Demokrasinin hedefi çift başlılıktır

Başkanlık sistemi ile ilgili tartışmalar bir idari/siyasî sistem tartışmasının hayli dışındadır. Bu konuda tam da tartışmayı servis edenlerin arzularına uygun şekilde bir Türk Usulü tartışma yürüttüğümüzü vurgulamak gerekiyor. İma ettiğim şey sadece Türk usulü başkanlık sistemi tartışmaları değil, başkanlık sistemi konusunun Türk usulü tartışılması ile de ilgilidir. Bu bağlamda konuyu temelde ikiye ayırmak gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak başkanlık sistemi ile ilgili algılarımızı bu konuda yürütülen tartışmalardan hareketle ele almak istiyorum. Sadece tartışmaların genel seyri üzerinden başkanlık sistemi tartışmalarının gerisinde yatan temel argümanlardan bazıları ile ilgili fikirlerimi söyleme niyetindeyim. İkinci olarak AKP çevresinin başkanlık sistemi tartışmaları arkasına gizlediği temel amaçlarının ne olduğu ile ilgili söylemek istediğim bazı noktalar var, bu bölümde bunları paylaşmaya çalışacağım.

Başkanlık sistemini değil, bu konu ile ilgili tartışmaları ana hatlarıyla iki noktada toplamak mümkün. Başkanlık sistemini savunanlar, mevcut sistemin iki başlılığa neden olduğunu, başkanlık sisteminin bunu ortadan kaldırarak daha hızlı karar alabilmeye imkân tanıyacak bir idari/siyasî örgütlenmeye zemin hazırlayacağını düşünenler. Başkanlık sistemi karşısında yer alanlar ise bunun bir diktatörlüğe ya da tek adamın belirleyici olduğu otoriter bir rejime yol açacağı kanaatindeler.

Tabii, “Zaten tek adam yönetimi yok mu; başkanlık sistemiyle en azından bunu resmî hâle çeviririz!” ya da “Mevcut durumu hukuka uydurmuş oluruz!” türünden faşizan zırvalıklara düşünce muamelesi edip tartışmaya hiç gerek olmadığını da belirtmek lazım. Bu düşüncelerin sahiplerine, eğer bir gün nezle olurlarsa intihar etmeleri salık verilebilir. Öyle ya, nasıl olsa hastadırlar ve nasıl olsa “Herkes bir gün ölecek!”tir. O zaman fiilî durum (nezle olma) ve teorik realite (fâni dünya) arasındaki çelişkiyi kaldırmalı ve intihar ederek mevcut durumu hukukîleştirmelidir.

HIZLA KARAR ALMAK DEMOKRASİ DEĞİLDİR

Başkanlık sistemi daha hızlı karar almaya ve alınan kararları çok daha efektif uygulayabilmeye imkân verir mi? Hiç ama hiç tartışmayalım, vermez. Üstelik Türk usulü vb. diyerek başkanlık sistemini tepetaklak etmez, bihakkın icraya niyet ederseniz başkanlık sistemi, Türkiye’de herhangi bir genel başkanın hayalini kuracağı, arzulayacağı değil aksine kâbusu olacak bir rejimdir. Üzgünüm, uygulamalardaki farklılıkları bir kenara koyarsak başkanlık sisteminin benmari usulü de yoktur; tatlı ve hoş değildir sistem. Başkanlık sisteminin özü yasama ve yürütmenin çok net bir şekilde birbirinden ayrılmasına ve yürütmenin çok ama çok sıkı bir şekilde yasamanın denetimi altına sokulmasına dayanır.

Şu noktanın da altını çizmemiz gerekiyor: Parlamenter sistem yerine başkanlık sistemini tercih eden ülkeler, parlamenter sistemde karar almakta zorlandıklarını görerek sadece bunu engelleyebilmek için mi başkanlık sistemine geçmişlerdir? Soruyu tersinden de sorabiliriz. Bugün parlamenter sistem ile yönetilen (iki başlı, hızlı karar alamayan vb.) ülkeler, neden başkanlık sistemine geçmeye çalışmıyorlar? Demek ki başkanlık sistemini sadece hızlı karar alma, iki başlılık mevzularında tartışamayız. Hele hele başkanlık sistemi parlamenter sistemlerin yapısına mündemiç zaafların törpülenmeye çalışıldığı bir sistem olarak sunulmaya çalışılırsa burada bir art niyet aramanın tam zamanı demektir. Yukarıda sorduğumuz soruyla bağlantılı olarak başka bir soru daha sormak zorundayız. “Size, demokrasinin en hızlı karar alabilen, karar alma mekanizmalarını bir araya getiren bir sistem olduğunu kim söyledi?” En hızlı karar alabilen ve aldığı kararları en etkili şekilde uygulamaya sokan rejimler demokrasiler değildir, olsa olsa otoriter hatta faşist rejimlerdir.[1] Evet, bu rejimlerde bir kararın alınması için tartışılması (yasama süreci), alınan karar doğrultusunda idare edenlerin (yürütme) kararı alanlar tarafından denetlenmesi ve bu süreçte ortaya çıkan ihtilafların bambaşka bir organ (yargı) tarafından sonuca bağlanması gibi bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmaz. Lider karar alır, ekibi uygular. Faşizm, oldukça çabuk karar alabilen ve onu etkili bir şekilde uygulamaya geçirebilen bir sistemdir dense yeridir. Demokrasi ise bu açıdan oldukça berbat (!) bir rejimdir. Çoğu ülkede sadece yasama, yürütme ve yargı organları arasında görev dağılımı ile yetinilmez; çoğunda yasama organı (bicameral) ve yürütme organı bile (başbakan-cumhurbaşkanı/kral) ikiye bölünerek karar alma-uygulama süreci karmaşık bir mekanizmaya bağlanır; devlet denilen gulyabani/leviathan yatay ve dikey paramparça edilir ki insan/birey bir nefes alabilsin. Ne kötü değil mi? Yukarıda anlatılanların hepsi bir yana -bir an için demokrasilerde hızlı karar almanın matah bir şey olduğunu varsayalım- CBHS, yapısı itibarıyla da hızlı karar alabilecek bir sistem değildir. Aksine, Gözler’in de altını çizdiği gibi; “Hatta tam tersine. Sistem hiç de rasyonel işlemiyor. Sistemde daha ilk günden itibaren pek çok fahiş hukukî hatalar yapıldı. Sistem hiç de istikrarlı değil. Sistemde çıkan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK) hemen arkasından tekrar değiştiriliyor, tekrar tekrar düzeltiliyor. Daha da önemlisi sistem hiç de iddia edildiği gibi hızlı bir şekilde çalışmıyor. Cumhurbaşkanı, çıkarması gereken kararları, bunlar için öngörülen süreler içinde çıkaramıyor. Kararların çıkmasında gecikme yaşanıyor. Hatta hiç çıkarılmayan kararlar var.”[2]

İKİ BAŞLILIK DEMOKRASİLERİN KUSURU DEĞİL HEDEFİDİR

Yukarıda da ana hatlarıyla belirtmeye çalıştığım gibi, siyasal karar alma mekanizmalarını bölmek, demokratik mekanizmanın en bilinen özelliğidir. Bunun için, Montesquieu’nun Kanunların Ruhu kitabına bakmak bile yeterlidir. Karar alma mekanizmalarını bölmek (bugün iki başlılık diye eleştirilen) demokrasilerin kusuru değil, bilakis hedefidir. Daha da önemlisi, başkanlık sistemi bu iki başlılığı kaldırmak değil; ziyadesiyle derinleştirmek, kurumsallaştırmak hedefindedir. Başkanlık sistemi yasama ve yürütmenin parlamenter sistemden çok daha fazla ve kurumsal olarak ayrıldığı bir sistem olarak tanımlansa hiç de yanlış olmaz: Eğer bir tek adamlık özleminiz varsa bunu (yürütmenin yasamanın içinden çıktığı, yürütmenin yasama organını rahatlıkla domine edebildiği ve güçlü parti denetimi mekanizmalarıyla her açıdan bunu başarılabildiği) parlamenter sistemlerde daha kolay gerçekleştirilebilirsiniz. Unutmayalım ki İkinci Dünya Savaşı öncesinin faşist sistemleri -yaygın olarak- parlamenter sistemle yürütülen ülkelerde mevcuttu, başkanlık sistemiyle idare edilen ülkelerde değil. O zaman şöyle özetleyelim: 1) İki başlılık vb. dediğiniz şey demokrasinin kendisidir. Sorun bu başları kesmek değil aksine -artık- o başları yerli yerine koymakla alakalıdır. Demokrasi her aşamada bu süreci bölme, parçalama amacındadır. İster başkanlık sistemi olsun ister parlamenter sistem, bu değişmez. İki sistem arasındaki fark bu bölünmenin nasıl yapıldığı ile ilgili teknik bir tartışmadır. Yoksa karar alma- uygulama- yargılama süreçlerinin tek elde toplanması/toplanmaması ile alâkalı değildir. Benzer şekilde başkanlık sistemini eleştirenlerin sıklıkla dile getirdiği gibi bu sistemin tek adam yönetimini güçlendireceğini söylemek de mümkün değildir. Demokrasi sadece bir usul değildir. Demokrasinin o toplumun kendi içinde (siyaset sosyolojisinde) bir karşılığı yoksa o demokrasinin demokratları yoksa parlamenter sistemin de başkanlık sisteminin de bir (millî) şeflik sistemi doğuracağını tartışmaya bile gerek yoktur -ki geçmişte de bunu yaşadık, günümüzde de yaşamaktayız. Başkanlık sistemi ve de parlamenter sistemi (her iki tekniği de) içi boş bir kaba benzetebiliriz. Şekil olarak her ikisi de demokratik sistemin farklı teknikleridir. Bundan fazlasını iddia etmek mümkün değildir. Ancak o ülkede pratikte uygulanan sistemin bir tek adam yönetimine mi, bir şeflik sistemine mi yoksa demokratik bir içeriğe mi yol açacağı sadece siyasal form ile değil, sosyolojik öz ile de şekillenir. Parlamenter sistemle geçmişte ve bugün de olduğu gibi bir millî şef yönetimi tesis edebileceğimiz gibi, başkanlık sistemiyle daha demokratik bir yönetimi de inşa edebiliriz. Elbette bunun tersi de tam olarak doğrudur. Çünkü sistemin belirleyicisi kalıpların (başkanlık & parlamenter sistemler) kendisi değil, onların nasıl uygulandığını şekillendiren siyasal kültür, toplumsal yapı gibi unsurlardır. Toparlayalım; “Mevcut sistem iki başlılık yaratıyor, karar almayı zorlaştırıyor!” türünden bahanelerle başkanlık sistemini savunmak ya da “Başkanlık sistemi diktatörlük getirir!” diyerek sadece Tayyip Erdoğan’ı istemezükçülük yapmak için ya aptal olmak ya da karşıdakini aptal yerine koymak gerekiyor. Net konuşalım! Bu argümanlarla yola çıkanların aptal olduğunu düşünmüyorum; bizlerin bu kadar aptal olduğunu düşünebilecek kadar eblehleşmelerine içerliyorum!

İzninizle aynı konuda yazmaya devam edeceğim, eleştiri ve görüşlerinizin benim için çok ama çok önemli olduğunu hatırlatmak istiyorum


[1] Demokrasinin “yavaş zamansallığına” dair popülist otoriteryan iddianın eleştirisi için bkz. Appadurai, A., (2017), “Demokrasinin Yorgunluğu”, (Haz. Heinrich Geiselberger), Büyük Gerileme: Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma içinde, İstanbul, Metis, s. 17-29. Appadurai makalesinde Erdoğan, Modi, Putin ve Trump gibi otoriter liderlerin “seçimlerle” iş başına gelmiş olmalarını demokrasinin kendisinden yorulmuş bir kitlenin varlığı üzerinden açıklamaya çalışır. Appadurai’nin ifadesiyle: “Bütün bu vakalarda ve Avrupa’nın popülist kesimlerinde, demokrasinin kendisinden yorulmuş bir kitle var ve bu yorgunluk, ülkelerindeki demokrasilerin liberal, müzakereci ve içerici politikalarını lağvetmeye söz vermiş liderlerin başarısının temelini oluşturmaktadır”. Ancak yazar bir noktanın daha altını çizmekte. Bu da “demokrasinin yavaş zamansallığına” eklenen sosyal güvencesizlik, ekonomik eşitsizlik ve “hepimizin ekonomik felaket tehlikesi altında olduğumuz fikri”nin tam da kendisi. Buradan hareketle yazar şu kritik sonuca varmakta: “… Dolayısıyla, dünya otoriter popülizmler tarihinde yeni bir sayfa açılıyor, liderlerin vaat ve hırslarıyla takipçilerin zihniyetinin kısmen örtüşmesine dayanan bir sayfa!” Yani demokratik sürecin aşılması fikri aslında gerçek bir gereklilikten ziyade konjonktürel bir durumun sonucu olarak da görülebilir. Appadurai’nin bu tespitlerini dikkate alırsak güçlü yürütmenin konsolidasyonu temelinde örgütlenen rejimlerin demokrasiyi ne derece ilerletebildiği sorusunu sormak oldukça elzem görünüyor. Evet, belki demokrasi tüm sorunları hızlı bir şekilde çözemiyor olabilir ancak yürütmenin güçlendirildiği rejimler demokrasinin tam olarak çözemediği neyi, nasıl çözebiliyor? Örneğin sermayenin (sınıf ve sınıf fraksiyonlarının) önünü açacak reformların hızlı bir şekilde yürürlüğe konulmasını mı yoksa yabancı/göçmen/mülteci karşıtlığını halk kesimleri nezdinde meşrulaştırmayı mı? Dinsel ve etnik azınlıkların demokratik ortamdan hukukî ve fiilî olarak uzaklaştırılması mı yoksa temsil ettiklerini iddia ettikleri “halkın” iktidarı kullanımının önüne geçebilmeyi mi? Bu ve buna benzer sorular tüm bu bağlam içerisinde yanıt aranması gereken esas soruları/meseleleri oluşturuyor.

[2] Kemal Gözler. (2019), “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin Uygulamadaki Değeri: Bir Buçuk Yıllık Bir Bilanço”, 27.12.2019, www.anayasa.gen.tr/cbhs-bilanco.htm

Mete Kaan KAYNAR