Uluslararası dış politikayı ulusal iç politikadan ayırmak artık kabile toplumlarında bile mümkün değil. Ulusal ve uluslararası politika, özellikle Orta Doğu’da süregelen çıkar dengelerinin gerçekçi bir değerlendirmesi olmadan mümkün değildir. Kuruluşundan bu yana Türkiye’nin uluslararası politikasına genel olarak doğu-batı ikilimi ve pratikte ise ABD ve Rusya arasındaki gerilim yön vermiştir; Türkiye 1950’lerde Rusya’ya yakınlığını terk edip NATO üyeliğiyle ABD ve Avrupa’nın yanında yer almıştır. Mevcut hükümet, iktidarının ilk dönemlerinde ABD tarafından dikte edilmeyen bir politika izleyerek bu süregelen rotadan sapmak istedi. Ama Bertolt Brecht’in deyimiyle koşullar öyle değil. ABD ve ortaklarına yönelik bu temkinli politika, Gülen cemaatinin darbe girişimiyle birlikte dibe vurdu. O zamandan beri hükümet politikalarıyla iç ve dış düşmanlara karşı öncelikle hayatta kalma mücadelesi verdiğini iddia ediyor. Ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin iddialarına göre, hükümetin iç ve dış düşmanlar söylemi hükümeti aktif olarak desteklemeyen herkesi kapsıyor. Bu retorik ile geleneksel dost-düşman politikası arasındaki karakteristik fark, sadece sosyal, siyasi değil ama aynı zamanda anayasal ve ekonomik bileşenlere de sahip olan kurumsallaşmasıdır. Muhalefet, hükümeti medya ve ekonomiyi en fazla beş şirket aracılığıyla kontrol etmekle suçluyor. Bu merkezîleşme ve güç yoğunlaşması parlamenter rejimden başkanlık sistemine geçişle birlikte devlet-hükümet ayrışması, güçler ayrılığı ilkesinin sonunu getirdiği iddia ediliyor. Yine Cumhuriyet Halk Partisi’ne göre bu dönemde siyaset, başkana biat etmeye dönüştü. Artık her türlü eylem statükoyu güçlendirip güçlendirmediği kriterine göre değerlendirilebiliyordu.
Bu siyasi sıkışmışlığın, ekonomik zorlukların ve hukuki yetmezliklerin daha bir net görünmeye başlandığı bu ortamda Türkiye’nin gündemini dış politikada Suriye’deki iktidar değişimi ve iç politikada ise Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a dair yaptığı çağrı belirliyor. Bu iki konu arasında bir ilişki var mı? Ben aşağıda bu soruyu Jürgen Habermas’ın “demokrasinin üç temel modeli” çalışmasını tartışarak cevap vermek itiyorum. Ancak buna gelmeden öncelikle Suriye’deki rejim değişikliğinin ve sonra genel olarak siyasetin anlamı üzerine kimi temel tespitlerde bulunmak istiyorum.
Ülkenin Gündemi
Suriye’deki iktidar değişiminin dış ve iç siyasetin temel yapısını yeniden inşa eden bir tarafı var. Başkan Recep Tayyip Erdoğan hükümeti, Suriye’deki yeni yöneticilerin kendilerini İslamcı teröristlerden bir ulusun özgürlük savaşçılarına ve ardından uluslararası devletler hukukunun birer aktörlerine dönüştürmelerinde belirleyici bir rol almıştır. Hükümet bu süreçte kamuoyunu Esad rejiminin kendi sınırlarını kontrol edemeyen bir Alevi diktatörlüğü olduğu ve bunun da Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını tehlikeye attığı argümanıyla ikna etmeye çalıştı. Aynı argümana göre Esad rejimi ile siyasal uzlaşma, Türkiye’nin bölgesel liderlik politikasının sona ermesi ve dolayısıyla İran’ın öngörülemeyen gelişmelerin sıklıkla karşılaşıldığı bir bölgede liderlik iddiasının pekişmesi anlamına gelmektedir. Buna karşın Türkiye, Suriye’deki rejim değişikliğiyle daha öncesinden Afganistan, Libya, Azerbaycan, Irak ve Suriye’deki deneyim ve kazanımlarını yeniden teyit ederek bölgesel liderlik iddiasında bulunabilir. Bunun için ise hem İran’ın etrafındaki Şii eksenli grupların ve hem de kimi diğer etnik ve/veya dini-etik idealler etrafında örgütlenen toplulukların, düzenli, devlet geleneğinin gereklerine uygun kanallara yönlendirme kabiliyetine sahip olduğunu göstermesi gerekir. Bu ise Türkiye’nin Avrupa Birliği, ABD ve Rusya ile olan ilişkilerine yansıyacaktır.
Buradaki sorulardan biri Rusya’nın Suriye’deki bu rejim değişikliğinden ne elde ettiğidir? Rusya gerçekten Ukrayna ile çok meşgul olduğu için mi Suriye’ye yatırım yapmaktan kaçınmak zorunda kaldı? Rusya’nın bu süreçle Suriye’deki rolünün ne olacağını şimdiden kestirmek için henüz çok erken gibi görünüyor. Ancak, Rusya örneğindeki güç kayması mantığı doğruysa, aynı analojiyi izleyerek Türkiye’nin dış politikada Azerbaycan’ın Ermenistan ile olan çatışmasında, Kıbrıs sorununda ve Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerinde yeni bir rota belirleyeceğini bekleyebiliriz. Büyük olasılıkla Türkiye kendisini her durumda Rusya ile çatışmacı bir ortamda bulacaktır. Buna karşın, Türkiye NATO ortağı olarak başvurduğu S-16 savaş uçakları da dahil olmak üzere ABD’den yeni silah alması ise daha bir netlik kazanacaktır. Bu yine Türkiye’nin İsrail ile olan siyasetine de açıktan yansıyacaktır. Türkiye bu siyasetiyle günün sonunda Avrupa Birliği ve ABD’ye Orta Doğu’da bilinen güvenilir ortak rolünü yeniden belirginleştirip demokratikleşmeye yeni bir adım atabileceğinin sözünü veriyor.
Siyasetin Anlamı
Hükümet tabii ki bu kısır döngünün dışında da siyaset geliştirme kabiliyetine sahip. Gündemi dış politikada Suriye’deki rejim değişikliği alırken iç politikanın en önemli konularının başında demokratikleşme yer alıyor. Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a dair açıklamasını tam da bu siyasi atmosferde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu söylemimi desteklemek için kimi temel prensiplerin hatırlanması gerekir. Buna ise şu soruyla başlamak istiyorum: Siyaset, kurumları ortak iyiye yönelimli bireylerin ve dayanışma fikri üzerine kurulu bir topluluğun, hangi evrensel olma ihtimali yüksek prensiplerden türetilmiş yasalar yoluyla bu hayal edilmiş aşkın bağın iletişiminin ortak bir örgütte somutlaştırılıp yeniden oluşturulma koşulları hakkında müzakere ortamının sağlanması gerektiğinin bir tezahürü olarak düşünüldüğünde, soru bizlerin acaba bugünlerde bir asır önce kurulan cumhuriyetin en önemli anlarından birine tanıklık edip etmediğimizdir. Toplumda bir yandan ekonomik sıkıntıların dozajının arttığı ve bireylerin adalet arayışlarının ümitsizlikle sonuçlandığı bir ortamın havasını soluyoruz, diğer yandan bütün ihtimallerin bertaraf olduğu düşünüldüğü bu toplumsal ortamda devlet merkezli bir yeniden soruları dillendirme sürecine girildiğini birlikte izliyoruz. MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin “Abdullah Öcalan gelsin Türkiye Büyük Millet Meclisinde konuşsun” açıklaması ülkenin gündemini belirliyor. Bu açıklamaların zamanı, arka planda kaldığını düşündüğümüz nedenleri, aktörlerin amaçları, değerleri, benimsedikleri araçlar ve de uluslararası izdüşümlerini ancak tahmin edebiliriz. Sürecin ansızın, hiç beklenmedik bir aktör tarafından ve emrivaki şekilde başlatılmış olması, ilgili vatandaşta haklı olarak acaba amacın toplumsal barışı değil de bir sonraki seçimleri kazanmak mı olduğu sorusunu sorduruyor. Bu bir derin devlet projesi mi, yoksa cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma hamlesi mi? Bence/bizce bu soruların kendisi siyasal kamusal alanın tekrardan canlanmasını sağlayabilir.
Bu tür sorular ve dönemler biz fani vatandaşlara tekrardan siyasetin en karmaşık, en zor ve en iyi eylem olduğunu hatırlatma potansiyeli taşıması açısından önemli. Siyaset karmaşıktır, çünkü o hem bireysel çıkarların ve kültürel geleneklerin, etik anlayışların taşıyıcısı olmalı ve hem de kimi evrensel ahlaki değerlerle örtüşmeli. Siyasetin karmaşıklığının diğer bir nedeni, onun çoğulculuk fikri etrafında örgütlenmiş toplumlarda değişik çıkarları, farklı fikirleri ve çoğu zaman birbirini dışlayan değerleri temsil etmesinin yansıra bir de rasyonelleşen, birbirinden ayrışan ve böylece çoğu zaman yaşam dünyasından kopan alt-sistemlerin (ekonomi, eğitim, adalet, medya) bütünlüğünü koruması gerektiğiyle ilgili. Siyaset bu bütünlüğü vatandaşlara yüksek erdemlerini hatırlatarak değil, onların çıkarlarını koruyarak yapmak ister. Bu siyaset anlayışı kendisini sadece toplumun geleneksel değerlerinin koruyucu ve geliştirici organı olarak değil, ama aynı zamanda rasyonel gerçekliğin, bilimin, teknolojinin, evrensel hukuk prensiplerinin ve uluslararası güç dengelerinin tezahürünün mekaniği olarak da görür. Bu yeni tip birliktelik anlayışı siyasi eylemin zorluğuna işaret eder. Zorluk bu çerçevede bütün çelişkili, girift dengelerin düşünülüp aşılması, çoğu zaman imkânsız gibi görünen çıkar ve görüş farklılıklarına rağmen tarafların rızasıyla ortak iyiye ulaşmakta. Karar alma sürecinde hem vatandaşların gelenek, görenek ve yaşam dünyasına ait kültürel, dilsel motiflerini korumak hem de aklın, bilimin, çağın gereklerini yerine getirmek ve de insani merkeze alan, insan onurunu yücelten ilkelerden taviz vermemek bir diğer zorluk. Son olarak siyaset iyidir, çünkü vatandaşlar olarak bizler onun aracılığıyla hem birey ve hem de toplumun bir üyesi olarak birbirimizle dayanışabiliriz. Siyaset herkesi ilgilendiren konularda ortak amacı bulma, onu tekrardan hatırlatma imkânı tanır. Bu sayede toplum birbirini anlamaya çalışan, birlikteliğin rasyonel iletişim biçimlerini arayan bireylerin bir bütünlüğüne dönüşür. Bu ise artık sadece gücün, paranın, şöhretin, medyanın veya doğuştan gelen kimi atfetmelerin (din, ulus, cinsiyet gibi) değil ama bireylerin edinimleriyle, beceri, bilgi ve birikimleriyle de toplumun (yeniden) kurgulanabileceği olasılığını artırır. Siyaset bu üç bağlamda düşünüldüğünde hem siyasetin bizzat kendisinin ve hem de toplumun bütünlüğünü iyileştirmek için hangi araçları, değerleri ve amaçları kollaması gerektiği bağlamında sürdürülen söylemlere de daha net katkılar sunulabilir.
Bu belirlemelerin ampirik bir karşılığı olmayabilir. Tersine, bizler sosyal bilimciler olarak niyetlerle sonuçların aynı olmadığını da biliyoruz. Bu ise sadece yukarıda ki normatif çerçevenin değil, pratikte de sürdürülen siyasi eylemlerin yaşam dünyası insanlarının ihtiyaçlarından bağımsız olma ihtimalinin olduğunu hatırlatıyor. Daha da somut olmak gerekirse, her lanse edilen siyasi eylem gücü, parayı, şöhreti vs. elde tutmak gibi stratejik eylem mantığından türemiş olabilir. Hatta her stratejik eylemin bir sivil toplum ayağı, toplumsal ve / veya evrensel olma ihtimali olan prensiplerle iletişimde de olabilir. Kısaca, stratejik eylem siyasetin olmazsa olmaz bileşeni. Siyaset sadece iyi, güzel, doğru ve zor olanı değil, siyaset iyi, güzel ve adilin adına özel çıkarları amaçlamayı da içerir. Bu bağlamda cumhuriyet bireylerin niyetlerinden bağımsız kimi kurumlara sahipse demokrasiyle taçlandırabilir.
Ben bu çerçevede Jürgen Habermas’ın bir çalışmasını hatırlatmak istiyorum. Habermas bu çalışmasında liberal, cumhuriyetçi ve müzakereci demokrasi anlayışlarını birbiriyle karşılaştırmakta ve bunların siyasi irade oluşum süreci, vatandaşlık ve hukuk kavramına ilişkin görüşlerine odaklanmaktadır. Çalışma bugünlerde yaşadığımız siyasi gelişimleri anlamak, beklentileri ne abartmak ve ne de kimi aktörlerin siyasi manevralarına indirgememek için teorik bir çerçeve sunuyor. Diğer bir değişle, ben bu süreci anlamanın bir yolunun Jürgen Habermas’ın müzakereci demokrasi anlayışını kavramaktan da geçebileceğini düşünüyorum. Amacım kimi temel noktaların altını çizmek.
Liberal ve Cumhuriyetçi Demokrasi Anlayışı
Cumhuriyetçi demokrasi anlayışının izleri Aristoteles’e kadar götürülebilir. Aristoteles’ten bu yana siyaset, antropolojik olarak zoon politikon olarak tanımlanan insanların bir eylemi olarak sunulmuştur. Siyaset, ahlaki prensipler etrafında örgütlenmiş bir topluluğun sosyal yaşama yansıyış halidir. Siyaset, kurumları ahlaki bireyler ve dayanışmacı bir topluluk arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi üzerine kurulu olan (yasal) bir devletin yapılandırılması koşullarına katılımı olanaklı kılan müzakere ortamının oluşturulmasına hizmet eder (277). Bu yüzden seçme hakkı bir yandan kendi kaderini tayin etme aracı olduğu için, diğer yandan da cumhuriyetçi anlayışta bireyin toplumla bütünleşmesini simgelediği için “genel olarak hakların paradigması” haline gelir (281). Cumhuriyetçi görüş, hem sivil toplum korumalarının görüş bildirimlerinde ve hem de devlet kurumu olan parlamentolarda siyasi görüş ve iradenin oluşumunda toplumun kendi kaderini tayin etmenin ortak bir eylemini görmektedir. Oy verme ve seçimler, eşitler ve özgürlerden oluşan büyük bir topluluktaki vatandaşların birbiriyle iletişime geçtikleri bir diyalog biçimidir. Çoğunluğun kararı geçerlidir çünkü bu, bireyleri, sivil toplum temsilcilerini, siyasi partileri, çıkar gruplarını ve kimi ortak değerleri içeren bir diyalogun sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Liberal anlayışta siyasi sürecin doğası hükümetteki kazançlı pozisyonlar için güç mücadelesine denk gelir. Görüş oluşturma ve karar verme süreci, devlet bürokrasisini, kendi çıkarını düşünen bireyler ve onların kurumlarından oluşan serbest piyasa ile karşılıklı bir iletişim içine çekme işlevi görür. Kanaat ve irade oluşumu, tam da bu iktidar pozisyonlarını korumak ve devam ettirmek için genelleştirilebilir çıkarlara sahip stratejik olarak hareket eden bireylere hizmet eder. Siyaset, bu piyasa odaklı mantığı izleyerek, özerk iradenin oluşumunu ve aktörlerin devletle ilişkilerinde çıkarlarının savunulmasının kolaylaştırması beklenir. Piyasa ekonomisindeki fiyatların malların kıtlık derecesi hakkında bilgi vermesi gibi, seçmenlerin oy verme davranışı da pazar ekonomisinin tüketici mantığına benzer şekilde mevcut tercihler hakkında bilgi verdiği varsayılır. “Oy girdisi ve güç çıktısı aynı stratejik ticaret modeline karşılık gelir.” (282)
Habermas’a göre cumhuriyetçi geleneği liberal perspektiften ayıran temel fark, devletin hiyerarşik düzenlemelerinin merkezi olarak idari güç ve piyasanın ademi merkeziyetçi düzenlemelerinin hayat bulduğu bireysel çıkarların odağı olarak paranın yanı sıra birey-toplum ve devlet üçlemenin dayanışma beklentisine dayandırılmasında yatmaktadır. Bu, cumhuriyetçi siyaset anlayışında hem piyasanın hem de devletin dışında yer alan kendi kaderini tayin etme kavramında ifadesini bulur. Bu yüzden cumhuriyetçi gelenek, atik ve rasyonel söylemsel bir siyasi kamusal alan aracılığıyla bir araya gelen itaati reddeden bireylerden oluşan sivil topluma odaklanır. Bu kurumlar hem toplumsal dayanışmayı hem de bireysel özerkliği sağlamakla görevlidir. “Dolayısıyla, devletin varlık nedeni öncelikle eşit özel hakların korunmasında değil, özgür ve eşit yurttaşların hangi hedef ve normların herkesin eşit çıkarına olduğu konusunda bir anlayışa vardığı kapsayıcı bir kanaat ve irade oluşumunun güvence altına alınmasında yatar.” (280)
Liberal görüşe göre, hukuk düzeni bir “üst” yapıya sahip negatif hakları verme işlevine sahiptir. Buna karşılık cumhuriyetçi hukuk anlayışı bir adım geri çekilerek hukuk düzeninin kendisini geleneksel bir topluluğun kurumu olarak temellendirir. Çünkü toplumda sosyal barışı ve bireyin özerkliğini yaratan ve bunu gelecek nesiller için güvence altına alan tam da bu (gelenekler üzerine kurulu) verili düzendir. Liberaller bireylerden yola çıkar ve bireysel haklara dayalı bir “üst” hukuk düzeni kurarken, cumhuriyetçiler bireylere toplum kaynaklı, “alt” yapılı haklar tanır (280). Cumhuriyetçi görüş, hukuki hakları bireysel ödevlerle karşılıklı bir ilişki içine yerleştirir. Bu karşılıklı ilişki nedeniyle Habermas, cumhuriyetçi yasal çerçevede hukukun doğuşu ve geçerliliği arasındaki özneler arası ilişkiyi değil, yurttaşlar olarak hakların karşılıklı tanınmasının temelini görür. Bir topluluğun vatandaşı olarak kişi bir bütün olarak hukuk düzeninin ortaya çıktığı tarihsel, hukuki ve sosyolojik söylemlerle ve bu geleneklerin nasıl sürdürülebileceğiyle ilgilenir. Bununla birlikte, hukuk topluluğuyla bu sivil-siyasi bağı olmayan bir birey, Max Weber’in ifadesiyle, öncelikle kişiden (ve artık bu var olan (hukuk) geleneğinden de) bağımsız olarak etkili olması gereken soyut hukuk prensipleriyle ilgilenecektir. Bir filozof olarak Habermas için cumhuriyetçi bir hukuk anlayışının avantajı, (a) bu hukuk düzeninin meşruiyetini ulusal parlamentolardaki politik-prosedürel sürece bağlaması ve böylece (b) halkın kendi kaderini tayin hakkı ile hukukun geçerliliğine ilişkin soyut ilke arasındaki yapısal ilişkinin korunması ihtimalidir (281).
Avantaj ve Dezavantajlar
Habermas, cumhuriyetçilerin avantajını bir yandan kendi kaderini tayin etmeye, diğer yandan da toplumun bizzat kendisinin geliştirdiği ortak hedeflere yaptıkları vurguda görmektedir. Dezavantajını ise, demokrasinin ortak iyiye odaklı yurttaşların erdemliliğine bağlı olduğuna dair idealize edilmiş beklentide saklıdır. Habermas’a göre cumhuriyetçilerin hatası, siyasi kararlarla toplumu ilgilendiren etik kararları birbirine karıştırmalarında yatmaktadır. Öncellikle, vatandaşlar, yönetimin, devletin kararlarını desteklemek istemeden de pekâlâ toplulukla dayanışmaya girebilirler. Habermas, bir topluluğun (kabile, mahalle, şehir, bölge ve ulus) vatandaşlarının topluluğun anlamına ilişkin sorularının siyasi bir yönü olduğunu kabul eder. Ancak cumhuriyetçi varsayımın aksine bu toplumsal anlam rasyonel bir amaç için izlenen çıkarları dışlamaz ve ikinci olarak, bugün var olan çoğulcu yaşam tarzlarında gözettiğimizde bu kültürel yaşam dünyası normlarının her yaşam anlayışı için bağlayıcı olamaz. Bugün her tür grup için eşit derecede iyi, eşit derecede geçerli bir yaşam biçimi varsayılamaz. Özellikle değerler, çıkarlar ve hedefler konusunda herhangi bir uzlaşma ihtimali olmaksızın var olan anlaşmazlıklar tam da ortak iyi yaşama dair cumhuriyetçi varsayımdan hareketle çözülmeye çalışıldığında, anlaşmazlıklar daha da derinleşir. Hiçbir anlaşmazlık onu doğuran şey tarafından çözülemez; bir topluluk içindeki etik çatışmaları, mevcut sorunları yaptırım ve güç tehdidi altında uzlaşma yoluyla çözen siyaset, bizzat kendisi sorunun kaynağı kaldığı sürece, ürettiği her çözüm önerisi kendisine aittir. Şeytanın bu çemberinden çıkmanın bir yolu güçlü üçüncü kişileri çözüm sürecine dahil etmekten geçer.
Liberal siyasetin çatışma çözme stratejisi olarak uzlaşma, ortak iyi yaşam hakkındaki cumhuriyetçi varsayımın dayandığı etik ve ahlakın çatışma çözme stratejisi olarak uzlaşmayla çelişir. Bu nedenle etik, etnik sorunlara önerilen çözümler, belirli bir topluluğun değerlerinin ötesinde evrenselci adalet ilkeleriyle uyumlu olmalı ki, liberal ve cumhuriyetçi anlayışların ilerisinde çözümler üretilsin. Habermas’a göre, (cumhuriyetçi) elitler ve sorunlardan etkilenenler arasındaki diyalojik, müzakereci bir iletişim biçimi olarak siyaset, vatandaşlık değerlerinden iletişimin prosedürel usullerine ve koşullarına kaydırılmalıdır (284). Bu gibi normatif nedenlerden ötürü Habermas, iletişim koşullarına da odaklanan, ancak hem evrensellik iddiası hem de ilgili konuların siyasi, etik ve ahlaki yönlerine göre farklılaşması bakımından önceki modellerden ayrılan kendi demokrasi modelini önermektedir.
Müzakereci Demokrasi
Müzakereci demokrasi ne ahlaki bir toplum olarak tasarlanmış birlikteliği ne de meta piyasasının koruyucusu olan devleti tasarlar. Müzakereci demokrasi Habermas için daha iyidir çünkü liberal ve cumhuriyetçi yaklaşımların unsurlarını alır ve onları daha yüksek bir seviyeye çıkarır. Müzakereci, prosedürel demokrasi, müzakereler, geleneksel etik anlayış ve adalet söylemleri arasında mantıksal bir yapısal ilişki kurar. Habermas, hem geleneksel toplulukların kurumlarından ve hem de modern toplumun ilgili alt sistemlerinde (hukuk, ekonomi, bilim, yakın ilişkiler gibi) olsun, ilgili söylemlerdeki rasyonellikleri, burada oluşturulmuş yaşam ve çözüm biçimlerini, önceden belirlenmiş belirli değerlerden geliştirilmiş rasyonellik biçimleri olarak varsayar. Bunlar ortak dille değil, kendi, profesyoneller dilleriyle iletişim kurdukları, yani araçsal ve stratejik eylem biçimlerini kapsayan rasyonellik yapılarını içerdikleri, hatta temsil ettikleri için cumhuriyetçi toplum kuramında yer almazlar. Buna karşın liberal anlayış tamda bu özel çıkarları kollayan eylem biçimleri üzeri kurulu. Habermas bu liberal eylem ve cumhuriyetçi söylem önerilerinin iletişimsel eylemin alt kategorileri, söylem kuralları ve tartışma biçimlerinin bir versiyonu şeklinde tasarlanıp müzakereci demokrasinin bileşenleri olarak kuramsallaştırılabileceğini hayal eder (286). Bu mümkünse asıl soru, devlet ve toplum arasındaki ilişkinin bu gergin ilişkiler bağlamın da nasıl kavramsallaştırılması gerektiğidir.
Habermas, geliştirdiği müzakereci demokrasinin her iki görüşün temel unsurlarını içerdiğini iddia etmektedir. Cumhuriyetçilikten, siyasi görüş oluşturma ve karar alma fikrini alır. Öte yandan müzakereci demokrasi, cumhuriyetçi hukuk görüşünü, temel haklar mantığını ve anayasadan ziyade demokratik anayasal devletin daha soyut ilkeleri fikrini iletişimsel olarak kurumsallaşmış bir prosedürün koşulu haline getirecek şekilde revize eder. Dolayısıyla müzakereci yaklaşım artık kolektif sadece bir parçası olarak hareket eden bir yurttaşın cumhuriyetçi beklentisine değil, böyle bir yurttaşlığı ön koşul olarak varsayan anlayışı da dışlamayan demokratik hukuk devleti kapsamındaki iletişim koşullarının yapısına dayanmaktadır. Kendi kaderini tayin etme artık yalnızca mal ve mülkle donatılmış bir vatandaşın kendini, kendi çıkarlarını genelleştirerek tanımlaması değil, demokratik olarak örgütlenmiş her topluluktaki her bireyin değeridir. Sonuç olarak, Habermas tarafından savunulan söylem teorisi hem devlet merkezli toplum kavramını hem de piyasa ekonomisi mantığına göre siyaset modelini terk eder.
„Buna karşılık söylem teorisi, bir yandan parlamento organlarındaki müzakerelerin kurumsallaşmış biçiminde, diğer yandan da siyasi kamusal alanların iletişim ağında gerçekleşen iletişim süreçlerinin üst düzey öznelerarasılığını dikkate alır. Karar alma için programlanmış siyasi organların içinde ve dışında gerçekleşen bu öznesiz iletişimler, bir bütün olarak toplumu ilgilendiren ve düzenlemeye ihtiyaç duyulan konularda az ya da çok rasyonel bir görüş ve irade oluşumunun gerçekleşebileceği arenalar oluşturur. Enformel kanaat oluşumu, iletişimsel olarak üretilen gücün idari olarak kullanılabilecek güce dönüştürüldüğü kurumsallaşmış seçim kararlarına ve yasama kararlarına yol açar. Liberal modelde olduğu gibi, devlet ve toplum arasındaki sınıra saygı gösterilir; ancak burada özerk kamusal alanların sosyal temeli olarak sivil toplum, kamu yönetiminden olduğu kadar ekonomik eylem sisteminden de farklıdır. Bu demokrasi anlayışı, modern toplumun entegrasyon ve yönetilme ihtiyacını karşıladığı üç kaynağın – para, idari güç ve dayanışma – her birinin ağırlığında bir değişim için normatif bir talep doğurmaktadır. Normatif çıkarımlar (288) açıktır: artık yalnızca iletişimsel eylem kaynaklarından alınamayan dayanışmanın toplumsal olarak bütünleştirici gücü, geniş ölçüde çeşitlendirilmiş (weit ausgefächerte) özerk kamusal alanlar ve anayasal olarak kurumsallaştırılmış demokratik görüş oluşturma ve karar alma prosedürleri aracılığıyla ortaya çıkabilmeli ve diğer iki güç olan para ve idari güce karşı kendini savunabilmelidir.“ (289)
Habermas bu koşullardan hareketle, para/piyasa (liberalizm) ve iktidar/bürokrasiye (cumhuriyetçilik) ek olarak, toplumsal barışın kaynağı olarak dayanışmanın da görüş oluşturma ve karar alma süreçlerinin temeline yükseltilmesi gerektiği dillendirir.
Neler Öğrenebiliriz
Türkiye kuruluşundan beri demokratikleşme sözünü vermektedir. Demokrasi, hukukun üstünlüğünün evrenselci ilkeleriyle uyumlu değerlere uygun olarak kolektif karar alma sürecidir. Antik Yunanistan’ın küçük kentlerdeki demokrasi deneyiminden bu yana, bu ortak karar alma süreci giderek daha geniş kesimleri; kadınları, azınlıkları, yabancıları, çocukları ve gençleri de kapsar hale gelmiştir. Türkiye’nin tüm bu hususlarda bazı temel eksiklikleri bulunmaktadır. Ancak bu eksikliklere ilişkin rasyonel bir söylemin en önemli ön koşulu, iş dünyası, bilim, sanat, medya, hukuk ve hepsinden önemlisi sivil toplum gibi çeşitli aktörler tarafından yeniden canlandırılabilecek çevik bir kamusal alanın oluşturulmasıdır. Teorik olarak, antik çağlardan beri bunun nasıl yapılacağına dair iyi öneriler bulunmaktadır. Demokrasi, yani karar alıcıların eylemlerinden etkilenenlerin karar alma sürecine katılımı bu önerilerden biridir.
Ben bu çalışmamda Habermas’ın “demokrasinin üç temel modeli” makalesini ele aldım. Habermas devlet gücü ve paranın yanı sıra toplumsal bütünleşmenin üçüncü bir unsuru olarak gördüğü dayanışmanın neden ve nasıl demokrasinin belirleyici konusu olabileceği ve olması gerektiğini tartışır. Cumhuriyetçi görüş toplumu bir bütün olarak cemaatçi dayanışmaya dayandırırken, liberal demokrasi teorisi etik dayanışmayı bir birlikteliğin ön koşul olması gerektiği fikrinden vazgeçerek vatandaşlardan çıkar odaklı eylemlerde bulunmalarını ve bu temelde birbiriyle uzlaşmalarını ister. Habermas bunların yerine müzakereci demokrasiyi önerir. Habermas bununla da hem cumhuriyetçilerin savunduğu toplumsal ritüelleriyle kültürel olarak kurulmuş bir arka plan mutabakatından hareket eden anlayıştan hem de liberallerin tercih ettiği sihirli, bu anlamda rasyonel olmayan bir piyasa alışverişinden kaçınan, ancak dayanışmacı değerleri iletişimsel eylem merceğinden tasarlayan ve stratejik eylemleri dışlamayan bir denge hedefler.
Bu doğrultuda, eğer para, güç ve dayanışma siyasi olarak örgütlenmiş bir toplumun iletişim koşulları olarak görülmesi gerekiyorsa, o halde sorulması gereken soru bu iletişim koşullarının çoğulculuk prensibi etrafında örgütlenmiş toplumlarda nasıl toplumsal barışa yol açabileceğidir. Habermas bu sorunun cevabını söylem teorisinden geliştirilmiş müzakereci demokraside bulur. Bunun için ise demokratik prosedür ile toplumda sürdürülen adalet söylemleri arasında içsel bir bağlantı kurar. Bu bağa iletişim koşulları denilebilir. Bunların belirleyici özelliği bireylerden, kanaat önderlerinden, filozoflardan, anayasalardan, evrensel insan hakları bildirgesinden, belirli bir topluluğun somut ahlakından bezenip, iletişim odaklı eylemin geçerlilik temelinde tekrardan elenmiş, nihayetinde dilsel iletişimin yapısından ödünç alınan söylem kurallarına ve tartışma biçimlerine bürünmüş olmalarında yatar.
Bu önerinin yerine tabii ki devlet ve/veya piyasa ekonomisinin çözüm önerilerine karşılık gelen çıkar temelli uzlaşmayı benimsemek de mümkün. Bu tip bir uzlaşma, aktörlerin çıkarları ortak olduğu sürece sürer. Aktörler veya çıkarlar konstellasyonundaki her değişiklik, yapılan sözleşmenin tekrardan masaya yatırılması anlamına gelir. Bu ise kaygan zeminde dans edemeyen aktörlerin kaybetme olasılığını artırır. İktidarda olmayan ya da iktidardan uzak her grubun uzlaşma temelli bir sözleşmede kaybetme ihtimali yüksektir. Liberal görüşün katılımı değil de temsili önemsemesi bu tehlikeyi daha da artırıyor.
Bununla birlikte bu tehlike anlaşma ve katılım bazlı cumhuriyetçi anlayışta da var. Siyasetin, devlet öncesi özgürlükleri koruması beklentisi ve bunun da toplumun kendi kaderini tahin etme pratiğine dönüşmesi, sadece “bizi” değil, ama “öteki” yi de yaratma potansiyeline sahip. Daha da ileri gidersek; burada siyasetin vatandaşlar arasında ki dayanışmayı sağlama beklentisi, vatandaşların sosyalleşmesinde edindikleri etik kavrayışla siyaseti yaşamdaki erdemli kavranışın bir yansıması olarak görmesi ve de meşruiyetini bu niyetlerin kamusal iletişiminden alması, kendisiyle “öteki” olarak gördüğü aktörler arasına zaten yürünmesi zor olan köprüleri de yakma ihtimalini artırır. Bu beklenti etnik çatışmaların kültürel çoğulculuğun yaşandığı dönemde özellikle alevlenmesinin de en belirleyici nedenlerinden biridir. Hâkim siyaset meşruiyetini çoğunluk fikri etrafında örgütlenmiş topluluğun ortak iyisini aramasında gördüğü sürece, uzlaşma bu grubun dışında kalanları dışlar ve olası iletişimin önüne de ideolojik bir engel olarak çıkar.
Buna karşın, adalet soruları belirli bir kolektifin etik anlayışının ilerisine gider. Burada sağlanacak anlaşma sadece yasal değil ama aynı zamanda evrensel geçerlilik iddiasında bulunan ahlaki ve hukuki temel prensiplerle uyumlu olmak zorunda. “Müzakereci siyaset kavramı, ancak ortak iradenin sadece etik öz-anlayış yoluyla değil, aynı zamanda çıkarların dengelenmesi ve uzlaşma yoluyla, araçların rasyonel seçimi, ahlaki gerekçelendirme ve yasal tutarlılık yoluyla oluşturulduğu iletişim biçimlerinin çeşitliliğini dikkate aldığımızda ampirik bir referans kazanır.” (284)
Bu referans bugünlerde hem iç politika ve hem de uluslararası siyasete riayet etmekte. Türkiye’nin kuruluşundan bugüne sürdürdüğü demokratikleşme çabası yeni bir döneme girmiş gibi. Bu sürecin temel kimi birlikteliklerini anlamanın bir yolu sürecin aktörlerinin demokrasi anlayışlarına bakmaktan geçer.
Kaynakça
Habermas, J. (1996). Die Einbeziehung des Anderen. Studien zur politischen Theorie. Suhrkamp.