Akademik Bakış…
“Davacı” sıfatıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Bekir Şahin 17 Mart 2021 tarihinde HDP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulundu. Anayasa Mahkemesi, dosyanın incelenmesi için bir raportör görevlendirdi. Anayasa Mahkemesi üyeleri dosya üzerinden kararlarını oybirliği veya oyçokluğu üzerinden verecekler. Ya dava reddedilecek ya da HDP’nin tüzel kişiliğine son verilecek, kurucu ve yöneticilerinin başka bir siyasî partiye üye olmaları bile yasaklanacak, parti mal varlığına da el konulacak.
Türkiye siyasî hayatında siyasî partileri, kendi yetkili organlarının iradeleri dışındaki faktörlerle siyasal hayattan çekilmeye zorlayan nedenler çok çeşitlidir ve bunlar dönemden döneme değişirler. Yine de bu konuda iki temel nedenden bahsedebiliriz. Birincisi, 13 Temmuz 1965 tarihinde 648 Sayılı Siyasî Partiler Kanunu yürürlüğe girene kadar Türkiye’de siyasî partileri düzenleyen münhasır bir yasal düzenlemenin mevcut olmaması, ikincisi ise askerî darbelerdir.
Siyasî partileri düzenleyen ilk kanunun yürürlüğe girdiği tarihe (1965) kadar, siyasî partilerin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası örneğinde olduğu gibi Bakanlar Kurulu Kararı ile; Türkiye Sosyalist Partisi örneğinde olduğu gibi Sıkıyönetim Komutanlığı Kararı ile; Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi örneğinde olduğu gibi Örfi İdare Mahkemesi Kararı ile ya da Demokrat Parti örneğinde olduğu gibi Asliye Hukuk Mahkemesi Kararı ile kapatıldıklarını görüyoruz. 1965’teki 648 Sayılı Kanun çıkarılana kadar siyasî partiler, 1924 Anayasası’nın dernek kurma hakkını düzenleyen 70. Maddesi, II. Meşrutiyet’le birlikte kabul edilen, sonra 1923 yılında 335 Sayılı Kanun ile, ardından da 387 Sayılı Kanun ile değiştirilerek kırklı yıllara kadar yürürlükte kalan 310 Sayılı Cemiyetler Kanunu, 1938’de kabul edilen 3512 Sayılı Cemiyetler Kanunu -ki o da 1946 yılında 4919 Sayılı Kanun’la değiştirilmiştir- ve 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’la muhatap olmuşlardır. Anayasa Mahkemesi’nin kurulmasından sonra ise durum değişmiştir. Bu tarihten sonra, partilerin kapatılma istemiyle dava açma görevi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na, bu istemi karara bağlama görevi ise Anayasa Mahkemesi’ne verilmiştir.
Partilerin kapatılmaları ile ilgili ikinci kaynak ise askerî darbelerdir ve bu konudaki en yaygın uygulama 1980 Darbesi’nin ardından gerçekleştirilmiştir. Darbeden sonra 19 Eylül 1980 tarihinde yayımlanan Milli Güvenlik Konseyi 7. No’lu Bildirisi[1] ile siyasî partilerin faaliyetlerinin yasaklanmasına ve “… Parti bina ve tesisleri[nin] sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca emniyet ve kontrol altına” alınmasına karar verilmiştir. Faaliyetleri durdurulan siyasî partiler, 16 Ekim 1981 tarihinde çıkarılan 2533 Sayılı Siyasî Partilerin Feshine Dair Kanun[2] ile kapatılarak, tüzel kişiliklerine son verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın güncel listesine göre, bugün Türkiye’de 108 siyasî parti faaliyetlerine devam etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin arama motoruna göreyse 1965 sonrasında -Anayasa Mahkemesi’ne bu yetki 13 Temmuz 1965 Tarih 648 Sayılı Siyasî Partiler Kanununun 108. Maddesi ile verilmişti- üç siyasî partinin “dağılmış sayılarak hukukî varlığının sona ermesine”; on dokuz partinin “dağılmış sayılmasına”, on sekiz partininse kapatılmasına karar verilmiştir.
***
Fen bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki fark hep tartışılır. 19. yüzyıl sonlarından itibaren birer “bilim”; “bugünü anlama, denetim altına alma, değişimi yönlendirme” bilimleri olarak kurgulanan siyaset bilimi, sosyoloji ve ekonomi ne işe yararlar? Şimdi bu konunun yeri değil, ama siyasî partilerin kapatılması ile ilgili olarak akademideki sessizlik, “bilim” adı altına birtakım rakamların art arda sayılması ve hukukî sürecin özetlenmesi “aymazlığı”ndan bile rahatsız edici. Akademi, sözlü sınavda soruların cevaplarını bilemediğinden tavanı seyreden haylaz öğrenci gibi; soruyu duymazdan gelmeyi tercih ediyor.
Kabullenmektir, Korkmaktır, Susmaktır…
Siyasî partilerin kapatılması ile ilgili bir sürü yasal düzenlemeyi ve istatistikî bilgiyi sıralamak… tabiplerin “vakanın ex olması”ndan bahsetmesi gibi: “gerçek” ama bir o kadar da anlamsız ve kifayetsiz. Sosyal “bilim”cilerin görevi “vakanın ex olduğu/partinin kapatıldığı” gerçeğini ifade etmek noktasında biter mi? Sosyal bilimlerin açıklamaktan öte izah etmesi de gerekir mi? Bu yazıyı böyle bir konu üzerine bina etmek de topu taca atmak, Türkiye siyasetinde parti kapatmalardan bahsedip hiçbir şey söylememek anlamlarına gelecektir. Ancak o noktadayız ki akademi, rakamları sıralayıp vakanın ex olduğunu söylemeye dahi isteksiz; neme lazımcı ve “bana dokunmayan…”cı; tıpkı HDP’ye kapatma davası açıldıktan günler sonra İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması kararında olduğu gibi. Tıpkı bu ülkede 2015 Haziran’ından sonra hiçbir şey yaşanmamış ve bir grup akademisyen atılmamış gibi: “Türkiye’de 1965’ten bugüne kadar on dokuz partinin dağılmış sayılmasına, on sekiz partinin kapatılmasına karar verilmiştir.” “Türkiye, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda OECD ülkeleri arasında ilk sırada geliyor. OECD’nin 2019’da yayınlanan araştırmasına göre, örgütün 36 üyesi arasında ömürlerinde en az bir kez eşinden fiziksel veya duygusal şiddet gören kadın oranının en yüksek olduğu ülke yüzde 38 ile Türkiye” (Haber Türk, 14 Temmuz 2020). “Türkiye’de geçen yıl 166 bin 225 olan akademisyen sayısı bu yıl 174 bin 494’e yükseldi. Akademisyenlerin 28 bin 514’ü profesör” (TRT Haber, 6 Mayıs 2020). “Rakamlardaki artış sevindirici olsa da Türkiye’de görev yapan akademisyen sayısı OECD ülkeleri ortalamasının altındadır…” Sahi, sosyal bilimler nerede başlar, nerede biter? Biz ne iş yaparız?
… Ama Zaten Ya Tam Susturacaklar
Partiler kapatılırken, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılırken, ülke iktisadi, siyasî, diplomatik krizlere sürüklenirken hiçbir şey yapmamak/yapamamak değil, hiçbir şey olmamış gibi yaşamayı “başarabilmek”: Tehlikeli olan bu. Alman Papaz Martin Niemöller’i unutmamak lazım, susmak, yok saymak, Nâzım’ın dediği gibi, “Gocuklu celep kaldırınca sopasını, sürüye katılıver[mek] hemen ve âdeta mağrur, koş[mak] salhaneye”.
HDP’yi Kapatmak
Yıkılan Duvar
HDP’nin kapatılması için açılan davanın “HDP’nin kapatılması”ndan daha fazla bir anlamı ve işlevi olduğunu düşünüyorum. Bu süreci birbiriyle iç içe iki husus çerçevesinde ele almaya çalışacağım. En başa döneyim
Bu hususların ilki duvarın yıkılması. Her şey 1980 sonrasında kurulan yapının 2015 Haziran seçimlerinde tamamen atıl hale gelmesiyle, ülke barajı duvarının yıkılmasıyla başladı. 12 Eylül’den sonra kabul edilen 10 Haziran 1983 Tarih ve 2839 Sayılı Kanun, hem %10 genel baraj, hem de yerel baraj ya da resmî adıyla seçim çevresi barajı[3] öngörüyordu. Seçim çevresi barajı en son 1991 seçimlerinde uygulandı ve 1995 seçimlerinden önce kaldırıldı ama ülke barajı siyaseten bir anlamı kalmasa da hukuken varlığını hâlâ sürdürüyor. Ülke barajı görünürde, nispî temsil seçim sisteminin uygulandığı ülkemizde Türkiye genelinde %10’dan daha az oy alan partilerin TBMM’ye girmesini engelleyerek koalisyon hükümetlerinin kurulma ihtimallerini azaltacak, böylece daha istikrarlı yürütme organlarının teşkiline imkân tanıyacaktı. Ancak %10 barajı bu işlevinden daha çok bir “anti Kürt” kalkanı işlevi edindi. Kürt siyasî hareketinin istisnasız %10 barajı altında kaldığı 2015 seçimlerine kadar %10 ülke barajı, Kürt siyasetçilerin partili değil, ancak bağımsız aday oldukları takdirde mecliste temsil edilebilmelerine imkân tanıdı. Nispî temsil sisteminin bağımsız adayın seçilebilmesi için getirdiği ekstra zorluklar ve sayısal dezavantajlar ise görmezden gelinmek zorunda kalındı.
2015 Haziran seçimlerinin neden bir milat olduğunu anlatabilmek -bu konudaki başka bir yazımdan da geniş olarak yararlanarak- için biraz geriye dönmek istiyorum. 1983’te seçimlerin yapılması ve askerin (kısmen) kışlasına dönmesinden sonra Kürt siyasî hareketi, 1984 sonrasında silahlı eylemlere başlayan PKK’nin haricinde, parlamenter/legal düzlemde de varlığını hissettirmeye başlamıştı. 1991 seçimleri öncesinde sağda Refah, Milliyetçi Çalışma ve Islahatçı Demokrasi partilerinin ittifakı gündeme gelirken, SHP de Halkın Emek Partisi ile ittifaka girmişti. SHP-HEP ittifakı basit bir seçim ittifakının ötesindeydi, nitekim Fransa Özgürlük Vakfı ve Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği (17 Ekim 1989) Kürtlerin Kimliği ve İnsan Hakları konferansına katılan SHP’li yedi milletvekilinin ihracı gündeme gelince bu isimler partilerinden ayrılmışlar ve 3 Mart 1990’da bu isimlerin de aralarında yer aldıkları bir Çalışma Kurultayı toplanmış, ardından da 7 Haziran 1990’da Ahmet Fehmi Işıklar önderliğinde HEP kurulmuştu. Bir anlamda HEP’in hamurunda da SHP’nin mayası yer alıyordu ve bu, iki partinin (20 Ekim) 1991 seçimleri öncesindeki ittifakını kolaylaştırmıştı. Sonuçta yirmi bir HEP’li SHP listesinden TBMM’ye girdiler. Lakin daha meclisin ilk oturumlarındaki yemin kriziyle başlayan gerilim, yirmi bir milletvekilinden üç milletvekili (Fehmi Işıklar, Adnan Ekmen ve Salih Sümer) hariç on sekizinin istifasıyla had safhaya çıktı. Daha o gün Kürt siyasetinin parlamenter/legal yapı içinde faaliyet göstermesinin sanıldığından daha zor olduğu ve her iki tarafın da bu konuda hayli yol alması gerektiği anlaşıldı. 2015 Haziran’ındaki seçimlerde ise Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın önderliklerinde Halkların Demokratik Partisi’yle yer alan legal Kürt siyaseti, %13,2’lik oy oranı ile en yüksek oyu alan dördüncü parti olmasına rağmen, oyların %16,2’sini alan MHP ile aynı sayıda (80) sandalye kazanarak parlamentoya girdi. İşte bugüne kadar gelen olaylar zinciri de bu seçimlerle birlikte başladı.
2015 Haziran’ından sonra, bu seçime kadar %10 barajını aşabilen bir legal parti örgütüne sahip olamamış, ya ittifaklarla ya da bağımsız adaylarla zar zor grup kurabilecekleri sayıda milletvekili ile iştirak ettikleri parlamentoda, “müesses nizama müştak” (affiliate) yaşamış (yani siyaseten görmezden gelinebilen, yok sayılabilen, kolayca bastırılabilen, 1994’te DEP milletvekillerinin yaka paça TBMM’den atılması örneğinde olduğu gibi Meclis’ten kovulabilen, her şekilde müesses nizamın bağımlı değişkeni, türevi gibi kabul edilmiş) Kürt siyasetinin/HDP’nin, TBMM’nin -MHP ile birlikte- üçüncü partisi olmasıyla artık partinin baraj sorunu yaşamayan bir parti olduğu da tescillenmiş oldu. 2015 Haziran’ında HDP sadece ülke barajını geçti. Kasımda ise artık -oy oranı düşmüş olsa da- ülke barajını psikolojik olarak aştı ve bunu herkese ve kendine ispatladı. İşte bu, 12 Eylül sonrasının tüm dengelerini de altüst etti; 2015’ten sonra, 1983 sonrasında kurulan tüm siyasî dengeler de böylece hâk ile yeksan oldu. Bir anti-Kürt kalkanı olarak işlev gören %10 seçim barajının fiilen yıkıldığı hem Kürt siyasetince hem de muhaliflerince bu tarihten sonraki her seçimde iyice kabullenildi; zaten kapatmaya giden taşlar da bu süreçte döşenmeye başlandı.
Müesses nizam bugün halen bu gerçek etrafında şekilleniyor. AKP’nin artan otoriteryenizminin dahi bu konu dikkate alınmadan açıklanamayacağı aşikâr. Rejim, o günden bugüne, 2015 seçimlerinden sonra sosyalistlerle birlikte hareket eden Kürt siyaseti için %10 barajı diye bir sorunun ortadan kalkmış olmasının yarattığı sonuçları hazmetme, anlama ve karşı politikalar oluşturma derdinde: 7 Haziran 2015’ten sonra yaşanan terör olayları, patlamalar, ölümler, seçimlerin yenilenmesi, başbakanlığın lağvı, FETÖ operasyonları, darbe girişimleri, 2018’den sonra kurulan Cumhur ve Millet ittifakları… hepsi ama hepsi bu bağlamda analiz edilebilecek olaylar. Tıpkı 17 Mart’ta HDP için verilen kapatma kararında olduğu gibi.
2015 seçimlerinde sosyalistlerin de desteğini yanına alan Kürt siyasetinin ülke barajını sadece “geçmesi” değil, fakat “aşması”, 17 Mart’ta HDP’ye yönelik açılan kapatma davasının sadece bir yönünü oluşturuyor: Yaklaşan seçimleri (yani belki de kararı verilmiş ama ilan edilmesine ramak kalmış erken seçimleri) Cumhur ve Millet ittifaklarının her ikisinin de yumuşak karnını, zayıf noktalarını anlamadan da HDP ile ilgili kapatma davasını tam olarak analiz etmiş olmayız -ki bu da dikkate almamız gereken ikinci husustur.
Cumhur ve Millet İttifaklarının Yumuşak Karınları
Önce Cumhur ittifakının zayıf noktasıyla başlayalım. Cumhur ittifakının en zayıf noktası (ülkenin içinde bulunduğu siyasî, ekonomik, diplomatik… krizlerin hiçbiri yokmuş gibi davranalım) henüz bir “Vatan Cephesi” ruhu, bir “Milliyetçi Cephe” ruhu yaratamamış olmasıdır. AKP, MHP’yi (ve BBP, Vatan Partisi gibi küçük sağ ve sol partileri) de yanına alıp bir yeni Milliyetçi Cephe kurmaya yönelerek konjonktürü lehine çevirmeye ve azalan oylarını toparlamaya çalıştıysa da bunda tam anlamıyla başarılı olamadı. Cumhur İttifakı kurulurken AKP-MHP, kendi aynadaki akislerini (Saadet-İYİ Parti) Millet İttifakı içinde bıraktılar. Bu da AKP için Cumhur İttifakı’nın Türk sağı için muteber ve kapsayıcı bir “biz”e (yani bir yeni Vatan Cephesi, bir yeni Milliyetçi Cephe kurgusuna) dönüştürebilmesini engelledi. Cumhur İttifakı arkasında Türk-İslâm sentezi ve Aydınlar Ocağı gibi entelektüel bir motoru da olan bir “biz” ruhu olamadı. O yüzdendir ki Cumhur İttifakı, hâlâ, öteki (komünist/bölücü, münker) ile mücadele ederek (nehyi anil münker) doğru yolu (AKP iktidarı/emr bil maruf) gösterecek bir yeni Vatan Cephesi ya da bir yeni Milliyetçi Cephe, bir “Biz İttifakı” olamadı; bir seçim ittifakının adı olarak kalakaldı.
İşte HDP nefreti (HDP ile görüşmenin hainle görüşmek, işbirliği yapmak olduğunu, HDP’nin PKK’nın legal partisi olduğunu, onun devletin ve ülkenin bölünmez bütünlüğü aleyhine olduğunu ortaya koyabilmek…) basit bir seçim ittifakı olmayı aşamayan Cumhur İttifakı’nı bir yeni Milliyetçi Cephe’ye dönüştürecek HDP siyasal düşmanlığı/nefreti (hostisi) üzerinden tanımlı bir (Schmittyen) muteber biz’ler kümesi oluşturabilecek tek manivelaydı. Geçtiğimiz yıllarda HDP nefreti/düşmanlığı/hostisi üzerinden yaratılmaya çalışan bu “biz” şimdi HDP’nin kapatılması üzerinden yaratılmaya çalışılmaktadır. Erdoğan, Cumhur İttifakı’nı bir arada tutmak için değil, ancak onu bir (siyasal düşman karşısında inşa edilmiş) bir “biz”; bir “birlik ruhu” olarak sunabildiğinde başarılı olabileceğinin, aksi takdirde Cumhur İttifakı’nın MHP’nin kaprislerini tatmin aracından başka hiçbir işe yaramayacağının farkında.
Millet İttifakının Yumuşak Karnı
HDP nefretinin (siyasal düşman inşası) yeni bir boyutu olarak HDP kapatma davası, CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı’nın yumuşak karnı üzerinde düşünülmeden de tam olarak anlaşılamaz. Erdoğan, HDP’yi sadece, onun üzerinden Cumhur İttifakı’nı bir kerte yukarı taşıyacağı ve o politik düşman üzerinden “biz”i tanımlayacağı bir manivela olarak ele almakla kalmıyor; Erdoğan, bu politikasının Millet İttifakı içinde bir gedik açacağının da, HDP konusunun Millet İttifakı’nın yumuşak karnı olduğunun da gayet farkında.
Gerçekten de CHP-HDP arasında bir ittifak olduğu eleştirileri, İYİ Partili yetkililerin anayasa mevzuunda HDP’lilerle görüştükleri ve bunun gibi söylentiler, iddialar, bir “dişi MHP” olmakla “yeni merkez sağ” olmak arasında kimlik bunalımı yaşayan İYİ Parti ve ulusalcılar ve solcular olarak iki kampa bölünme riski taşıyan CHP için de bir mayınlı tarla. Erdoğan polarize olmuş bir toplumda kendi mahallesini tahkim etmek kadar karşı mahallede gedik açmanın da önemli olduğunu biliyor. Tekrar belirtmek gerekirse AKP’nin Cumhur İttifakı’ndaki zayıf noktası Saadet Partisi ise, müstakbel başarısı için rakibinin “yumuşak karnı” da İYİ Parti ve CHP içindeki huzursuzlardır. AKP ne Saadet’i ne de İYİ Parti’yi “HDP ile görüşmek” popüler yaftası ile kendi iktidarı etrafında kenetleyebildi ve hiç değilse kendi iktidarına razı edebildi; yine de hem İYİ Parti hem de CHP içine oynayarak dengeleri yeniden değiştirmeye gayret ettiği aşikâr. HDP’ye açılan kapatma davası da bu politikanın radikalleştirilmiş şeklinden fazla bir anlama gelmiyor.
Sorun artık Kürt siyasetinin diğer partilere, müesses nizama müştak olmaktan çıkmasıyla alakalıdır. %10 barajı sadece büyüyü bozmuştur. 2015’ten sonra müesses nizam, baraj sorununu “aşmış” bir HDP’nin sadece parlamento denkleminde değil, siyasal denklemde de “aktif”, “bağımsız” ve “oyun kurucu” olarak rol almasına tepki gösteriyor.
Keşke bu tepki, reddetmek, yok saymak, HDP’yi bir politik düşman olarak kurgulamanın kısa vadeli avantajlarından yararlanmak şeklinde değil de elbirliği ile daha demokratik bir Türkiye’yi kurmak için kullanılabilseydi.
Yine de unutmamak lazım ki, siyasette hiçbir şey için zaman geç değildir; başka bir Türkiye her zaman mümkündür.
[1] Milli Güvenlik Konseyi Tutanak Dergisi, Cilt 1, Birleşim 1, s. 6.
[2] Milli Güvenlik Konseyi Tutanak Dergisi, Cilt 4, Birleşim 75, s. 417-421.
[3] Yavuz Sabuncu makalesinde (“Seçim Barajları ve Siyasal Sonuçları”, Anaysa Yargısı Dergisi, Cilt 23, 2006, s. 191-197) yerel barajlarla ilgili şu tespiti yapmaktadır: “Bu baraj seçim çevrelerinin büyüklüğüne göre değişiklik göstermekte ve seçim çevreleri küçüldükçe çok yüksek oranlara tırmanabilmektedir. 104 seçim çevresinde uygulanan 1987 seçimlerinde en düşük baraj %20 (267 MV) olmakta, %25 (72 MV) ve %33,3 (105 MV) düzeyinde oluşan seçim çevresi barajları seçim sistemine hakim olmaktadır. 1991 seçimleri ise, bu basit seçim barajının yerine doğrudan yasa tarafından konulan %20 (323 MV) ve %25’lik (127 MV) barajlar ile yapılmıştır. 1995 yılında bir hayli maceralı seçim sistemi değişiklikleri sonrası Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile basit seçim çevresi barajı kalkmıştır. Gerek basit seçim barajının gerekse yasa ile saptanmış seçim çevresi barajının seçim ve temsil ilkesi bakımından bir hayli garip sonuçlar verebildiğini biliyoruz. Bu bakımdan örnek olarak 1987’de Van ilinde %25 oy alan partinin beş milletvekilliğinin tümünü kazanması ile 1991 seçimlerinde İstanbul’da %27,5 oy alan partinin 50 milletvekilliğinden 33 tanesini kazanması verilebilir.”