Çevrimiçi Eğitim: Yüzyüze Kalakaldığımız Bir Ders

Ben kara tahta çocuğuyum. Lafın gelişi değil, bildiğiniz kapkara tahta ve tebeşir çocuğu.  Boardmarker’lı beyaz tahtalarla ancak üniversitede tanıştım.  Benim zamanımın en uçarı, en “teknoloji dostu”, en genç kuşak hocaları “tepegöz” kullananlardı. Dersin bir yerinde ışıklar kapatılıp da tepegözün düğmesine basılınca temaşa başlar; daha önce hazırlanmış olan aydınger sayfalarını hoca sıra ile tepegözün üzerine koyar, oradan yansıyan ışık ile aydınger sayfası tüm tahtaya yansıtılmış olurdu. Manuel “powerpoint” diyelim biz şu tepegöze. Zaten  ’90 ortaları gibi bilgisayarlar da yaygınlaşmaya başlayınca, ismi bile garip tepegözün yerini powerpoint sunuları almaya başladı. 

Evet “tepegöz”ün ismi bile korkunç, çünkü benim kuşağımın çocukları için  tepegöz bir projeksiyon cihazı değil, Dede Korkut’un Tepegöz’üydü. Bir göç esnasında Konur Koca Sarı Çoban, pınar başında peri kızlarından birini yakalar ve ilişkiye girer. Peri kızı emanetini bırakıp gider. Sarı çoban, peri kızının bıraktığı, tekmeledikçe büyüyen yığınaktan korkup kaçar. Bayındır Han ve diğer Oğuz beyleri de yığınağı görürler, onlar da tekmeler ve tekmeledikçe büyüyen yığınağa Aruz Koca mahmuzuyla dokunur. İçinden tepesinde tek gözü olan bir oğlan çocuğu çıkar: İşte benim kuşağımın Tepegöz’ü.

Bizim gayri meşru Tepegöz, birlikte oynadığı çocukların kulaklarını, burunlarını yiyen bir heyulaydı. Aruz Koca onu döver, azarlar ama nafile. Allah’tan Basat onu öldürmeye çalışır ve nihayet beşinci denemesinde  Tepegöz’ü kendi kılıcıyla öldürür de umum Oğuz’u bu beladan kurtarır.

İşte Basat’ın Tepegöz’ü öldürmesinden binlerce yıl sonra,  ’90’ların ortalarına doğru, powerpoint de tepegözü öldürdü de kurtulduk o garabetten.

Powerpoint hâlâ popüler. Ama  üniversite hocalarının kahir ekserisinin can simidi olduğu dönemler binyılın son çeyreği, benim asistanlık zamanlarımdı. Hele hele  “İngilizce” eğitim yapılan bölümlerde tedrisat, bir şekilde hazırlanan (asistanlara hazırlattırılan) İngilizce powerpoint sunularının hoca tarafından fasılasız okunması şeklinde icra edilir olmuştu. Sadece onlar mı? powerpoint’ın yüzyıllar önce (!) tükenmez kalemle saman kağıda yazdığı ders notlarını asistanlarına sunu haline getirten hocaların koltuk değneği olduklarını da unutmayalım. Hakkını yemeyelim, powerpoint sunularını etkili bir ders materyali olarak kullananlar yok muydu? Elbetteki vardı?

2000’lerin ilk çeyreği ile birlikte smartborad’larla tanıştık. Hem boradmarker ile normal yazı tahtası olarak kullanılabilen (hatta boardmarker ile tahtaya yazdığın notları bir tuşa basıp da kayıtlı herkese mail olarak attığı bile rivayet edilen) hem de bilgisayar ekranını vb. yansıtabilen tahtalar.  Bir nevi hem kara tahta, hem bilgisayar ekranı, hem powerpoint sunusu hem tepegöz ama onlardan da fazlası.

Uzaktan eğitim ile elbetteki 2020 yılında tanışmadık. Hiç değilse son 5-6 yıldır, bazı yüksek lisans tez jürilerini, doktora tez izleme komitelerini ve/ya jürilerini video konferans sistemi ile yaptığımız olurdu. Yıllardır devam etmekte olan Açık öğretim derslerini de bu kapsamda değerlendiremez miyiz? Ancak yazının başından beri anlattıklarımın hiçbiri Türkiye’nin (ve dünyanın) Mart 2020 tarihinden bu yana yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı dönüşümü anlatabilmek için yeterli değil. Bu tarihten itibaren tüm ülke eve tıkandı ve “el yordamıyla”  uzaktan/çevrimiçi/online eğitimi keşfetmeye koyuldu. Konu eğitim ise eğer hâlâ da evden çıkabilmiş değiliz.  İlk/orta ve liseler, 2020’nin güz döneminde de yine uzaktan eğitim ile açılacak; üniversitelerin bir kısmı  ise hem altyapılarını hem de ilgili yönetmeliklerini tadil edip, lisanstan doktoraya eğitimlerini  çevrimiçine entegre etme peşinde. “Az zamanda çok ve büyük işler” yapmadık desek haksızlık olur.

Şurası tartışmasız bir gerçek ki,  uzaktan eğitim artık  eğitim sistemimizin içine geri dönüşsüz bir şekilde girdi. İlkokuldan liseye olası riskler, imkanlar… (SWOT analizi dedikleri) nedir bilemeyeceğim ama bu yazıda üniversite eğitimini biraz daha odağa alarak gözlem, deneyim ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum sizlerle.

En önemli riskimiz devletin bu konuda bir  stratejik planının olmaması.  İnternete erişim imkanının tabana yayılması, internete kesintisiz erişimin elektrik ve su gibi temel ihtiyaçlar arasında sayılması, internetin bir temel eğitim gereksinimi olarak tanımlanması ve  buna yönelik stratejik bir plan geliştirilmesi en genel ve kapsamlı ihtiyacımız. Bu olmadığı sürece söylenecek her söz boştur; boştur çünkü internet erişimi olmayan gence  çevrimiçi eğitim vermek üzerine konuşmak abesle iştigaldir. BBC’nin (20.07.2020) haberine göre We Are Social ve Hootsuite‘in raporundaki ocak ayı verilerine göre, Türkiye’de 62,7 milyon internet kullanıcısı var. Bu sayı, 2019’un aynı dönemine göre yüzde 4 daha fazla. Aynı habere göre “Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2019 verilerine göre ise, Türkiye’de nüfusun yüzde, 75,3’ü internet kullanıyor. Erkekler arasında bu oran yüzde 81,8’i, kadınlar arasında ise bu oran yüzde 68,9’u buluyor. Son 10 yıldaki veriler incelendiğinde, internet kullanım oranının yıldan yıla arttığı görülüyor… Türkiye 16-64 yaş arası grubun sosyal medyada geçirdiği süre açısından 46 ülke arasında 15’inci sırada yer alıyor… Raporun pazar araştırma şirketi Global Web Index’e dayandırdığı verilerine göre, Türkiye’de 16-64 yaş arasındaki kullanıcıların yüzde 93’ü internette video izliyor, yüzde 72’si müzik dinliyor, yüzde 45’i vlog izliyor, yüzde 43’ü radyo, yüzde 30’u ise podcast dinliyor.”

Rakamlar da bize gösteriyor ki internete erişim konusunda hem sınıfsal hem de cinsel eşitsizlikler var ve interneti boşa zaman geçirme, eğlenme aracı olarak görmenin dışında bir “hak”, “eğitim hakkının mütemmim cüzü” olarak  ele almanın çok gerisindeyiz.  Bu sorunların hiçbiri, ne yazık ki,  ne  Milli Eğitim Bakanlığı’nın ne de Yüksek Öğrenim Kurumu vb.’nin öncelikleri arasında yer alıyor. İlkokuldan üniversiteye bu konudaki karar alıcıların tek derdi eğitimin  özelleştirilmesi, piyasaya açılması.  Böyle bir bakış açısının “internet hakkı” diye bir kavramı öncelikleri arasına koymasını beklemek  ancak naiflik olur ama ne yaparsın, umut fakirin ekmeği işte!

Benzer sorunlar internet hakkının kuvveden fiile geçebileceği teknolojik aletlere erişim konusunda da geçerli. Malum, internete erişim hakkı ancak üniversite öğrencisinin  o hakkını kullanabileceği teknolojik alete erişimi mümkünse anlamlı olabilecektir.  Yakın zamanda ilkokuldan başlayarak öğrencilere tablet bilgisayarlar dağıtılmasına karar verilmişti ama bu konuda da bir ilerleme sağlanamadı. Üniversite öğrencileri için böyle bir konu düşünülmedi bile.

Uzaktan eğitim konusunda devletin kapsamlı bir planının olmaması yanında hocası ve öğrencisi ile birlikte Anadolu insanının  uzaktan eğitimle ilgili kültürel sorunları olduğunu gözlemlediğimi de söyleyebilirim. Geçen dönem yaşadığımız uzaktan eğitim deneyimi,  artık yetişkin saydığımız  (+18) lisans öğrencilerinden, doktora tez öğrencilerine hatta öğretim görevlilerine kadar, çoğumuzun evde çalışmaya alışkın olmadığımızı da gösterdi.  Öz disiplin yaygın olarak Anadolu insanının bir problemi gibi.

İnternet erişimi vb. ile ilgili teknik sorunlarında dayatmasıyla zamanında başlayamayan dersler;  teknolojik ve sosyal anlamda “bağlanma”, “takip etme” ve “kopma” sorunları, dersi takip edememe, yarım saat en fazla bir saatte sona erdirilen dersler, laçkalaşmış sınavlar, kes-yapıştıra dönen ödevler… çoğumuzun tecrübeleri arasında yer alıyor. Geleneksel “kaytarma” kültürümüzün çevrimiçi ile birlikte kendine yeni mecralar yarattığını mutlaka unutmamalıyız.

Google Scholar ya da Google Books gibi, araştırmacıların kaynaklara çok rahat erişebilecekleri uygulamalar Türkiye’de yaygın ama “Türkçe”de değil.  Aynı şey e-book teknolojisi ve uygulamaları için de geçerli. Bu mecrada da bulabileceğiniz kaynakların çoğu Batı dillerinde.  Elbette bir üniversite öğrencisi  anadili haricinde  hiç değilse bir dilde okuyabilmeli, o dilde derdini anlatabilmeli ve yazabilmelidir. Ama kendi anadilindeki kaynaklara erişim imkanı olmadan ve yabancı dilde sürdürülen bir üniversite eğitimi “çıgınlığı”nın da ancak Türkiye üniversitelerine has bir zevzeklik olduğunu not etmemiz gerekiyor.

Bu konuda aklıma gelen bir başka sorun da bir “uzaktan eğitim mekanı” olarak ev, hane sorunu. Kaç öğrencinin, kaç öğretim görevlisinin uzaktan eğitim  alabileceği ve verebileceği; bunu yaparken diğer aile bireylerini de rahatsız etmeyeceği bir ev ortamı var Türkiye’de? Kaç ev kaloriferle ısınmakta, kaç öğrencinin kendine ait bağımsız odası var? Soru ve sorunları uzatmak mümkün.

Bir eğitim planlamacısı değilim; pedagoji eğitimim bile yok. Bu yazı boyunca anlattıklarımın, geçtiğimiz mart ayından bu yana uzaktan eğitim havuzuna itilerek yüzmeyi öğrenmek zorunda bırakılmış bir öğretim görevlisinin deneyimleri ve gözlemleri olarak okunmasını temenni ederim.

Uzaktan eğitim, beğensek de beğenmesek de, eleştirsek de savunsak da, artık eğitim sistemimizin ve dolayısıyla hayatımızın bir parçası. Hiç değilse bu konudaki sorunlarımızı tartışmalı, imkanları konuşmalı, yeni fırsatlar yaratabilmeliyiz.

Keyifli Pazarlar

Mete Kaan KAYNAR