(Neredeyse yirmi yıl önce (2004) yazdığım ve yanlış anımsamıyorsam Sağlık Toplum Siyaset Dergisinde ve 20 Yıl adlı kitabımda yayınlanmış bir yazıyı ‘son gelişmeler’ üzerine anımsayıp eski yazılar sandığının unutulmuş köşelerinden çıkardığımda henüz küflenmemiş olduğunu gördüğüm için yeniden paylaşmak istedim, satırına virgülüne dokunmadan o günlerin gerçekliği ve pratiği ile… alt başlık olarak “ilkeleri yok eden pragmatizmin güncel örnekleri üzerine” ve “TTB’nin Psikomik Ölümü İçin Notları kullanmışım! Çöküşe Rıza da denilebilir…)
Anımsıyorum…
Mecburi hizmet kurasını çekip “taşrada” pratisyen hekim olarak göreve başladığım yıllardı. Bir süre sonra bölge tabip odasının varlığından haberdar olmuş ve bir dizi toplantının ardından “oda” ile tanışma fırsatını bulmuştuk. Tartışmalı olması gereken gündemin- günlerin alabildiğine sönük-suskun geçiştirilmesinden başka bir şey değildi bu toplantılar. [Daha sonraları, bu toplantıların, merkezdeki toplantı fetişinin taşra yansıması olduğunu görerek öğrenecektim] Toplantıların-tanışma seremonilerinin ardından odaya yolladığım bir yazıda, oda yapılanmalarındaki egemen durumu “klerikalizm” olarak tanımladım. Suskunlukla aşırı kızgınlık arasında bir tepkiyle karşılaştığımı anımsıyorum. Klerikalizm nedir? Yanıtının bilindiğini düşünüyordum. Buna rağmen tekrar yanıt vermekte bir sakınca olmadığını düşünüyorum: Din adamlarının özgül bir erk kurmasını tanımlıyordu. Erk aracı -ideoloji-, “kitabın”, bu kişiler tarafından yeniden yorumlanmasıydı. Ve bu özgül yoruma göre, pratik alana yönelik alabildiğine yetkin müdahale hakkına adı geçen “din adamlarının” sahip olmasıydı, klerikalizm. Özgül yorum hakkı, kastlaşmayı ve doğal olarak da sorgulanması-denetlenmesi oldukça zor statü kurumlaşmasını getiriyordu. “Kitap” yeniden yazılırken var olanın korunmasının aracısı olarak da bu yeniden yazım kullanılıyordu. “Var olan”, odayı var eden sistemden başkası değildi.
Yıllar sonra hekim hareketinin “kalbinde” çalışmaya başladığımda bu eleştirimi fazlasıyla önemsiyor olmamın sonucu olsa gerek haddinden fazla ağır [maksadını aşan değil!] bir o kadar da yetersiz olduğunu yine bir tanışma toplantısı aracılığıyla görecektim. Oda kendisini solcu sananların ya da bu kanal aracılığıyla kariyerist hezeyanlarını doyurmaya [doyurma süreci sadece psikolojik-sosyolojik değil aynı zamanda ekonomik bir olgudur] çalışanlarının egemenliği altında hep küçümsedikleri “taşradan” beter bir konumdaydı. Toplantıyı yöneten iki isimden biri sonraları merkezin kanallarından akarak devletlû bir statüye sahip olacak diğeri ise bol işçili birkaç işyeri hekimliği aracılığıyla sınıfa yakın -sınıfına olarak da okunabilir- bir pozisyonda (!) aidiyetini bulacaktı. [İsimler anlaşılacağı gibi bu yazının konusu değildir!] Süreç zavallı klerikalizmimi yeniden yorumlayıp başka bir kavramla birleştirme şansını veriyordu: durmaksızın tartışılan korporatizm ya da loncacılık.
Otuzlu yıllar İtalyan faşizminin ideolojik üretimlerinden biri olan korporasyonlar özel bir örgütlenme modeli -önerisi- olarak toplum ve “sivil toplum” yaşantısında yerlerini almışlardır. Hedeflenen, tanımlanmış ve sınırları net bir şekilde çizilmiş, meslek alanında işçi-işveren ayrımı yapmaksızın sınıfsal-çıkarsal bakışın tümüyle yadsındığı kapalı ve kontrol edilebilir örgütlenmedir. Bu şartlar altında ve bu kapalılık/elitist sınırlamada devlet ya da korporasyon tarafından siyaset üretimine izin verilir [ken diğer taraftan da bu sınırların zorlanması “siyasetten düşme” olarak adlandırılabilir!]. Üretilen siyaset, muhalif tavrın başatlığı şeklinde kurgulanır ve bu onay görür. Kuşkusuz o, bu yapısıyla hiç de karanlık olmayan ortaçağların loncalarından çok farklıdır. İdeoloji, böylece bir temsil alanı kurguladığını söyler, doğrudur, ancak bu temsil alanının niteliğidir tartışma konusu olan ve bu nitelik onun devletin bürokratik bir organı olması şeklinde tanımlanabilir. TTB’nin kimi uygulamalarında karşımıza çıkan ve “fazlasıyla şaşırtan” “devletle ve devletin sahipleriyle -ödüllerle süslenmiş- iç içeliği” açıklayanda bu bürokratik mekanizma olmalı. Öyle bir bürokrasi ki dış ve iç baskıların biçimlendirilmesinde verimli bir araç olarak sunulabilsin! Örnek olsun; hekimlerin dar alanda siyaset üzerinden kendilerini tanımlamasına izin verilmezken, diğer taraftan da bu dar alanda alabildiğine geniş sektörler arası [sınıflar olarak da okunabilir] işbirliğinin olanakları sağlanabilmektedir. Sonuçta tanımlanan dar alan ideolojik bulanıklaştırma için yeterli olabilmektedir. Bu bulanıklaştırma sürecinin en etkin argümanının ise “mesleki temsil” olduğunun anımsanması gerekmektedir.
Bu korporasyon kurgusunda TTB’nin nereye oturduğu, özellikle TTB’nin -sıkça kullanılan- genç aktivistleri tarafından tekrar tekrar tartışılmalı ve bu tartışma sürecinde yaşlılara ve eskilere fazla kulak asılmamalıdır.
Kanımca ortaçağların loncalarıyla korporasyon yaklaşımlarının kesişmesini sağlayan “mesleki dayanışma” denen “şey” dir ve bunun bir ilke olarak sunulmasına ve hatta böyle bir ilkenin (!) hararetle savunulmasına özen gösterilir. Hatta kurumsal siyaseti çoğu zamanlarda belirleyen olguda sınırsız ilkeler [ilkesizlik] dir. [Konuyla bir ilgisi var mı bilmiyorum ama birden anımsadım: etkin-demokratik TTB toplantılarından birine seçim kazanmak adına birinci basamakta döner sermaye uygulamasının eleştirilmemesi -kimi asi dostların uyarılarına rağmen- yoğun bir sessizlikle onaylanıyordu !] Neyse konumuza dönelim; mesleki dayanışma kavramı ile örtüştürülen bu sınırsız ilkeler toplamının saptanmış en kısa zaman aralığında tecimsel alana yönelmesini engelleyecek hiçbir şey yoktur ve bu bağlamda korporasyondan çok “anonim şirket” tanımlaması daha gerçekçi olmaktadır.
Anonim şirketi korporasyona yaklaştıran unsurların başında onun özel hukuku gelmektedir. Bu hukuk onun bir taraftan iç işleyişini düzenlerken diğer taraftan da egemen-resmi ideolojiyle bağlantısını kurgular. Anonim şirketin temel işlevi tüm ortaklarının çıkarlarını korumak ve şirket işleyişinin getirilerini arttırmak olarak özetlenebilir. Ne var ki özel hukukun varlığı ortaklar-katılımcılar arasındaki paylaşım eşitsizliğini giderek arttıran bire potansiyel olgu olarak kendisini gösterir; bir taraftan bazı üyeler [ortaklar] daha eşit hale gelirken diğer taraftan da bu gidişat şirket içinde yönetime ister doğrudan katılsın isterse gölge kabine üyesi olsun –derin !-(TTGK), şirket batmadığı sürece, özgün ve dokunulmaz-sorgulanmaz yönetici sınıf oluşumuyla sonuçlanır. [Sadece bir şirket değil minik bir devlet kurgusudur söz edilen]Bu kısa anonim şirket yapısını özetlememizden sonra, bu özelliklere bakarak birçok “sivil toplum” kuruluşunda olduğu gibi meslek örgütlenmemizin de bu şekilde tanımlanmaması için hiç bir neden bulamadığımı yazmak zorundayım; aksine bu tanımlamayı destekleyen ve burada belirtilmeyen birçok unsurun daha var olduğunu biliyorum.
Yazının devamında bir iki örnek üzerinden giderek -yanıtlanmasını gerekli gördüğüm- sorunları sorular üzerinden kurgulayacağım -ve tabii ki sonuç girişten bağımsız olamayacak!-. İş yeri hekimliği nedir? Bu sorunu, şirketimizin kitleselleşmesinin ve kitleselleşememesinin en önemli nedeni olarak görüyorum. (Kitleyi fetişe ederek kitleden uzaklaşma ayrıca tartışılır bir tavırdır.) Meslek örgütlenmesi için ciddi ve tedavisi olanaksızlaşmaya yüz tutan bu hastalık şirketin sıradan bir komisyoncu olarak algılanmasına da neden oluyor. Soruyu tekrar soralım, TTB-Odalar yönetici sınıfının da sormasını dileyerek… [Ancak bir kısmı için rant alanı olabileceğinden sorulacağını-sorgulanacağını zannetmiyorum.] Ama en azından hangi iş yerindeki işyeri hekiminin -para kaygısı duymaksızın- işçi sağlığı ile gerçekçi ve işçi sağlığı ile ilgili sorunları düzeltici bir şeklide ilgilendiğini ya da böyle “iyi hekimlerin” genel içindeki oranını bilmemiz gerektiğini ve bu bilginin TTB-Odalar yöneticileri için sorun oluşturup oluşturmadığının öğrenilmesi gerektiğini düşünüyorum. (“İyi hekim” alanı alabildiğine geniş ve neredeyse her hekimi içine alan bu ucube kavrama yıllardır sahip çıkılmasını, savunulmasını ve bu kavram üzerinden politika yapılıyormuş gibi gözükülmesini anlayabilmek için herhalde yönetici sınıftan olmak gerekiyor!) En azından bir taş atma hakkım var: birçok bölgede odaların, hekimler için yeni bir iş -ve para- kapısı haline gelen işyeri hekimliği kurgusu üzerinden varlıklarını sürdürdüğünü biliyorum. Sorun daha ilk adımdan başlıyor: sertifika satın alma kurslarına katıldım, kursların iyi bir işyeri hekimliği için hiç bir yeterliliği olmadığını sadece turizm sektörüne hizmet ettiğini sanırım düzenleyicilerde kabul edecektir. [Kastettiğim eğitimcilerin VIP salonlarında ağırlanma ve beş yıldızlı otel saplantısı değil…!] Bu sertifika satın alma ritüelini ise başlı başına “olay” olan kurtlar sofrasına katılım izlemekte. Ve odalar bu süreçte daha da aktif olarak pazarlamacı bir rol üstlenmektedir. Yapılan iş herhangi bir kurallın tanınmazlığı ile de özetlenebilir. Şu veya bu şekilde gücü olana işyeri hekimliği onayı verilirken bu kural tanımazlık “kapitalist ahlakın” tüm argümanlarını kullanabilmektedir. Şirketin daha eşit üyeleri için bu kullanma hakkı neredeyse mutlaklaştırılmış ve kitap var olan duruma göre yorumlanmıştır. Bu yorum sürecinde neler mi olmuştur: sayısız… [Bir örnek; x kentinin tabip odasının yönetiminde yer almak size sıraya girmeden sertifika alma hakkını “listeye” dahil olmadan işyeri onayı alma hakkını verebilir. Ve üstüne üstlük kamuda çalışırken 600 kişilik bir işyerinde tek hekim olarak çalışma hakkını da… Profesyonelleşememe kaygısı bu yolla gideriliyor olsa gerek.] Bu sorun üzerinden bir sorum ve bir önerim olacak: bu kurallar reddiyesi sürecinde yöneticilik mi iş yeri hekim olmak için bir araç yoksa iş yeri hekimliğine ulaşmak için yöneticilik gerekli mi. Mutlaka üçüncü bir soruya, doğru yanıtı olan bir soruya sahip olmamız gerektiğini düşünüyorum. Önerim ise şu şekilde kurgulanabilir: -ilk adım olarak- profesyonelleşme bir sorun olmaksızın tüm odalar-merkez yönetici sınıfı iş yerlerini terk etsin. Ve bu süreçte, yönetici olma konumuyla işyeri hekimi olma durumunu tarihlendirerek öz eleştiri yaparak başlasın. Ve en başından olmak üzere iş yeri hekimliği kursundan başlamak üzere amaç ve bu amaca ulaşmada izlenecek yol önceki “hatalar” sorgulanarak yeniden belirlensin. Ve giderek bu kirli alan tümüyle terk edilsin. Şirket kurgusu ile; kapitalizmin, örneğimizde bireye indirgenen ahlakı çakıştığında olmayacağını biliyorum.
Biliyorum.
Ama onlardan ya da bu ilkesizliğe bulaşan ve bu bulaşmadan çıkar sağlayan her kimse herkesten en azından bir dileğim olacak: sosyalistim demekten vaz geçsinler. [Kendi adıma, bir çevre kirliliği sorunu olarak değerlendiriyorum] Yanlış anlaşılmamak için tekrar ediyorum; tüm bu süreçlerin işçi sağlığı ile en ufak bir ilgisi yoktur ve sorun sık kullanılan bir nitelemeyle, rant alanına ortaklığa bir şekilde dahil olabilmek kaygısı şeklinde özetlenebilir ve bu şekliyle uygulama ciddi bir kirliliğe neden olmaktadır. Bu öyle bir kirlenmedir ki temizlenme tüm süreçlerin ve bu süreçlerdeki tüm uygulamaların toptan reddi ile olanaklıdır. Zordur. Ancak bu zorluğu paylaşmayanlar bu kirliliğin ortağı nedeni ve sürdürücüsü olarak tanımlanmak, sorgulanmak ve yargılanmak zorundadır.
İşyeri hekimliği sorunu örgütün “kitleselleşmesine” ne kadar hizmet ediyorsa nitelik olarak ondan hiç bir farkı olmayan, ancak, diğerinin aksine “kitle” ile hiç bir bağı olmayan bir diğer kurumlaşma örneğini genel pratisyenlik enstitüsü adı verilen yapı oluşturuyor. İlk soru böylesine “iddialı” bir adı olan yapıdan kaç hekimin haberdar olduğu ve bu yapılanmayı tanıdığı ya da tanımlayabildiği şeklinde oluşturulabilir. Bir hayli küçük sayılardan ibaret olacaktır alınabilecek yanıt. Ne var ki bunun bizzat kurumun kendisi tarafından istenilen bir durum olduğunun da bilinmesi önemli. Dışa kapalılık özenle korunan bir tavır, katılımlara kapılar sıkıca kapalı. Öyle ki enstitünün Ankara’daki eğitim programlarına Türkiye’nin bir diğer ucundan “eğitimci” katılabiliyor [tabii katılımcının turizm masrafları şirketin eşit olmayan ortaklarının aidatları aracılığıyla karşılanıyor]. Örnekteki sorun diğer iller içinde geçerli! “Eğitim programlarının” amaçlarındaki belirsizlik, yerelleşmenin sağlanamaması-sağlanmaması durumu ile birleşince “katılınıyor gibi gözükmenin” ya da “öyleymiş gibi sanılmasının” kurum açısından daha önemli olduğu anlaşılıyor. TTB içinde önemlice bir bütçeye sahip olduğunu düşündüğüm gpe, enstitünün devlet tarafından tanınmasıyla birlikte akademiye dönüşmeyi düşünüyor olsa gerek… [herkes akademisyen ya da öğretim üyesi-doçent vb olamayacağına göre] diğer taraftan gpe, bu kurumlaşma sürecinde devletle yakın durmaya da özen gösteriyor, transferler bunun bir ilk adımı olarak değerlendirilebilir. Acil sorun bir eğitim uygulama biriminin olmaması, bu da bir polikliniğin satın alınmasıyla giderilebilir! Etkin-yetkin bir üyenin özel kurumu neden olmasın?
[tetebetipi etik anlayışın çöküşünün güzel bir örneği olan pratisyen kongresi ise utanılacak bir olgu olarak tarihteki yerini aldı, kuşkusuz ayrı bir çalışmanın konusunu oluşturacak kadar zengin malzemeyle yüklü olarak]
Evet yeniden klerikalizm mantığına dönülüyor. Kitap yeniden okunuyor, sistemle bağlantı bu yeniden okumalar üzerinden biçimlendiriliyor ve “statü kurumlaşması” [loca, templier vb.] bu okumalar ya da bu ilişkiler üzerinden sağlanıyor. Ve günler hızla yeni bir 14 Mart’a akarken meslek örgütünü düşündüğümde, anımsadıklarımdan şimdilik kaleme alınan bunlar…
fildişi kulede helva partisi
(yazının bu bölümünün gerçek kişi ve mekânlarla ilgisi yok!)
Sevgilisi Hypermestra’nın yardımıyla katliamdan kurtulan Lynkeus korunmak için kapatıldığı kulede hazzı keşfedecektir: “Ben görmek için doğmuş, gözetlemeye memur edilmiş bir adam olarak, hayatımı bu kuleye adamışım ve bundan memnunum. Buradan uzaklara ve yakınlara bakarım. Ayı, yıldızları, ormanı, karıncayı görürüm. Bunların hepsinde sonsuz bir ziynet bulurum. Bunları beğendikçe kendimi de beğenirim.”
Kule, öncelikle korunma amaçlı kapanılan ya da kapatılınan bir yerken, sadece ve sadece bir kule olmasının zorunlu sonucu olarak yükseklik duygusunun da itelemesiyle bir metafor aracından metafor alanına dönüşür. Araç amaç’a, amaç ise bir yaşam biçimine indirgenirken “ideolojiye” gereksinim duyulmaması kaçınılmazdır. Çünkü anılan yükseklik [çoğu kez kule sakinleri bu göreceli yüksekliği “yücelik” olarak duyumsamakta ve hatta kimi zamanlarda da ufak kaçamaklar şeklinde de olsa dışa vurmakta doğal olarak bir sakınca görmeyeceklerdir] toplumsal sorumluluk katmanının şaşırtıcı derecede altında yer alan gerçeküstü bir boşlukta kimliksiz-kişiliksiz salınmanın hazcı bireyler tarafından algılanış şeklinden başka bir şey değildir. Onlar için salınılan boşluk dünyanın ta kendisidir, yeter ki ideoloji işlevini kusursuz yerine getirsin: toplumun dışında toplumculuk, gerçekliğin ötesinde vizyon, kitlenin berisinde örgüt… kuledeki yaşam biçimini örnekleyen ve oradaki bireyi -tek tek bireyler topluluğunun içindeki bireyi- niteleyen temel argümanlardan birkaçı.
Ve
Kulelerin dibinde bitmek dışında insana ve insanlığa hiçbir katkı sunamayacak, otlardan farksız Rapunzel’in saçlarının uzamasını bekleyen biçare kule bakar bireyler için [ki çoğu zaman aktivist olarak adlandırılır] öyleymiş gibi sanılmanın yakıcı tadı.
Agoni odalarındaki bireyler, agoni odası ziyaretçileri ve yaşamın bu oda da bir başka biçimlenişi. Tüm sorun basbayağı gerçek olan ölümün yok sayılması ya da kabullenilmemesi. [Agoninin “acı” kavramı ile olan ilişkisinin yarattığı metaforun ağırlı altında, kulenin en bi tepesinde olsan dahi ezilmemek mümkün mü?] Ve hemen ardından bu “düşün” [gerçek bir karabasandır oysa] gerçeğe indirgenmesi. Çoktan “siyasi ölüler mezarlığına” dönmüş odanın kutsallaştırılması ve mezar kazıcılarının kazdıkça kule inşa ettiklerini sanması. Kazdıkça kapanma. Lahit üste, kazıcılar tersinekulenin tepesinde. Ve bir soru(n): “Yaşantılarımız nasıl da esinti-siz’e, ses-siz’e dolanıp karışıp gidiyor, yorgun hareketlerimiz yorgun yorgun eski özetleri yeniden anlatıyor; geçmiş zorunlulukların yankıları tel-siz’ler üstünde el-siz: günbatımında kızgın davranışlar takınıyoruz, yapma bebeklerin ölü hareketleri.”
Şimdi buyurun kutlamaya [neyi mi kutluyoruz!] yapma bebeklerin ölü hareketlerini raks zannedip zan altında kalarak, zahire borsasına hücum: helva zamanı. [Helva: şekilsiz bir tatlı – tatlıların en şekilsizi.] Cenaze helvası, kırk helvası, 52 ve diğerleri [: badem helvası, memnuniye, kudret helvası…] Ne mi kutlanıyor; kuleciler, kulebakar otlar; mezarcılar, kazıcılar; agoni sakinleri, agoninin en sakini, agoni odası ziyaretçileri… Ph kongresini andıran bir çılgınlık nöbeti. Ne mi kutlanıyor: yanıt bir sonraki iki kelimelik paragrafta [gizli]. Seçim zaferi…
Pirus bile taçlandırıldı. Zafer kazananlar tarafından nafile tanımlandı. İplilerle ipsizler ortaklığının kaybetmesinden başka ne kazanıldı? Burada hiç kuşku yok ki sorun “kazanma” ya ait sorunun nasıl kurgulanacağı ile ilgili. Ne yazık ki bu yeniden kurgulama sürecinin sonunda ulaştığımız nokta primitif bir popülizmi örnekliyor. Ve dolayısıyla en yalın haliyle “kim kazandı” şeklinde sorulması gereken soru bile “kim ne kazandı” şekline dönüşüyor.
Her zaman anımsanmalıdır ki toplumdaki çözülme ve çürümeden o toplumdaki tüm kurum ve oluşumların etkilenmemesi olanaksız. Üzücü olan o ki bir DKÖ iken NGO’luğa terfi eden “örgüt”, bu çözülmeye haddinden fazla sahip çıkmış, benimsemiş ve hatta içselleştirmiş görünüyor.
Sanırsın ki küçük bir “hükümet” modeli, ne var ki pastanın tarifi değişik. Birkaç işyeri hekimliği, enstitülerde sanal doçentlik… ya da daha etikmiş gibi görünerek “statü” kapmadan-çarpmadan, -kapmasına ya da çarpmasına o kahredici “ilkeler” adına göz yumulmadan- bakanlıktan -pardon- yönetim kurulu üyeliğinden ayrılan var mı? örnek olsun ya da laf olsun diye sorarım, merak eder dururum.
Merakımı giderici yanıtlardan birisini, denge kavramı oluşturur. Anlayacağımız ülke politikasına hâkim olan yapılanmanın küçültülmüş ya da yerel bir modeli. Yokuş gökyüzüne tırmana dursun
–dengede değildi. Söyledim onlara dengede taşımak istiyorlarsa eğer-
sorun dengede durmak dengede durabilmek, bir cambazlık meselesi yani. Hele ki omuzlarda bunca yıllık ölü… Kulede süre giden tuluatın kısa bir özeti bu, dengebazların oynadığı. Dengede durabilmenin adı siyasetten düşmemek. Düşmek; dengebazların-cambazların yazgısı. Tutunmanın ya da siyasetten düşmemenin temel argümanı -başa dönelim yeniden- kule. Kule; inzivanın bekçisi, bencilliğin simgesi, abartılı övünmelerin mimarisi, sorumsuz bir aymazlığın mimarisi.
Aslında kule algılamasına yönelik ikili bir yapı söz konusu. Bir tarafta “böyle” düşünenler diğer tarafta ise kule sakinleri ve kuleciler. Önemli bir sorun -ayrıca oldukça da şaşırtıcı olabilen bir konu- ikinci grubun mutlu gözükmesi. [Şaşırtıcı olmasının yanında sinir bozucu bir gerçek-ötecilik içerdiği için.] Mutluluk, yapılan işten emin olunmasıyla doğrudan ilintili. Hal böyle olunca da iş’in niteliğinin iş’in kendisinin gerisinde kalmasını da doğal karşılamak gerekiyor. Bu “doğal karşılama” eylemi ise doğrudan kule severlerin görevi. Ancak saplanılan hazcılık sınırları zorlamaya başladığında diğerlerini yok sayma unsurunu ortaya çıkarıyor. Mutluluk artık akılsız bir çılgınlıktır her çılgınlıkta olduğu gibi.
Çılgınlık ise Nietzsche’nin kokuları…
Ve; “Gençken ölümün nasıl gövdenin doğal bir davranışı olduğuna inandığım aklıma geliyor; artık yalnızca bir zekâ işi olduğunu biliyorum – yoksunluk acısını çeken kişilerin zekâları”
…ilk önceleri, günahları alıp götürsün diye değil, kutsal yaşam, yaşlılığın getireceği çöküntülerden kurtulsun diye öldürülüyordu; ama her ne olursa olsun öldürülecekse, insanlar, acıların ve günahlarının yükünü, mezar ötesindeki bilinmeyen dünyaya alıp götürebilir diye, onun üzerine yükleme fırsatı doğduğunu düşünmüş olmalılar…
bir çözüm önerisi olarak ötanazi
“Nihilistler bunun (ölüm) bir son olduğunu söylerler; İncil’e inananlar ise bir başlangıç; gerçekte tek başına bir kiracının ya da bir ailenin bir evden ya da bir kentten başka bir yere taşınmasından daha fazla bir şey değildir.”
Ölüm gerçektir. Ölüm, gerçeğin ölen dışındakiler tarafından en net bir şekilde görülmesidir. Gerçeği algılayamayanlar belki de algılamak istemeyenler sadece nekrofillerdir.
Ölüm gerçektir. Kabul edilmesi yaşayanlar tarafından oldukça güç olan. Bunun için ölüm, öncesi, ölüm anı ve sonrası ile birlikte bir ritüeller toplamına indirgenerek yaşanmaya çalışılır. Ölü için ne mutlu ki, bu sahtekârlığın tümüyle dışındadır. Acınası durum “öyle sanılmadığında” yaşanacaktır; ölenin öldüğünü bilmemesi değildir acı olan, pratik olarak tüm yaşamsal niteliğini kaybetmiş olanın organik canlılığını sürdürmesidir.
Bir metafor!
Ülke, acı bir metaforlar toplamına dönüşmüştür. Bağrımıza taş basıp kabul etmemiz gereken -acı?- gerçek ülkedeki-düzendeki yozlaşmadan onun tüm kurumlarının da aynı ölçüde etkileneceğidir. Ne var ki bu “genel kabul” genel reddedilişte varlığını sürdürür. Reddedişe zorunludur. Ve sorun gizliliktedir. Ve bu gizlilik illegalite değildir. Çıplak ve bir o kadar acı, bulantı verici bir durumun dışavurum sanrısıdır. Ve “öyleymiş gibi sanılma durumu” bu sanrının tanımlanmasındaki temel belirtilerden birisi belki de en önemlisidir. Ancak tedavi için artık çok geçtir.
Bizim şirketten bahsediyorum, bizim şirketlerden. Anımsayın bundan 20 yıl önce kendilerini “demokratik kitle örgütü” olarak tanımlıyorlardı [DKÖ]. Ardından, “milenyumlarına” beş-on kala “sivil toplum örgütlüğüne” terfi ettiler [NGO] ya da terfi ettirildiler. (GayrıResmi Sosyete olarak adlandırmak da olanaklı!)
ara sorular: Liberalizmin “neo” cinsinin has evladı olan NGO’ların top yekûn çürümüşlüğün varlığını, çürük kokarca varlığını her geçen an yeniden üretebilmesinin temel dayanaklarından biri olduğuna her geçen gün şahit olmuyor muyuz? Bu bağlamda artık bir emek pazarlamacısı dönüşmüş sendikalardan “sokaktaki adama” dek her şey “sivil toplum” değil mi aslında? Hal ve gidişatlarıyla birlikte eski ve eskimiş “sol” duruşlarıyla dört dörtlük bir siviltoplumprotipi değil midir odalar?]
Artık siyasi ölüler ile siyasi ölü sevicilerin buluştuğu anonim şirketlerden başka hiç ama hiç bir şey değiller. Sorun onların bu niteliklerinin öyle imiş gibi sanılmasında ve gerçekliğin adlandırılmasında ve gerçeğin kullanılmasında. Öyle bir kullanılma ki yaşamı yadsıyan ne varsa hepsini kutsamakta. İyi ve güzele ait ne varsa, ne kaldıysa -herhangi bir mücadeleye ait- insanca değerlerden, bu agoni odasında ölüye dönüştürülmekte. Evet kocaman bir sorun “yapma bebeklerin ölü hareketleri.”
“Bu memleketin kötü yanı burada: her şey, hava, hepsi, oldukları yerde çok fazla kalıyor.”
Bu memlekette ölüler ve canlılar (!) çok fazla kalıyor. Öyle ki otopsileri ölümlerinden nice önce yapılıyor. İyiden iyiye çürümüş, kimliksiz kişiliksiz et parçalarının arasına sıkışmış canlılıktan destan yaratılmaya çalışılıyor.
Yıllar önce bir antropoloji kitabında okumuştum; Polinezya yerlileri önceleri kıtlık ya da hastalığın ardından şeflerini değiştirirlermiş; sonradan her yeniden doğuşunda hayatın, mevsimler canlanıp doğaya kan gelince şeflerini yeniler olmuşlar şeflerine kıymak istemediklerinden ortaklaşa sahiplenmenin realitesi bu; ortaklaşa sahiplendikleri doğayı ortaklaşa tüketmişler ve doğayı ortaklaşa yeniden üretmişler. kim bilir belki de ölümü hiç bilmemişler.
Ölüm tükenmişliği yaşayanlar için daha acı. Ölümü çabuklaştırmak ise, tükenmişliğe ait ne varsa onu bir an evvel ortadan kaldıracağı için ölümün ölümden önce yarattığı acıyı dindirmenin bir yolu. Etkili bir yolu.
Ve ötanazi:
Ötanazi yaşama umudunu kaybetmiş “bilinçli” hastanın yaşamının, hasta bilinci ve istemi doğrultusunda tıbbi yöntemler kullanılarak sona erdirilmesi olarak tanımlanabilir. Bu haliyle, etik ve teknik yönleri alabildiğine tartışmalı tümüyle tıbbi bir yaklaşımdır. Kişinin bilinçli durumda kendi yaşamının geleceği üzerinde karar verme hakkına sahip olması gerektiği düşünülmelidir. Etik bilincinin kaybetmiş hastalarda bu uygulamaya karşı savaşır. Burada savaşan tıbbi etiktir ve her “etik” başlıklı tartışmada olduğu gibi bir egemenlik ilişkisini de tanımlar. Evet; birey ve hastalık ve hastalığının onulmazlığının birey ve tıp tarafından algılanışı ötanazi olgusunun tartışılmasında taraftarlara haklılık kazandıran önemli “etik” unsurlar olarak ön plana çıkar. Bu kavramlar ve yaklaşımlar “ışığında” (!) bazı ufak tefek sorunları da tartışmak sanırım sosyal ötanazi/örgüt ötanazisi olgusunu ve onlarla ilgili kavramları anlamamızı kuşkusuz kolaylaştıracaktır; 1)Hasta’nın bilinci açık -ya da öyle sanılıyor-, ancak hasta olduğunun bilincinde değilse! 2) Tedavi uzmanı olduğunu iddia edenler hastanın ve hastalığın onulmazlığı konusunda yeterli bilgi-beceri ve öngörüden yoksunlarsa! 3) Hasta, hastalığıyla ve onu tedavi ettiğini sananlarla -öyle imiş gibi sananlarla- sadece kendisine değil çevresine ve sağlıklı olana-olanlara da zarar veriyorsa…
Toplumsal bir sorun olarak örgüt ötanazisinin, bu ve benzeri sorularla daha fazla zaman kaybetmemek için daha doğrusu daha fazla zarar görmemek için gündeme getirilmesi gerekli. Hatta “kimi” örneklerinde aciliyeti bile var! Yeninin yaratılması için eskinin çürümüşlüğünün tümüyle reddedilmesi; işte atılması gereken ve aslında çok da fazla cesaret istenmeyen üstelik bir o kadar da kolay bir “adım”. Sorun “onların” hastalıklarının bilincine varmalarını beklemek değil sosyal düşkünlükleri ve düşüklükleri ortadan kaldıracak bilince sahip olmakta. Çünkü karşımızda özgür-bilinçli bir birey değil kendisini farklı imiş gibi sunan bir organizma söz konusu; bilinçli “zarar verme hakkını” farklı imiş sanılmanın zavallı duygusallığından alan. Bu hakkı, bir “organizasyon” olmanın, kendisine ve kendisini “tedavi uzmanı” ilan edenlere sağladığı “özel hukuktan” alan!
“…Ama böylesi onun için daha iyi: Bu dünya ona göre değil; bu hayat ona göre hayat.”
Son not: Faulkner’ın “Döşeğimde Ölürken”ini ikinci kez okurken yazmaya karar verdiğim “Döşeğinde Ölürken” başlığını taşıyan bu yazının -farsın!- bir bölümü önce Sağlık Toplum Siyaset dergisinde yayınlanmıştı. Zamanın akışkanlığında ve “olgunun/öznenin” doğasından kaçınılmaz olarak yeni bölümler eklenebileceğini düşündüğüm, gördüğüm bu metin, özel bir sivil toplum eleştirisi olarak değerlendirilmeli ve “boşluklar” eleştiri ve tartışmalarla doldurularak tedavisi olanaksızlaşmış bu kanserli dokunun gereğince temizlenebilmesi ve yeninin yaratılabilmesi için tüm çabalar gösterilmeli (ve hatta gerekirse METAFORİK müdahalelere başvurulabilmeli) dir.
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (5) - 21 Ekim 2024
- Çöküşe Rıza (s)10 - 3 Ekim 2024
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (4) - 17 Eylül 2024