Cemaatten millete milletten tarikata

Benedict Anderson, akademi dünyasında fazla kıymetli bir yere sahip olan meşhur eseri “Hayali Cemaatler” kitabında; “Ulus hayal edilmiş bir cemaattir” der.1 Gerçekten de ulus, cemaat ilişkilerinin bir benzerini payanda yaparak inşa edilir. Cemaat içindeki erk-tebaa ilişkisine benzer bir ilişki ağını burada da görmek mümkündür. Daha da fazlası, ulus da tıpkı cemaat gibi, sanal bir varsayım ve güçlü bir edebi kurgunun tesirinde kalarak bir araya gelmiş insanlardan oluşur.

Ancak benzer bir kurguya ve içeriğe sahip olsalar da cemaat ve ulus farklı dünyaların fenomenleridir. Onların benzerlikleri, tarihsel bağlamdaki karşıtlıklarının yanında pek bir anlam ifade etmez. Zira -modern anlamda- ulusun varoluşu, ancak cemaat ilişkilerinin ortadan kaldırılması önkoşuluyla mümkündür. Bu aşamada devreye resmi tarih yazımı girer ve milliyetçi kurgu işbaşı yapar.

Günümüz devlet modeline içkin bir mefhum ve kurum olarak egemen tarih yazımı, milliyetçi muhtevaya sahip bir tarih kurgusudur. Bu kurgu da tıpkı cemaat kurgusunda olduğu gibi geçmişin tanıklığına dayanan, kahramanlık hikâyeleri ve hayali olaylarla bezenmiş bir anlatıyı ifade eder. Bu yüzden bir “bilim” olarak “tarih”, her zaman için elastiki ve yazanın istediği gibi yön verebildiği bir muhtevadadır. Örneğin Alpkaya; “Tarihi önemli kılan özelliği, bugünü meşrulaştırabilmek için istenildiği gibi şekil verilebilmesidir”2 diyerek bu duruma vurgu yapar.

Tarihsel bağlamda ulus, cemaatten sonraki bir aşamayı ifade eder. Ancak yine de milliyetçilik de cemaatlerin temsil ettiği anlam içeriğine benzer bir içerikle gericileşir. Zira milliyetçilik de insanların manevi boşluklarını doyurmak için dinin temsil ettiği ve kullandığı mit ve metafizik aynaları kullanır.

“Milliyetçiliğin özgürleştirici işlevinin yarı yolda kalmasının bir başka nedeni, bu ideolojinin dini dünya görüşünün yerini almasıyla ilintilidir. Milliyetçilik, güçlü bir laisist damar taşıdığı örneklerde bile, yerini aldığı dini ideolojinin karşılamış olduğu manevi ihtiyaçları ikame etmenin icabı olarak, alternatif bir kutsallık referansı oluşturma göreviyle yüz yüze olmuştur.”3

Bu kutsallık kapitalist aşama henüz baş göstermeden önce dini karakterdeydi. Toplumsal hayat, egemen üretim ilişkilerince; din-inanç paradigması üzerine kuruluydu. Açık ki, dönemin devinimlerinin tamamı din kabında kalıba dökülmüş ve şekillenmişti. Bu kab ise kaçınılmaz olarak cemaat ve tarikat ilişkilerini doğuruyordu. Örneğin feodal ilişki ağının baskın olduğu toplumlarda bugün bile; sosyal, kültürel, politik ve benzeri ilişkilerin tamamı din platformu üzerinden yeşeriyor ve tarikat ve cemaatler toplumsal hayat üzerinde baskın bir rol oynuyor.

Kapitalizm öncesi dünyanın çocuğu olan cemaatler-tarikatlar, dini ilişkiler ağının kendini beslediği ve yeniden ve yeniden ürettiği alanlardır aynı zamanda. Yoğun dini atmosfer içindeki tüm coğrafyalarda cemaatlerin misyonlarından biri de dini atmosferi ve dini oligarşiyi yaşatmaktır. Özellikle İslam coğrafyasında bu durum daha baskın bir karaktere bürünür.

Dini, toplumsal ve siyasal hayatın temel bir mottosu olmaktan çıkaran Aydınlanma ile birlikte ise cemaatler de, nüfuzunu kaybeder. Seküler ve laik damarın genişlediği alanlarda cemaat ilişkileri hızla çözülür ve zamanla yok olur. Bu başarıyı gösterememiş toplumlar ve coğrafyalarda ise cemaat ilişkileri devam eder.

Özellikle Türkiye gibi “seküler devrimi” yarıda kalmış ülkelerde ise cemaat ve tarikatlar, üzerinde küçük bir kıvılvcımın çakmasını bekleyen ağustos bozkırı gibidir. Bu gibi toplumlarda, cemaat ve tarikatların, fırsat buldukları her koşulda, yeniden görünür olmaları ve toplum üzerinde belirleyici bir nüfuza sahip olmaları an meselesidir.

Türkiye’de, siyasal İslam’ın iktidarda olduğu uzun yıllar boyunca, cemaat ve tarikatların özgürlük alanları genişlemiş ve toplum üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmaları sağlanmıştır. Bu etki kaçınılmaz olarak yıkıcıdır. Ancak iktidarın yoğun bir şekilde propaganda ettiği sanal pembe atmosfer içinde bu yıkıcılık, halk arasında görünmez konumdadır. İktidar, toplumu kendi istediği zeminde tutabilmek için cemaat ve tarikatlarla yeniden üretiyor ve hem de kendini cemaatlere ve tarikatlara bağlı olarak şekil alan bu yeni koşullara göre yeniden üretiyor.

Her iktidar modeli, üretim biçiminin değişiklikler göstermesine bağlı olarak, kendisini, değişen iktisadi ve sosyal koşullara göre yeniden üretir. Değişen iktisadi ve sosyal ilişkilerin kaçınılmaz sonucu olarak devletin kendini yeniden üretimi, yenilenen egemen sınıfın ideolojik, iktisadi ve sosyal çıkarlarına uygun bir biçimde gerçekleşir. Türkiye’de özellikle son 20 yılda gelişen yeni muhafazakâr sermaye grubu, bu değişimin tipik bir gösterenidir. Bu sermaye grubu aynı zamanda yeni Türkiye’nin, tarikatlar elinde şekillenen, tebaa nitelikli olmasına alkış çalıyor. Bunun için çok güçlü bir ideolojik bombardıman gerçekleştiriyor.

Bu dayatmayı sadece cemaat ve tarikatlar marifetiyle yapmıyor. Aynı zamanda bunu sanat, edebiyat, müzik, sinema, parlamento, kitap, dergi, okul-eğitim, televizyon-dizi film, magazin, futbol, tüketim ürünleri, kılık-kıyafet, reklam, akademi vb. gibi alan ve vasıtalar yoluyla; dört bir yandan, öyle güçlü bir kuşatmayla gerçekleştiriyor ki, mevcut iktisadi ve sosyal ilişkiler ağı içerisinde yaşayan bir bireyin bu dayatmadan sıyrılabilmesi alabildiğine zorlaşıyor.

Böyle bir dayatma altındaki koşullarda; doğan, yaşayan, büyüyen bir özne olarak herhangi bir şahsın, toplumsal varoluş gerçekliğini (güçlü bir öznel çaba olmaksızın) algılayabilmesi çok zor.

İşte bu zorluk altında, cemaatten milliyete, oradan geri düşerek tarikata evrilen bir toplumsal formasyon yaratıldı.

6 Eylül 2020, BirGün Pazar


1 Benedicy Anderson, Hayali Cemaatler – Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, sayfa: 20. Metis Yayınları 1995.

2 Faruk Alpkaya, Kavram Sözlüğü, sayfa 502.

Tanıl Bora, Kavram Sözlüğü sayfa 386.