizm öncesi tarihsel süreç ve elitizm teorilerinin geçirdiği evrim üzerine birkaç saptama yapmak önem taşıyor. Sosyal devlet döneminden önceki kapitalizme terminolojide sıklıkla “vahşi kapitalizm” denildiğini biliyoruz. “Vahşi kapitalizm” klasik liberalizmin iktisadi, siyasal ve kültürel anlamda başat olduğu bir dönemdi. Bu dönemde sınıfsal ayrım ve çatışmalarda son derece belirgindi. Hal böyle olunca elitler ile egemen sınıflar arasındaki dolaysız bağ hiçbir muğlaklığa izin vermeyecek bir açıklıktaydı.

Sanayileşmenin egemen olması ve ardından sosyal devlet dönemine gelinmesiyle bu alanda işler biraz karıştı, karmaşıklaştı. Zira yazımın ilk bölümünde de değinip geçtiğim gibi sanayileşme ile eğitimin alt sınıflara doğru genişlemesi ve ardından sosyal devlet süreciyle birlikte bu sürecin daha da belirgin bir nitelik kazanması, elit kavramının alt sınıflardan gelen üyelerle yeni bir boyut kazanmasına yol açtı. Alt sınıflardan gelen yeni elitlerin sistemin ekonomik, siyasal ve kültürel-ideolojik yeniden üretim karar merkezlerinde rol alır olması ile elit tabakanın sınıfsal niteliği değil ama sınıfsal köken berraklığı biraz flulaşmaya başladı. İş bu kadarla kalsa yine de önemli bir karışıklık oluşmazdı ve fakat sosyal devletin ortaya çıkışı ile toplumun işçi sınıfı başta tüm alt tabakaları sisteme daha fazla dahil olduklarını hissettiler. Eğitim imkânın artışının yanı sıra alt sınıfların yaşam ve çalışma koşullarını iyileştiren siyasal, sosyal ve ekonomik haklar elit tabaka ile sınıfsal olan arasındaki ayrımların çok daha belirsizleşmesi sonucunu doğurdu. Sınıflar ve sistemler arasında yakınlaşma teorilerinin pek revaçta olduğu bu dönem adeta bir “kapito sosyalizm” gibiydi. Kapitalizm sınırlarından çıkılmamıştı ve fakat sosyalizmin pek çok talep ve unsuru sistemin içine dahil olmuştu. Bu dönem “orta sınıfın” güçlendiği nispi barışçıl bir dönemdi de…

Elitizm teorileri de “orta sınıf”ın genişlemesi gerçeğine göre kendini yeniden revizyona uğrattı. Artık sendika bürokratları başta “giderek “orta sınıflaşan” alt sınıflara da yayılan bir elit tabakanın varlığından söz ediliyordu: Lipset, alt sınıftan insanların eğitimi arıttıkça toplumsal çatışma eğilimlerinin de azaldığın ve orta sınıf kültürünü benimsediklerini ve bu yeni elitlerin sistem ile halk bütünleşmesinde köprü rolü oynadıklarını söylüyordu. Elitizm teorileri, eskiden olduğu gibi elit tabaka ile halk arasında tek taraflı, yani salt elitlerden halka yönelik etkilerden değil artık halktan elit tabakalara yönelik bir karşı etkiden de söz etmeye başladı. Halk, kendi içinden elitler çıkarmaya başladığı gibi elit tabakanın düşünce, davranış ve kararlarını ciddi ölçülerde etkileyen aktif bir özne haline gelmişti. Etzioni, elitizm teorilerindeki bu yeni gelişimin simge isimlerinden biri ve başlıca ismi olarak elitleri üst elitler, kültürel elitler ve alt elitler olarak yeni bir tasnifle ele alıyor ve alt elitleri halkın sisteme entegresinde özel bir rolü olan kesim olarak tanımlıyordu. Ne var ki yeni dönemin elitizm teorileri, bu yeni alt elitleri uyarmayı da ihmal etmiyorlardı: Bu teorilere göre elitler arasında farklı kökenler ve görüşler olabilirdi ama elit tabaka içinde yer almanın özü aynıydı; tüm köken ve fikir farklılıklarına karşın elit olabilmenin şartı sistemin idamesi için duyulan ortak kaygı ve bu doğrultuda iş birliği yapmayı idrak edebilmiş olmaktı.

Ez cümle: sanayileşmeyle başlayıp sosyal devletle doruğuna ulaşan gelişme sonunda elit tabaka üst sınıflardan ve üst düzeyde eğitimlilerden oluşan bir kesim olmanın ötesine taşmış ve sınıfsal içeriği silikleşmişti. Gerçekten de demokrasi genişlemişti: halkın alt sınıfları ile parlamenter sistem arasında gözle görülür bir temsil bağı oluşmuştu. Bu nedenle de elit tabakanın genişlemesi toplumda elit-halk ikiliği ve geriliminin artmasına değil bilakis en düşük düzeye gerilemesine yol açmıştı.

Sosyal devletten neo liberalizme ve Anti elitst söyleminin yükselişi…

Ama -bu kısmı hızlıca geçerek ifade edecek olursak- sosyal devlet 60”lı yılların sonuna doğru tıkanmaya başlamıştı; gelecek on yılda ise açık bir krize sürüklendi ve nihayet bitti. Ön sosyalist ülkelerin yıkılması ve kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının ve örgütlerinin dağıtılması, kapitalizmi büyük krizden kurtarmanın tek yoluydu ve iki sistem arasındaki bu son raundu kapitalizm kazandı. Böylece neo liberalizm olarak adlandırılan yeni bir dönem de başlamış oldu. Bu dönem (neo liberalizm) ifade ettiğimiz gibi elitiler ve halk arasında yeniden, faşizmlerce 1930’lı yılardaki çarpıtılmış içeriğiyle ve son derece gerilimli bir ilişkiyi de beraberinde getirdi. Bu iddianın nedenlerini madde madde sıralayalım:

  1. Ekonomide paylaşımı-gelirin yeniden dağıtımını esas alan uygulamaların yerini, işçi sınıfının ve emeğiyle geçinen tüm kesimlerin daha ucuza ve çok daha kötü koşullarda çalıştırılması alınca; gelişmiş ülkelerde emek maliyeti ucuzlatmak için hem sanayi emeğin ucuz olduğu ülkelere kaydırılınca ve hem de daha pahalı yerli emek yerine yaygın göçmen emeği kullanılmaya başlanınca,
  2. Siyasette tüm partiler emek ve alt sınıflar aleyhtarı neo politikalar temelinde aynılaşınca,
  3. Toplumun eğitimli kesimlerini oluşturan orta sınıflar ile alt sınıflar arasında, uygulanan neo liberal kentleşme politikaları ile mekânsal ayrışma derinleşince;
  4. Akademisyenler başta toplumun entelektüel kesimlerinde alt sınıf merkezli toplumsal özgürleşme teorilerden orta sınıf merkezli bireyci ya da cemaatçi özgürleşme teorilerine doğru köklü bir kaçış gerçekleşince…. Aynı entelektüel kesimler STK adı verilen yapılanmalar üzerinden ve projeler üzerinden fonlanarak sermaye ile daha fazla bütünleşmeye başlayınca…
  5. Neo liberal küreselleşme politikalarının bir ürünü olarak kendi toprağı ve halkı ile kader birliği azalan, “yersiz yurtsuzlaşan” kişisel ya da tabakasal konumu her sarsıldığında tası tarağı toplayıp gelişmiş kapitalist ülkelere kapağı atma olanağı olan geniş bir “kozmopolit elitler” kesimi şekillenince…
  6. Sanayileşmeden kaçış, sosyal devletin tasfiyesi ve eğitimin piyasa koşullarına tabi kılınması vb. nedenlerle alt sınıfların eğitime erişiminde sosyal devlet dönemine kıyasla bir tersine dönüş yaşanınca….
  7. Gerek siyasette ve gerekse akademi başta entelektüel alanda sorunları sınıfsal değil de kültürel çatışma ve kültürel özgürlük ekseni üzerinde ele alan söylemler egemen hale gelince, entelektüel elitler ve siyasi elitler işsizlik, istihdam sorunları vb.ne kör kalırken neredeyse tüm mesailerini kimlik sorunlarını öne çıkarmaya ayırınca ya da göçmen sorununa bir emek sermaye sorunu temelinde değil de, bundan tümüyle azade bir ırkçılık ekseni üzerinden yaklaşılmaya başlanınca, alt sınıflar arasında oluşan tepkilerin hem kendini elit-halk karşıtlığı temelinde üretmesi ve hem de bu kutuplaşmayı sınıfsallıktan azade bir kültürel referansla tanımlar hale gelmesi sonucu da adeta kendiliğinden oluştu.
  8. Faşist söylem için hazır bir altlık oluşmuştu artık ve faşizan partiler de doğal olarak bu fırsatı kaçırmadılar. Bir yandan faşistler sorunların kaynağını halka yabancılaşmış siyaset ve kültürel elitlerin egemenliği olarak gösterirken diğer yandan bu gelişmenin sözde muhalif konumunda yer alan popülizm teorileri de sorunu benzer biçimde ama bu kez tersinden elitleri kollayan bir söylemle ve fakat işin özünde halkın gerçek sorunlarını görmeyen ya da ikincilleştiren bir yaklaşımla ele aldılar. Popülizm teorileri, içerik olarak mevcut statükonun savunuculuğu çizgisini aşmayan ve soruna alt sınıfların değil statükonun gözünden bakan tutumlarıyla -niyetleri ne olursa olsun- gerçekte faşist akımların güçlenmesini kolaylaştıran ve üstelik bu gelişmeleri meşrulaştıran bir rol üstlendiler ve toplumsal muhalefetin aydın, entelektüel ve orta sınıf kesimlerini de kültürel bir elit-anti elit karşıtlığı çıkmaz sokağı içinde tutmayı başardılar.

Sonuç yerine bazı saptamalar

Bu tarihsel çerçeve bize demokrasinin genişlemesi ve derinleşmesi sürecinde elitist tepkiler, demokrasinin daralması ve temsil krizinin görülür hale gelmesi koşullarında da anti elitist tepkiler için uygun bir ortam oluştuğunu göstermektedir. Fakat buna karşın sınıfsal söylem ve seçeneklerin varlığı ve etkinliği koşullarında bu tepkilerin siyaseten emek sermaye ikilemi içindeki gerçek yerini aldığını ve siyasal gelişmeleri belirleyecek bir özerklik kazanamadığını da görmekteyiz. Elitist-anti elitist söylemlerin belirleyici olduğu tersi durumlarda ise faşizan eğilimlerin güç kazandığını ve büyük sermaye çevrelerinin ihtiyacına binaen bu süreçlerin ya faşizmin kurumsallaşmasıyla ya da bu kutuplaşma ekseninde toplumsal dinamiklerin küdükleştirilmesi ve çürütülmesiyle nihayetlendiğini söyleyebiliriz. Bu üç seçenekten ilki kapitalizmin emek ve alt sınıf eksenli biçimde daha demokratik ve eşitlikçi bir dönüşüme uğraması sonucunu doğurmuştur ve bu dönemin elitizm tartışmaları sosyalizm ve sosyal korporatizm teorileri içinde etkisizleştirilmiştir , ikincisi faşizmin iktidara gelmesi sonucunu doğurmuştur ve kültürel referanslı anti elitizmin zirve dönemidir; üçüncüsü de krizin ve elitizm anti elitizm kutuplaşmasının temel nedeni olan statükonun korunması stratejilerine denk düşmektedir ve popülizm teorilerinde ifadesini bulmaktadır.

Bu tarihsel arka palan analizinden çıkarabileceğimiz bir başka sonuç ise elitizm teorilerinde sınıfsal güç dengelerine göre halka atfedilen anlamın da değişeme uğruyor oluşudur. Klasik liberal dönemde elitizm teorileri açısından halk oy verme dışında siyasal alana karışmaması istenen bir figürken, sosyal devlet döneminde alt elitler aracılığıyla sisteme daha aktif ve uzlaşma esaslı biçimde dahil edilmesi gereken bir figürdür. Neo liberalizm döneminde ise ezilen kesimleri tanımlayan halk kavramı tümüyle dışlanırken kimlikleri temsil eden cemaatsel yapılara kendi elitleri üzerinden sisteme dahil olma imkânı tanınmaktadır. Bu durumda bugünkü faşizan ve kültür temelli elit-anti elit çatışmanın neden başrole soyunduğunu anlayabilmek açısından son derece önemli bir veridir.

Mahmut ÜSTÜN