Babama inat, babama rağmen

Hiç unutamıyorum; 1972’nin ilkbaharı. O ders yılının ilk yarısı aramıza katılan Dora V. İsrail’den ailesiyle gelmiş ve Şişli Terakki Lisesi’ne kaydını yaptırmışlar. Babası çok önceleri Türkiye de yaşıyormuş. Çocukluk yıllarında ailesi ile birlikte yeni kurulan İsrail devletine göçmüşler. Orada büyümüş, evlenmiş. Dora orada doğmuş ve babası asla Türkiye’yi unutamamış. Dora konuşmaya başladığında önce İbraniceyi, sonrasında da babasının yardımıyla annesi ile beraber Türkçeyi öğrenmişler. İlkokulu bitirip ortaokula başladığında fark etmişler ki, babasının aklı fikri Türkiye’de. Dede ölünce, baba babaanneyi razı ediyor ve varını yoğunu satarak, 1972’nin başlarında Türkiye’ye geri dönüyor.

Kader bu ya, Dora ile ortaokul ikinci sınıfta yollarımız kesişiyor. Benim okul numaram 343, onunki ise 344. Ardı ardına numaralarımız okunuyor. Sessiz, sakin ve inanılmaz güzel bir Musevi kızı. Numara sırası ile oturtulduğumuzda kader ağlarını örüyor ve yan yana aynı sıradayız. Etine dolgun, benden uzun, mini etekle okula gelen, aksanlı Türkçesi, siyah çerçeveli gözlüğü, rahat hareketleriyle aklımı başımdan alıyor. Sahip olduğum azıcık harçlığın büyük bir bölümünü artık ona harcıyorum; Dora’nın kalbini kazanmak için. Aç günler de böylece başlamış oluyor. Ve başarıyorum. Artık Dora benim sevgilim.

Nişantaşı, Teşvikiye sokaklarında önce yan yana sonra el ele dolaşmaya başlıyoruz. Evdeki tuhaf davranışlarımdan dolayı, annem hayatımda bir şeylerin değiştiğinin farkında. Soruyor, söylemiyorum. Bir gün babam, nereden aklına estiyse okula beni almaya geliyor. Trafik sıkışık. Beş, on dakika gecikiyor. Okulun kapısına geldiğinde, son kalan öğrencilerin kapıdan çıktığını görüyor. Dedem: “Yürü Yılmaz, belki torunu yolda görür, alırız” diyor. Osmanbey’e doğru yavaşça ilerliyorlar. Biz, caddenin sağ tarafından Dora’nın elini sıkıca tutmuş, yürüyoruz. Neler konuşuyoruz (?) hatırlamıyorum. Bir an cesaretleniyorum, elimi beline atıyorum; o da karşılık veriyor, belime elini doluyor. Biraz daha sokuluyorum, sol göğsüne temas ediyorum, aklım başımdan gidiyor. Bir an duruyor, bana bakıyor, dudaklarımdan öpüyor; şoktayım. Akşam başıma geleceklerden habersiz, Dora’ya sarılmış vaziyette Osmanbey’e geldiğimizde, kendisini eve bırakmamı istiyor.

Harbiye’ye yöneliyoruz. Osmanlının son dönemlerinde inşa edilmiş, eski ama mükemmel bir apartmanın önünde duruyoruz. Yol boyunca da öpüşmeler devam etti. Hayatımda ilk defa asansöre biniyorum. Eli elimde sırılsıklam olmuş, beşinci kata çıkıyoruz. Önce kepenk açılıyor sonra kapıyı hızla itip beni daire kapısına adeta çekiyor. Kapıyı siyah, kısacık etekli, önünde kolalı beyaz önlük, başında kep ile hizmetçi açıyor. Dora beklememi söyleyerek ayakkabılarıyla içeri giriyor. Yine şaşkınım, hiç eve ayakkabıyla girilir mi? Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum? Saçı başı yapılı, yakın gözlükleri burnunun ucunda, çok güzel bir kadın Dora ile birlikte karşımda. Bir sevgilime bakıyorum bir de annesine. Kulaklarım tıkanmış, gözüm Dora’da, annesi elini uzatıyor, “Hoş geldiniz Ömer bey.” diyor. Şaşırıyorum. Dora, benimle çıktığını, annesiyle tanıştırmak istediğini söylüyor. Kıpkırmızı oluyorum, gözlerim kararıyor. Beni içeri davet ettiklerinin bile farkında değilim.

Ayakkabılarımı çıkartmaya çalışıyorum, kabul etmiyorlar. İlk defa ayakkabıyla bir eve giriyorum. Annem görse canıma okur. Neler konuşuldu, ben ne cevaplar verdim hatırlamıyorum, ama anneden onay alıyorum; kızıyla çıkabilirmişim (!) ama aşırıya kaçmamak şartıyla, her ne demek ise? Vakit nasıl geçti fark edemiyorum. Aklım başıma geliyor; geç kalmıştım. Panikle kalkıyorum; anne “Dur.” diyor. Duruyorum. İçeri gidiyor, bir iki dakika sonra aşağıya inmemi, şoförlerinin beni evime götüreceğini söylüyor. Dora hemen “Ben de gideyim, Yakup beyle geri dönerim.” diyor. Yakup Bey lacivert takım, sinekkaydı tıraş, briyantinli saçlarıyla yaşlı bir amca. Asansörle geri dönüş. Dora beni bir kez daha öpüyor; dilinin sıcaklığı hala aklımda. Unutamıyorum. Bir ilk daha. Birisi benim için arabanın kapısını açıyor. Buick marka 450 beygir, otomatik, metalik gri, gemi gibi arabaya kuruluyoruz.

Etiler’e doğru yöneliyoruz. Trafik öyle sıkışık ki, zaman hızla akıp gidiyor. Saat kaç bilmiyorum. Ve ilk Dora’nın bacaklarına dokunuş.

Allah’ım! Bugün, ne güzel bir gün? Uzun bir yolculuktan sonra evimin önüne geliyoruz. Bu sefer yanaklardan masum bir öpücük konduruyoruz. İniyorum. Arka camdan sarkarak Dora el sallıyor, “Sabah seni alalım mı?” diyor. “Hayır” diyorum. Eve girene kadar bekliyorlar. Ne de olsa emanetim.

Kapıyı çalıyorum, annem açıyor. Endişeli. Yakup amca “İyi akşamlar hanımefendi.” diyor. Annem şaşkın. Buick homurtuyla yokuştan aşağı ilerliyor. Annem “Baban seni bekliyor.” diyor. Tedirgin. O an “Hassiktir!” diyorum.

Babam… Salona giriyorum babaannem başını sallıyor. Üzüntülü. Dedem gözlüklerinin üzerinden hınzırca bakıyor. Babam; gözlerinden ateş fışkırıyor. Bir “Hassiktir!” daha; ama bu sefer içimden bağırıyorum. “Utanmaz adam, sokağın ortasında öpüşmeye utanmıyor musun?” “Nasıl yani?” diyorum; içimden. Meğerse beni yolda görmüşler, hem de uygunsuz vaziyette. Arabadan inip kemiklerimi kıracakmış, ama dedem izin vermemiş. Şimdi hesap zamanı. Afallamış babaanneme bakarken, gözlerimden ateş fışkırıyor, beynimde şimşekler çakıyor. Ama ne tokat. İşte ortadan sıkılmış diş macunu hayatın farklı versiyonu.

Hemen yukarı koşuyorum. Doğru dedemin odasına, annem peşimden, sonra babam, dedem, babaannem, ailece merdivenleri tırmanıyoruz; odaya kilitliyorum kendimi. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyorum. Babam beni anlayamaz. Ulan, ben fırsat buldukça sokak ortasında öpüşmez miyim; ne pahasına olursa olsun. Şimdi ellibir yaşındayım, evlenene kadar sevgililerimle, evlendikten sonrada eşlerimle sokakta fırsat buldukça öpüşmüşümdür.

Hala da bu huyumdan vaz geçmedim. Gören bilir. Babama inat. Neyse, sabah okula gittiğimde Dora beni kapıda bekliyor. O tokadın sebep olduğu travmadan kurtuluyorum. Annesi beni çok sevmiş. Perşembe günü doğum günüymüş, ama arkadaşlarına parti cumartesi verilecekmiş, ben de davetliyim tabii. Ama ne hediye alacağım? Ben bunun altından kalkamam. Harçlık yetmez. Akşam anneme söylüyorum. Babam, dedemden gizli rakısını içerken duyuyor. Çağırıyor. Ne istiyormuşum gene. Diş macunu iyice ortadan sıkılıyor; gözlerinin içine bakarak söylüyorum; kız arkadaşıma doğum günü hediyesi alacağım. “Kime?” diyor. “Hani şu sokak ortasında öpüştüğün şıllığa mı?” diyor.

İtiraz ediyorum, “Dora şıllık değil.” diyorum. “Dora mı?” diyor.  “Evet.” diyorum. “Kim bu, nereli?” diyor. “İsrailli bir Musevi.” diyorum ve diyeceğime pişman oluyorum. “Ne! Bir Yahudi ha!” bir tokat daha, annem alıyor elinden. Utanmaz rezil adamın tekiymişim, birde Yahudi’ye takılmışım. Dedemin ilk defa bu kadar sinirlendiğini görüyorum.

Alıyor beni yukarıya çıkartıyor. Almanya’da eğitim görmüş, dedem. 1918’de yurda dönmüş. Çok Yahudi tanımış, en iyi arkadaşları Yahudi imiş, okulda. Sonra II. Dünya Harbi’nden bahsediyor, anlattıklarından derinden etkilenmişim.

Ağlıyorum…

Dora ve ailesi gözlerimin önünde; biraz daha bağlanıyorum. Dedem de ağlıyor. Mektuplaştığı birçok arkadaşından 1943’ten beri mektup alamamış, bir daha da görüşememişler. Cebinden bir onluk iki beşlik çıkarıyor, “Yarın arkadaşına hediye al.” diyor. “Bu paradan kimseye bahsetme.” demeyi de ihmal etmiyor.

Dedemin yanında uykuya dalıyorum. Gözlerim güleç. Sabah babaannem çaktırmadan dört tane iki buçuk liralık madeni para veriyor; hediye almam için. Babamda tık yok. O günkü harçlığım bir lirayı da vermiyor. Ulan, yürüyerek mi gidip gelicem, Etiler nere, Nişantaşı nere. Annem göz kırpıyor, bir çuval parayla evden çıkıyorum. Durağa geldiğimde bir de ne göreyim, mendilin içine konulmuş iki onluk; annemden. Babama inat, Dora’ya hediye alayım diye herkes birbirinden habersiz bana sponsor olmuş.

Hiç unutmadım, cebimde kendi biriktirdiklerimle beraber elli altı lira seksen kuruş var. Son derste Dora’nın bacaklarına dokunup, kulağına, onunla eve kadar yürüyebileceğimi, hatta beğendiği bir şeyi de doğum günü hediyesi alabileceğimi fısıldıyorum. Okul çıkışında el ele Harbiye’ye doğru yürürken vitrinlere bakıyoruz. Kararsızım; her şeyi beğenir oldum. Her durduğumda da Dora çekiştiriyor, beni vitrinlerden uzaklaştırıyor, para harcamamı istemiyor. Dün gibi gözümün önünde; Seniha diye bir butiğin kapısından içeri çekiyorum Dora’yı. Bu sefer tezgâhtar şaşkın, “Buyurun beyefendi.” diyor. “Sevgilime güzel bir şey alacağım” diyorum. Dora anında kıpkırmızı.

Utanıyor.

Canım benim. Yetmiş beş liralık etek ve gömleği, sıkı bir pazarlıkla elli beş liraya alıyorum, başkada param yok zaten. Cepte metelik yok. Dora’yı eve bıraktığımda, aldığım bu pahalı hediyeyi, annesi kabul etmemesi gerektiğine onu ikna etmişti. Yıkılmış ben, Harbiye’den Etiler’e yayan Ömer, dayan Ömer. Etilere yaklaştığımda birden şimşek çaktı. Babam! Allah kahretsin, yine ortadan sıkılmış diş macunu olacaktım. Kapıyı dedem açtı, babam dedemin korkusuna bir şey yapamıyordu. Bütün gece homurdandı durdu. Oh olsun. Cumartesi geldiğinde, annem beni – ne kadar itiraz etsem de – Dora’nın evine götürdü. Hediyem tekrar paketlenmiş, zili çalıyoruz. Annem paketi alıyor, Dora kapıda beni yanaklarımdan öpüyor, ben içeri süzülüyorum, Dora’ya bir şey söylüyor, annesi geliyor. Ben, çoktan içeride, çoğunu tanımadığım çocukların yanlarında yerimi alıyorum. Dora ortalarda yok. İnadına herkes elinde hediyesi ile bekliyor, sinir oluyorum. Bir süre sonra annesi geldi bana göz kırptı, kulağıma rahat olmamı söyledi. Yakup amca akşam beni eve bırakacakmış. Kulağımda hala o tatlı sesi, tüylerimi diken diken eden.

Çok mutluyum. Kapıda Dora göründü; aman Allahım üç gün önce aldığımız ekose etek beyaz gömlek üzerinde, bana doğru geliyor. Gözlerim fal taşı gibi açılmış. Kımıldayamıyorum. Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı – annem acaba ne demişti annesine- elimden tutarak beni ilk dansa kaldırdı. Yine unutamadığım bir an. Pikapta “All hung up green eyes” çalıyor. Tıpkı Dora’nın gözlerinin tarifi; yeşil gözler. Kollarını boynuma dolayıp dans ederken tek vücut olmuşuz, kulağıma fısıldadığında felç olmuş durumdayım. Dans sanki yıllar sürmüştü, yıllar sürsün isterdim. Aniden kasıklarım sancıdı, tuvalete gitmeliydim, birden sıkışmıştım. Utanarak tuvaleti sordum, koridorun sonuna doğru yollandım. Telaşla yürürken, evin ne kadar büyük olduğunu fark ettim. Aralık duran kapıdan içeriye baktığımda bembeyaz saçlı, çok yaşlı, siyah elbiseli kadın; tıka basa dolu kolilerin yanında berjer koltuğunda oturmuş, çorap örüyor.

Şaşırmış ona bakıyorum. Altıma ha yaptım ha yapacam. Beni içeriye çağırıyor, yanına gidiyorum. Yanaklarımı okşayarak, İbranice bir şeyler söylüyor, avucuma çikolata koyuyor, bir de öpüyor. Ben dönüp tuvalete koşturuyorum. Geri dönerken göz göze geliyoruz, kadına el sallıyorum, her ikimizde gülümsüyoruz, salonun yolunu tutuyorum. Dora’nın yanına oturuyorum. Zaman nasıl geçti anlamadık. Eve dönerken, Yakup amca bir türkü tutturmuş, benim aklım çorap ören babaannede. O akşam bizim evde herkes ittifak yapmış – babam hariç- beni babama karşı koruma altına almışlar. Hiç bir şey olmadı, diş macunu ortadan sıkılmadı.

Babamın şerrinden kurtulmuştum. Pazartesi sabahına kadar çorap ören kadını düşündüm. İlk derste Dora’ya fısıldadım: “O kadar zenginsiniz, babaannen neden çorap örüyor.” Güldü ve dedi ki: “O gördüğün çorap, kolilerle birlikte İsrail’deki askerlere gidecek, onların ihtiyacı var. Babaannemde böyle katkıda bulunuyor.”

Şaşırmıştım.

Doralar ortaokulun bitiminde hep birlikte İsrail’e geri döndüler. Orada olmalıymışlar. Babaannesi orada ölmek istiyormuş ve öldü de. Aşkım gitmişti. Yıllarca mektuplaştık. O üniversite için Amerika’ya gittiğinde mektuplar yavaş yavaş kesildi. Ve bir daha hiç gelmemeye başladı.

O, beni unuttu mu bilmiyorum, ama ben onu hiç unutmadım. Anılarım bugünde hiç yazamadıklarımla birlikte belleğimde. O örülen çoraplar, o yıllarda İsrail’e yardım için gidiyordu, ama o gün bugün örülen çorapların başımıza da örüldüğünü artık anladım. Bugün yaşananlar devletlerarası politikalardır. Bizim aramızda yaşananlar ise milletleri ayrı iki gencin yaşadığı masum bir aşktan ibaretti; BABAMA RAĞMEN. Sonraki yıllarımda bir Ermeni, bir de Rum sevgilim oldu. Onları da sonra anlatırım.

Ömer BAKAN
Latest posts by Ömer BAKAN (see all)