Kafka’nın, Dava ve Şato’yu andıran, çok bilinmeyen ama etkileyici bir öyküsü vardır, bilir misiniz? Öykü kahramanı CC’ye, hoca olarak çalıştığı okulun personel işlerinden ama kişiye özel ve o anda kurumu “kaymakam” payesiyle yönetmekte olan kişiden bir mektup gelir. Mektupta, CC’ye bundan tam 14 yıl önce bugün çalışmaya başladığı okulda sözleşmesinin hiç yenilenmediği ve bu yıllar yıllar yıllar var ki yenilenmeyen sözleşmenin dolduğu an olan düne kadar CC’den herhangi bir yenileme talebi gelmediği, ama zaten kanunun (her Kafka kurmacasında olduğu gibi “kanun, kanun, kanunnnn” diye yankılanır bu sözcük, çekiç gibi… İlk hecede kaaaa diye kalkan çekiç, nunnnnn diye ikinci hecede kafamıza iniverir) CC’den talep ettiği iş yükünün sadece yarısını yerine getirdiğinin de anlaşıldığı ve ayrıca “öte yandan” (metinden alıntıladığım için çift tırnak içine aldım bu kısmı), zaten CC’nin kişileri aşağılama ve küçük düşürme amaçlı ve kişilik haklarına saldırı niteliği taşır biçimde sağda solda amirleri ve okulun yöneticileri olan (kaymakam ve yardımcıları kastedilmektedir burada) kişilere hakaret etmesi nedeniyle şans eseri bir hafta kadar da önce hakkında bir disiplin soruşturması açıldığı için görevine son verilmiştir.
Tabii, aslında şaka yaptığımı anlamış olmalısınız. Kafka’nın böyle bir öyküsü yok. Kafkaesk esintiler taşıyan bu öykü aslında Borges’e ait. Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde yer alan bu öyküde Borges, Kafka’da görülebilecek absürtlükleri, beyinden duman çıkartacak bir neden-sonuç (“neden-lan-sonuç-neymiş-?”) ile geliştirerek bürokratik akıldışı ve kötülüğün nadir bir biçimini gözümüzün önünde canlandırmaya çalışır.
Kurmaca, hayat kadar şaşırtıcı olabilir mi, “öte yandan”? Bizim durumumuzda olamıyor. Kafka ve Borges’i hain emellerime alet ettiğim için izninizle şu noktada kendimi aşağılıyor ve küçük düşürüyorum! Kişilik haklarıma saldırmayı hak ettim ben. Hakaret ediyorum kendime. Çünkü burada anlattığım şeyler kurmaca değil, gerçek. Hepsi 15 gün kadar önce oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar biriminde kadrolu olan ama Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde 2007’den beri özellikle belgesel sinema alanında dersler veren, okulun “sinema” sertifika programının belkemiği olan Can Candan’a 16 Temmuz’da personel işlerinden, rektör vekili M. Naci İnci imzasıyla yukarıda anlattığım gibi bir mektup geldi. Can Candan Boğaziçi’nde bir öğretim görevlisi. Sinema alanında, Amerika’da aldığı doktoraya karşılık gelen bir diploması olduğu halde, bu Türkiye’de böyle kabul edilmediği için öğretim üyesi kadrosuna alınamamış. Öte yandan (çift tırnağından kurtarıyorum bunu artık), Duvarlar, Üç Saat ve Benim Çocuğum belgesel filmleriyle Türkiye ve dünyada tanınan, kıymetli bir yönetmen Candan. Türkiye’de belgesel sinemanın gelişimi için hem uygulamaya dönük hem de akademik amaçlı durmaksızın çalışan bir emekçi. Derlediği kitaplar var, okul dışında yaptığı konuşmalar ve yönettiği atölyeler var. Belgesel sinemanın Türkiye’de hem üretim hem de akademik yönden en önde gelen isimlerinden. Doğal olarak Boğaziçi Üniversitesi önemsemiş onu. YÖK’ün deli saçması sınırlarını aşamadığı için, Candan’ın razı gelmesiyle ona böyle bir kadro açmış üniversitede 14 yıl önce o dönemin akıllı ve akademinin gelişimine önem veren yöneticileri. Candan’ın buna nasıl dolu dolu karşılık verdiğini Boğaziçi’ndeki herkes yıllardır biliyor. Rektör vekili fizikçi M. Naci İnci de gayet iyi biliyor. Çünkü Can Candan, o 14 yıl içinde fakültesinin ve okulun görüntülü tarih ve belgeleme çalışmalarına tam zamanlı olarak destek vermiş, “Höyt, 12 saati doldurdum, hayatta 7,5 saatimi daha ayıramam Fen-Edebiyat Fakültesi’nin geçmişiyle ilgili o belgesele!” dememiş. Üstüne pek çok öğrenci projesine, teze, çalışmaya emek vermiş.
Can Candan’ın kadrosu, üniversiteye verdiği emek ve daha pek çok konuda Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nün temel direklerinden ve üniversitenin en ilham verici emekçilerinden Cevza Sevgen’in bianet’te çok derli toplu, temiz ve net bir yazısı var. Ben onun kadar iyi anlatamam. Ben size kendi Can Candan’ımı anlatayım, daha yerinde olur. Ben 19. yüzyıldan bugüne gelen edebiyatın kurmaca ve özellikle roman ayağını, yine özellikle edebiyat ve tarih etkileşimi üzerinden çalışan bir araştırmacıyım. Can Candan’ın dostum olması ve ofislerimizin aynı binada olması dışında, varlığı benim için elzemdir. Her üniversite hocası gibi, ben de öğretmenlik deneyimimi araştırma üzerinden kurmaya çalışırım. On yıldan fazla bir süredir verdiğim dersler bile, sürekli değişir. Yeni romanlar veya araştırma çalışmaları eklenir, bazıları çıkar. Bu süreçte kafamı en çok kurcalayan konulardan biri gerçek hayatın nasıl edebiyata aktarıldığıdır. Bu anlamda en fantastik romanın bile gerçekmiş gibi yaparken, edebiyat dışı, gerçek hayatlardan kaynaklanan hatırat ya da özyaşamöykülerinde bile edebiyata yaklaşan, gerçekten yaşanmış şeyleri edebiyata benzer teknik ve yapıyla aktaran dilsel bir ortaklığın varlığını bilirim. Bu bilgi, görsel bir öyküleme mecrası olan sinema ve dolayısıyla belgesel sinema üzerinden beni sürekli kendine çeker. Edebiyat ve disiplinler arasılık üzerine bir dersim var mesela. Orada kurmaca, kurmaca dışı, sinema ve belgesel sinema etkileşimlerinden bahsediyorum. Bu bahsedişlerde Can Candan’la sohbetlerimizin büyük desteği oluyor. Derste öğrencilerimin açtığı zorlayıcı bir konuyu tartışmakta çok sıkışırsam, sınıftan 50 metre ötede Can’ın ofisinde olduğunu, genellikle yine bir Boğaziçi hocası olan Özcan Vardar’la yeni belgeseli Nükleer Alaturka üzerine çalışmakta olduklarını biliyorum. Çok sıkışırsam koşarak oraya gidebilir ve öğrencilerimizin beyin zonklatan sorularına cevap verebilmek için Can’dan destek alabileceğimi ya da desteği nerede bulabileceğim konusunda bana yol göstereceğini bilirim.
Üniversite böyle bir yerdir. Üniversite bir hayaldir. Ömrümüz ofisle sınıf arasında, planladığımız makale ve kitap projelerine başlamaya veya bunları bitirmeye bir türlü vakit bulamazken geçer gider. Ancak okuldaki her hocanın potansiyel bir destekçi ya da muhtemel bir projede ortak olabileceğini biliriz. Bu bir güvencedir. Bizim gerçekleştirmeyi başaramadığımız hayalleri öğrencilerimizin veya hiç tanımadığımız halde kurumun hepimizin canına okuyan atama ve yükseltme ölçütlerini karşılayarak aramıza katılan genç meslektaşlarımızın tamamlayacağını, böyle bir ihtimalin varlığını biliriz. Bu bilinçle, en son lisans yıllarımızda çimenlerinde yayıldığımız ya da manzarasında bir gün hocalarımızın arasına katılmayı düşleyerek sohbet ettiğimiz, sadece sevgililerimize değil her taşına, yaprağına, kedi ve köpeğine âşık olduğumuz kampüste, gençliğimizi hatırlayarak ama bir sonraki derse ya da doktora öğrencimizle görüşmeye yetişmek için koşturarak yemeğe gidip gelir ve o arada şaşkınlıkla “ama Boğaz bugün turkuaz!” deriz.
Bütün bunları bir buçuk yıldır pandemi yüzünden yapamazken, şimdi bir de “Dikkat! Burası emir-komuta zincirinin işlediği, amir-memur ahlakına öncelik veren, ‘artık bilim’ yapılacak, sağa sola ve her türlü muktedire yaranılmaya çalışılacak, intihalci olsan bile ‘inovasyon ekosistemi’ laflarıyla idari hiyerarşide yükseleceğin bir karargâh, karanlığın içinden gelen teröre dayalı bir sömürge” deniyor. İşte bir akademisyen ve liyakat sahibi bir Boğaziçi hocasıyken rektör vekili, üzerine üç beş bir şeylerin daha mükerrer oy kullanıcısı olmaya tevessül eden, eline tutuşturulan politik metinleri ilkokul dört öğrencilerinin müsamereye en uzağının sesi ve tavrıyla okuyan biri bu hırsla, son derece şedit olarak geliyor ve “Git! Defol!” diyor Can’a. “Cezalısın!”
Askerde görünürde pek eğlendiğim ama aslında beni dehşete salan bir şey vardı. Alayda mesela yolun bir kısmı cezalıydı, bir astsubay orada trafik kazası yapmış. Su kulelerinden biri cezalıydı, bir er oradan atlayıp intihar etmiş. Şimdi Can Candan cezalı. 7 aydır meşru ve yasal haklarını kullanarak kurumlarına son derece uygunsuz biçimde atanan rektörü kabul etmeyen ve “özgür-özerk, demokratik, şeffaf ve hesap verebilir kamu araştırma üniversitesi” ilkelerinden vazgeçmeyen öğretim elemanlarını rektörlüğe sırtlarını dönerek protesto ederken görüntülediği için cezalı. Üniversite amirine bundan büyük hakaret, bundan büyük saldırı olabilir mi? “O fotoğraf makinesini onun için mi icat ettiler Can Bey? Rektörlüğün hemen hemen hepiciği erkek üyelerini ve yine çoğunlukla öyle olan ziyaretçilerini bir inci sırası gibi dizen o muhteşem fotoğrafları görmediniz mi? Bunları da çekseydiniz ya! Siz neden ülkenizi ve büyüklerinizi, sıra sıra amirlerinizi sevmiyorsunuz? Vallahi, o işten değil birkaç işten atılmayı hak ediyorsunuz! Şimdilik sadece bu işten atıyoruz sizi. Tabii KHK’lı hocaları, onları nasıl yok hükmüne şey ettirdiğimizi filan da bilirsiniz. Biz insanı işten değil, icabında kündeden, yani hayattan bile atarız. Hayat bizim turşumuz, içine istediğimiz malzemeyi koyar, istemediğimizi çıkarırız.”
Bir siyaset büyüğümüzün sorusunu alıntılayayım: “Böyle bir şey olabilir mi?” Olabilemez. Burada acımı içime atarak dalgasını geçtiğim tavrın sadece üniversitenin değil, aslında tüm toplumun, toplumsallığın tahribi olduğunu biliyorum. Üniversitedeki rektör kaymakamı amir “Atarım Candan’ı, hepsi sıraya dizilir, işimize bakarız, uzay bilimini şettiren girişimci üniversite oluveririz” diyor. Oysa biz yarı zamanlı hocamız Feyzi Erçin ve tam zamanlı meslektaşımız Can Candan Boğaziçi’nden atıldıklarında oranın artık Boğaziçi olmadığını biliyoruz. Razı olduğumuzda işin nereye geldiğini öğrendik biz. 2017’de Noemi Levy’i Barış için Akademisyenler imza metni meselesi üzerinden YÖK Başkanı attı, yabancı uyruklu hocaların sözleşmesi orada olduğu için. O zaman eksildik. Şimdi yapılana izin vermeyeceğiz. Can Candan’ı atıyorsanız, yüzlerce Boğaziçi akademisyenini işten atmaya girişeceksiniz. Cezalandıracağınız masalar, iskemleler, su depoları filan da buluruz size. Ancak ya bu üniversiteden Hülâgû ordularını geçireceksiniz ya da Can Candan’ı göreve iade edeceksiniz. Umarım bunu yaparken, şu saçma amir mamir rüyalarınızdan da uyanırsınız. Üniversitenin nasıl bir yer olduğunu anlattık size. Raporu var. Bir sürü yayın var. Bin yıllık bir tarih… İktidar rüyalarınız elinize sadece cezalı alay su deposu gibi çürüyen yapılar bırakır. Yaşayan ve bilgiyi üreten üniversite ise herkesin yararınadır. Öyle bir üniversite Can Candan olmadan olmaz. Biz bunu biliyoruz. Usanmadan anlatacağız. Anlayacaksınız.
İyisi mi, gelin, hayatı anlamlandıran varoluşçu bir Camus öyküsü olarak bitirelim bu meseleyi ve yazıyı. Polis ya da jandarma olmadığınız halde bir suçluyu size teslim ediyor ve onu büyükşehirdeki adliyeye götürmekle yükümlü olduğunuzu söylüyorlar. Suçlunun öldürdüğü adamın kardeşleri peşinizde. Başkaları da var. Kolaylıkla bunlardan bir gruba bu adamı verir, dönüp rahatınıza bakarsınız. Üstelik suçlu, muhtemel bir kan davasını önlemek için adliyeye teslim olmayı ve idam edilmeyi istiyor. Beklenmeyeni yapıyorsunuz: Onu tüm saldırganlardan koruyup, kendine yeni bir yaşam kuracağı bir kaçışa zorluyorsunuz. Mecbur değildiniz ama yaşamın devam etmesi için üzerinize vazife olmayanı, hatta belki suçlu duruma düşerek tercih ettiniz. Çünkü yaşamın kıymetini, önemini biliyorsunuz. Bunu bir düşünün. Kayyım olmanın, rektör vekili ya da rektör olmanın ne önemi var? Oysa tüm toplumun, kamunun müşterek değeri olan o üniversitenin yaşaması ve gelecek kuşaklara daha iyi koşullarda kalması daha önemli. Size amir ya da müdür olarak değil, diğerleri gibi bir taş olarak ihtiyaç var orada. Diğer taşlarla birlikte durun. Taş yerine küfe dönüşmeyin, diğer taşları eksiltmeyin. Üniversitenin tarihini iki bin yıla taşımak için gereken adımı atın. İlk adımı atın. Can Candan’a işini iade edin. Çünkü…
Can Candan’ın olmadığı bir üniversiteyi kabul etmiyoruz ve yol açtığınız hasarların giderileceği Boğaziçi’ni yeniden oluşturma hedefimizden vazgeçmiyoruz.
Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz!
Kaynak: BiaNet
- Bakın, Yaşar Kemal ne diyor? - 28 Kasım 2022
- Can’ı candan usandıran bir kayyım masalı - 29 Temmuz 2021
- Korona Günlerinde Aile Yahut Dikkat Şiddet Var - 28 Mart 2020