Hep bir şeyleri bitirmek, tamamlamak için uğraştığımızın farkına varmam epeyce zamanımı aldı; çünkü öyle şartlandırılmıştım. Aile, okul ve iş yaşamı bize bunu öğretmişti, sorumluluğun ana koşulu “Verilen işi bitireceksin!” olmuştu hep. Sonuçta; tamamlamaya, bitirmeye o kadar alışmıştık ki, sadece işimizi yaparken ve sorumluluklarımızı yerine getirirken geçerli olabilecek bu anlayış hayatın her durumunda amacımız haline gelmişti. Öyle ki, bu amacın hayatın gerçek anlamıyla çeliştiğini göremez olmuş, geleceğe odaklanmaktan ânın hakkını vermeyi unutmuş ve sırf bitirmek adına pek çok şeyi ya keyif almadan, yalap şalap yapar hale gelmiş, ya da hırslara kapılıp dengeyi kaçırmıştık…
Oysaki hayat deneyimlerden oluşan bir süreçtir, deneyim asla bitmez. Sürekli bilinenden bilinmeyene ve bilinmeyenden bilinene doğru bir hareket vardır. Biz istesek de istemesek de bir deneyimden diğer bir deneyime geçer dururuz. Tamamladığımızı sandığımız bir şeyin süregiden değişim karşısında bir süre sonra yenilenmesi gerektiğini kabul etmeyip direnç gösterdiğimizde ise doğanın düzenine karşı çıkmış olur, farkına bile varmadan kendimizi mutsuzluğa sürükleriz. Çünkü, doğanın düzeni değişim üzerine kuruludur ve deneyimin güzelliği de belki bir türlü tamamlanamıyor olmasındandır.
Bir vakitler, doğaya aşık bir kral bahçıvanlığı öğrenmek için bir Zen ustasına gider. Usta, üç yıl boyunca ona bu işin tüm inceliklerini öğretir. Kralın çok büyük bir bahçesi vardır ve bir dolu da çalışanı. Ustası her ne derse, kral gider bahçesinde uygulatır. Üç yıl sonra bahçe tamamen hazırdır; her şey o kadar güzel bir biçimde tamamlanmıştır ki, hiçbir eksik yoktur. Kral, son bir kez daha her tarafı kontrol eder ve eserini göstermek için ustayı saraya çağırtır. Onun için bir sınavdır bu. Usta gelir; etrafına bakınır, sağı solu inceler ve yüzünü buruşturup olumsuz bir ifadeyle başını sallar. Kral çekinerek “Bir hata mı yaptım? Bana söylediğiniz her şeyi eksiksiz uyguladım. Sorun nedir?” diye sorar. Usta şöyle yanıtlar: “O kadar tamamlanmış ki ölü gibi olmuş. Hiçbir eksiği yok, o yüzden başımı sallıyorum. Kuru yapraklar nerede, bir tane bile göremiyorum?” Kral cevap verir: “Hepsini toplattım, mümkün olduğunca mükemmel olsun diye…” Usta gülümser: “O yüzden bu kadar yavan, bu kadar insan yapımı görünüyor. Tanrı’nın hiçbir şeyi bitmiş değildir oysaki.” Sonra hızla bahçenin dışına çıkar, öbek öbek duran kuru yaprakların yanına gider, bir kaç kova kuru yaprak getirir ve onları rüzgâra savurur… Rüzgâr onlarla oynamaya başlar; kimi yolda uçuşur, kimi bahçe taşlarının üzerine konar, kimi ağaçların arasında dolaşır. Usta mutlu bir ifadeyle “Bak!” der, “Şimdi ne kadar canlı görünüyor.” Kurumuş yapraklarla birlikte bir ruh, bir ses de gelmiştir ortama; artık kendine özgü bir fısıltısı vardır bahçenin…
Bir işi tamamlamak adına onu görev haline getirmek yaratıcılığı yok eder. Yaratıcılık, ne yaparsan yap, ama severek yap demektir; keyifle ve coşkuyla… Sonucun ne olacağını düşünmek işin büyüsünü kaçırır, ilham perilerini ürkütür, yüreğin saf titreşimlerinin yerini zihnin kaygı dolu dalgaları alır… Tamamlanmış olmak için tamamlanan bir şeyle, içiniz “Dur!” dediği için yarım bırakılmış bir şeyin arasında bazen ciddi farklar olur. En güzel kitapların bazıları bitmemiş kitaplardır, en güzel şarkıların bazıları bitmemiş şarkılardır, “The End” diye bitmemiş bir film bazen daha çok iz bırakır belleklerde… Kim ne derse desin bitmemişliğin ayrı bir hoşluğu vardır. İçinde bulunduğumuz koşullar ve sorumluluklar bazı şeyleri bitirmemizi şart koşsa da hiç değilse özel yaşamımızda böyle bir zorunluluk olmadığını bilmek bizleri özgürleştirir.
Hayatın; doğmak, alınyazısına göre yaşamak ve ölmekten ibaret olmadığına inanırım ben ve sorsalar, hayat bir anlam yaratma fırsatıdır derim. Anlamların kendiliğinden gelmesini beklemek ya da sağda solda onları aramak umutsuz bir çabadan başka bir şey değildir. Anlam, ancak bizim kendi yaratıcılığımızla kavuşabileceğimiz bir güzelliktir. Bazen içimizdeki en yoğun duygularla yazdığımız bir şiir, bazen kendi kendimize söylediğimiz bir şarkı, bazen hiç umulmadık bir yerde ve zamanda edilen bir dans… Üstelik mükemmel olmaları gerekmeden; sadece içimizden gelen, bizim yarattığımız halleriyle…
En güzel deniz: henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk: henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür.
Olanca duyarlılığıyla bu dizeleri yazan Nazım Hikmet de umutlarıyla ve düşleriyle yarattığı anlamlar olmasa yaşadığı hayata katlanabilir miydi acaba? Geride bıraktığı bir dolu bitmiş şiirin yanında yarım kaldığı düşünülen şiirlerini özellikle öyle bıraktığından kuşkum yok. Sözcüklerini, Zen ustasının kralın bahçesine savurduğu kuru yapraklar gibi savurduğundan eminim. O şiirler, içerdikleri duyguları başka türlü bu denli yürekten fısıldayamazlardı yoksa…
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024