Bir Sürahiye Oy Vermek mi, Neden Olmasın?

28 Şubat’ın kudretli generallerinin “silahsız kuvvetler” dediği unsurlardan biriyle mesleki sebeplerle yolumun kesiştiğinden bahisle “Siyaset, Rant ve Yargı İlişkilerine Dair Uzun Bir Hikâye” yazmaktan söz edip, hikâyeyi anlatmadan girizgâhta kalmış idim.

Aslında bu mevzunun münferit bir hikâye değil, bir toplum hakikati olduğunu ve böylesi kapsayıcı bir hakikatin hikâye edilemeyeceğini, ancak enstantaneler resmedilebileceğini fark ettim. Bu yüzden o günlerden bir iki enstantane ile kapatayım bu mevzuyu.

Şimdikiler için Allah’ın bir lütfu olduğundan şüphe bulunmayan 28 Şubat’ın yaşandığı dönemde de seçilmiş bir hükümet vardı ama devlet, gerçek sahibi olduğunu söyleyen askeri ve sivil apoletlilerin ve onların himayesindeki bir kesimin elinde idi.

“Beşli Çete” kavramı, siyasette yeni değildir. 28 Şubat “postmodern” darbesinin muhalifleri de, darbeyi yapan kudretli generallerin “silahsız kuvvetler” dediği ve yayınladıkları bildirilerle darbeye destek veren unsurlara “Beşli Çete” adını vermişti.

Şimdiki “Beşli Çete” beşli mi yoksa onbeşli mi, beşliyse kim bu beşli, bunlardan bir kısmıyla uzun bir zamana yayılan teşrik-i mesaime rağmen ben de tam olarak bilmiyorum ama o günlerin beşli çetesi belliydi. TİSK, TESK, TÜRK-İŞ, DİSK ve TOBB. Beşli çetenin ortada görünmeyen en önemli destekçisi ise, gidişatın nereye evrileceğini bir tilki kurnazlığıyla kestirebilen ve adı büyük bir hürmetle “Muhterem Fetullah Gülen Hoca Efendi Hazretleri” olarak anılan şimdiki FETÖ idi.

Generallerin orkestrasyonundaki “Beşli Çete”, “laiklik ve demokrasi sahipsiz değildir” diye ortalığı çınlatıyordu oysa ortada demokrasi ve laiklik diye bir şey zaten yoktu. Kaldı ki buralarda laikliğin de demokrasinin de elden gitme ihtimali yoktur çünkü olmayan bir şeyin elden gitmesi mümkün değildir. Ama gözünü bu yaygaraya dikmiş kalabalıklar, perdenin gerisinde olan biten hiçbir şeyi göremiyor, duyamıyordu. Tıpkı bugün gözünü din referanslı slogan ve nutuklara dikenlerde olduğu gibi.

O günlerde muazzam bir kamu rantı bu silahsız kuvvetlerden birine, muhtemelen darbeye olan koşulsuz desteğinin karşılığında tahsis edilmiş ve milyonlar su gibi akmaya başlamıştı. Nasıl ki bugün kasalarına milyonlar akanlar birkaç kuruşla kıyıya köşeye cami konduruyorsa, o gün de bahis konusu silahsız kuvvet, tufan gibi akan milyonların birkaç kuruşunu ulu önderin büstlerine, heykellerine, posterlerine tahsis ediyordu. Milyonlar aktıkça idari binanın dışını süsleyen poster ve tablolar da aynı hızla çoğalıyordu.

Bugün olduğu gibi o gün de her şey kanuna ve nizama uygundu elbette. Kaldı ki silahsız kuvvetlerin kimi üyelerinin ve yöneticilerinin ticari ve idari işlemlerine usulsüz olduğu, hukuki olmadığı yönünde itirazda bulunmak yürek isterdi ve davacı tarafın kamu olduğu davalar da dahil hemen hemen tüm davalar onların lehine neticeleniyordu. Anlayacağınız o zamanlar da hak ve haklı değil güç sahibi gözetilirdi ki “hak ve haklı” izafi kavramlardır zaten.

Bahse konu rant tahsisi işinde usule uygun ama esasa aykırı bir terslik vardı yine de. Muazzam nakit akışı ve gelir sağlayan bu kamu rantının organizasyonuna bir gerçek şahıs yarı yarıya ortak edilmişti ki bu durum gelirin yarısının kurumsal kimlik dışında gerçek kişi veya kişilerin cebine akıtılması demekti.

Daha fazla dayanamayıp, sonucunu da göze alarak meselenin vahametini ortaya koyan bir yazı yazıp ilgililerin masasına bıraktım. Bombanın pimini çekmiştim bir kere ve yazılı uyarının üstüne yatılamayacağı anlaşıldı kısa sürede. Böylelikle düzene çomak sokmuş, bugünkü parayla beşbin lira gibi bir tutar karşılığında kamu rantına ortak edilen kişinin dudak uçuklatan bir servetle birlikte gönderilmesine vesile olmuştum ama atı alan Üsküdar’ı geçmişti zaten. Düzeneğin başındakine de hem sosyal hem de demokrat bir milletvekili olmak yakışırdı artık.

Döneim, 28 Subatçılardan bir başkası da devir değişip yaptığı işler nedeniyle kendisine yöneltilen tüm suçlamaları hizmetinde çalışmış birinin üzerine yıktıktan sonra hem sosyal hem de demokrat milletvekilliğini hakketmişti. Hizmetindeki kişinin de atıldığı zindandan bu hem çok sosyal hem de çok demokrat patronuna; “sizin onayınızla ve icazetinizle oluşturulan hediye ve promosyon fonunun (yani rüşvet bütçesinin), bize kolaylık sağlayan resmi kurum ve kuruluşlardaki yetkililere motivasyon ve iyi ilişki kurmak ve hakkedişleri çıkartmak amacıyla kullanıldığını biliyordunuz” diye sitem etmesi, hiçbir kokuşmuşluğun, rüşvet ve talanın yeni olmadığını hafızalara kazıdı.

Mevzuyla ilgili giriş yazısında “Sürahiye oy vermek” fikrini Murat Sevinç’ten aldığımı belirtmiştim. Oy hakkına saygılı biri olarak, şahsen oy kullanma eylemimin gerçek mahiyetini bu ifadeden daha iyi anlatan ifade bulamadığım için üstüne atlayıverdim. Neden sürahi? Çünkü işin özü budur, gerisi sürahinin şeklinden şemailinden, boyasından, cilasından ibaret teferruattır. Diyeceğim o ki, gözeten ve gözetilenler, kisveler, slogan ve nutuklar değişse de hiçbir şey yeni değildir bizim gök kubbemiz altında.

Seçim olursa, ki olup olmamasının müesses kötülüğe etkisi olmaz ve bu kötülüğün bir ilmiği olarak sandığa gidip oyumu bu defa bir sürahiye verebilirim, çünkü vatandaşlık vazifesi mühimdir. Peki neden şarap küpü değil de sürahi? Şarap küpünün hakiki bir ağırlığı vardır, içindeki tertemiz ve hilesizdir ve bu yüzden haramdır. İçindekinin ari ve hilesiz oluşuna rağmen şarap küpünü kırarlar, aday yapmazlar. Ama sürahinin içindeki genellikle çürük ve kokuşmuş olsa da sürahinin bir albenisi vardır.

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)