Aydınlanmacı Bir Filozof Olarak Kant*

Hepimiz insanlarız ve bundan dolayı
insanlığı kendimizde taşıyoruz veya insanlığa aidiz.
Johann Gottfried Herder

 Herhangi bir insanın sahip olduğu veya sahip olduğunu sandığı gerçeklik
değil, tersine onun gerçekliğe ulaşmak için dürüst çabası insanın değerini oluşturur.
Gotthold Ephraim Lessing

 Bu kısa yazıda Kant’ın “‘Aydınlanmacılık Nedir?’ Sorusuna Yanıt” adlı makalesinin çerçevesine yakından bakılıp, makalenin bugünün kuşakları için anlaşılır olması için bazı çözümlemeler ve yorumlar yapılacaktır.

Bir filozof olarak Immanuel Kant Aydınlanmacılığın bir çocuğudur. İngiltere’de, Fransa’da bütün dünyada insanlığın kaderini değiştiren, insanlığa özgürlük yolunu açan devrimler yapmış fikirlerin taşıyıcısı olan Aydınlanmacı çağın bir insanıdır Kant. Onun Aydınlanmacı felsefesine dair yorumlara dayanarak gericilik, ahlaksızlık, karanlık ve kirlilik karşısında sergilenen uzlaşmacı (konformist) tutumların onun felsefesinin ruhuyla, bizzat kendi yaşamına da uyguladığı yalanı yasaklayan sıkı ahlak öğretisiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Ama aynı zamanda Aydınlanmacılığın bir filozofudur da o. Onu kendisinin de çocuğu olduğu Aydınlanmacı çağ filozof yapmıştır. Bu özelliğiyle Kant aynı zamanda Klasik Alman Felsefesi’nin kurucusudur da.

Klasik modern Alman felsefesini betimlemek için “Alman İdealizmi” kavramı yerine “Klasik Alman Felsefesi” tabirini kullanıyorum; çünkü diğer kavramdan farklı olarak bu kavram hem Johann Gottlieb Fichte ve Friedrich Schelling üzerinden Kant’tan Hegel’e kadar uzanan filozoflar arasında her bakımdan (yalnızca “idealist” olmaları bakımından değil) çok sıkı bir bağ olduğunu; Klasik Alman Felsefesi’nin Kant’tan Hegel’e bir oluşum süreci sergilediğini ve bu oluşum sürecinin elbette ciddi bir diyalektik felsefeyi kurduğunu, ama bu felsefenin aynı zamanda materyalizme doğru evrildiğini de düşünüyorum. Bu süreçsel sistematik ve kavramsal bütünlüklü felsefe oluşurken aynı zamanda Marksçı felsefenin oluşumunu da kendi içinde hazırlamıştır. Kant’ın attığı taş sayısız geniş daireler çizmiş ve bu, insanlığı aydınlatmaya devam ediyor. Buna karşın “Alman İdealizmi” kavramı Kant’tan Hegel’e olan felsefi oluşumun süreçselliğini göz ardı etmektedir; bu filozoflar arasındaki sıkı sistematik süreçsel bağı koparmaktadır ve oluşturmuş oldukları kapsamlı kavramsal-kuramsal içbağıntıyı hepsinin “idealist” olmasına indirgemektedir. Benzer nedenlerden dolayı modern Avrupa felsefesini de betimlerken “Klasik Modern Avrupa Felsefesi” kavramını kullanıyorum.

Kant’ı Aydınlanmacı Bir Filozof Olarak Okumanın Koşulu

Ünlü Alman Suhrkamp Yayınevi’nden çıkan, çağdaş Alman filozoflarından Dieter Henrich’in “Yüzyılımızın en değerli Kant biyografisi” olarak tanımladığı ve en kısa sürede muhakkak Türkçeye çevrilmesi gereken Immanuel Kant adlı devasa eserinde Rus filozofu Arseni Guliga[2], sivil bir insan ve filozof olarak Kant’ın yaşamını yorumlarken şöyle der:

“Kant’ın yaşamının dışsal bakımdan hep aynı ve tekdüze, aynı şekilde çalışmış olanların  yaşamında olduğundan belki de daha tekdüze geçmiştir. Bunun onun iç yaşamı, tinsel yaşamı  bakımından söylenmesi mümkün değildir. Burada şaşırtıcı şeyler olmuştur. Alışılmış olanın  ötesine giden fikirler oluşmuştur; bunlar sabitleşmiştir, başkalarıyla kavga halinde olmuştur;  mücadelede kaybolup gitmişler veya olgunlaşmışlardır. Onun düşünceleri evrenin en son sınırına ulaşmak için kıtalarda dolaşmıştır, yeryüzünün sınırlarının ötesine geçmiştir. Onun  düşünceleri insan ruhunun derinliklerine nüfuz etmiş ve kendi kendisini tanımak istemiştir.”3

Kant’ın yukarıda işaret edilen dış görünüş bakımından “tekdüze” bir yaşam sürmüş olmasından dolayı onun son derece mekanik bir insan olduğu sanılır, oldukça mekanik bir yaşam sürdüğüne inanılır ve Newton çağının filozofu olması nedeniyle düşün dünyasına da mekanik ilkelerin tamamıyla hakim olduğundan hareket edilir. Bu konuda onun akşamları tam saat 7’de hep “dakik” olarak yaptığı yürüyüşleri ünlü örneği oluşturur. Kant’ın bu yürüyüşleri onu “sıradan” insanlarla ve halkla buluşturur. Bu arada Kant’ın dakikliğine o kadar güvenilir ki, Königsberg’in sakinleri saatlerini ona göre ayarlarlar. Bu söylence onun düşün dünyasının algılanmasında, kullandığı sıkı mantık dilin de etkisiyle bugüne kadar hala çok etkilidir. Sanki Kant insanın yaratıcı spontaneliğini reddeder, görmezden gelir. Oysa Kant’ın düşün dünyası son derece dinamiktir ve bu düşüncelerinin oluşmasına, onun tabiriyle “aydınlanmacı çağ”ın sorunları kaynaklık eder. Kant çağını “aydınlanan çağ” olarak tanımlarken çağının sürekli hareket, değişim ve dönüşüm içinde olduğuna yani kısacası döneminin son derece dinamik olduğuna dikkat çekiyor.

Nedir Kant’a göre henüz aydınlanmamış olan, fakat “Aydınlanmacı” (Aufklärung)  çağın teorik soruları ve pratik sorunları? Önce Kant’ın kendi çağını nasıl tanımladığına bakalım. Kant, kendi çağına neden “aydınlanmış” değil de “aydınlanan” çağ demiştir? Ve onu bu bağlamda “aklın kamusal kullanımı” ve “aklın özel kullanımı” ayrımına götüren çağının çelişkisi nedir?

Bir Aydınlanmacı, bir filozof olarak Kant üzerine düşünmek isteği akla hemen “‘Aydınlanmacılık Nedir?’ Sorusuna Yanıt” adlı makalesini getirir. Aydınlanmacılığa dair bu tanım denemesinin sonunda Kant, insanın kendisinin sebep olduğu reşit olmama durumundan çıkış konusunda vurguyu inanç ve din meselesine yaptığını söylüyor, fakat makalesinin başında da düşünmeye cesaret etmeye çağırıyor. “Sapere aude!” diyor Augustus döneminin ünlü Roma şairi Horatius’tan ödünç aldığı sloganla. Ancak bu cesaret ile insan bizzat kendisinin sebep olduğu reşit olmama durumundan çıkabilecek ve kendi başına düşünebilen ve davranabilen insan olabilecektir. Peki, reşit olmak ne demektir? Nedir kendi akıl yetisini başkalarının yardımı olmadan kullanabilmek? Elbette büyük bir ahlak filozofu olarak Kant bu sergilediğimiz fikirleriyle insanın ahlaken ceza ehliyetli olabilmesinin koşullarını araştırıyor ve tanımlıyor. Bu nedenle Kant’ı Aydınlanmacı bir filozof olarak okumak, onun son derece hareketli, son derece dinamik olan çağında son derece dinamik olan düşün dünyasıyla ilişkili görmek ile mümkündür. Çağının soruları onun düşüncesini son derece dinamik kılan, capcanlı işleten sorular ve konular. Kant’ın makalesinin hemen ilk cümlesinde vurgulayarak yaptığı Aydınlanmacılık tanımını tam olarak anlamlandırmak için bu tanımı bağlamına oturtmak gerekmektedir.

Felsefi Eleştiri Programı  ve “Aydınlanmacılık Nedir? Sorusuna Yanıt” Makalesi

Aydınlanmacılığa dair güncel tartışmalarda Michel Foucault’nun bir ‘yeni aydınlanmacılık’ denemesi doğrudan Kant’ı eleştiri konusu yaptığı için popülerdir.

Foucault’nun Türkçede “Aydınlanma nedir?” başlıklı iki farklı makalesi bulunmaktadır. Bunlardan ilki “Magazine Littéraire” adlı derginin Mayıs 1984 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Aynı başlığı taşıyan ikinci makale Foucault’nun bugün Dits et Ecrits (Konuşmalar ve Yazılar) olarak bilinen derlemenin 4. cildinde yer alan ve P. Rabinov tarafından yayınlanan Foucault Reader’den alınmıştır. “Magazine Littéraire”den çevrilen metne “Birinci Makale” ve Foucault Reader’den çevrilen metne “İkinci Makale” olarak gönderme yapacağım.

Foucault “Birinci Makale”de, Kant’ın “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt” başlığını taşıyan makalesinde başka birçok yazısından farklı olarak “mevcut durum” ve “şimdiki zaman” sorusunu gündeme getirdiğini ileri sürüyor. Şöyle diyor Foucault söz konusu makalesinde:  “Bence Kant’ın bu metninde ilk defa ele alır göründüğü soru, şimdiki zaman sorusu, güncellik  sorusudur: Bugün neler olup bitmektedir? Şu anda neler olup bitmektedir? Ve hepimizin  kendimizi içinde bulduğumuz ve halen yazmakta olduğum şu anı tanımlayan bu ‘şimdi’  nedir?”

Burada söz konusu olan ‘şimdi odaklı’ bakışın Kant’ın başka metinlerinde bulunmadığını ileri sürüyor Foucault. René Descartes’ın hiçbir metninde ‘şimdi nedir?’ sorusuna rastlanmaz Foucault’ya göre. Bu soru yalnızca Kant’ın “Aydınlanmacılık Nedir? Sorusuna Yanıt”  başlıklı yazısında sorulur. Fakat kanımca Kant’ın felsefesine ve genel olarak da Klasik Modern Avrupa felsefesine dair bu yaklaşım son derece yanlış bir yaklaşımdır.

Elbette Foucault da Kant’ın Üç Eleştiri‘si  ile “Aydınlanmacılık Nedir? Sorusuna Yanıt” başlıklı makalesi arasında bir ilişki olduğunu kabul eder. Şöyle der Foucault Birinci Makale’de: “…ben bu kısa makale ile üç Eleştiri arasında var olan bağı vurgulamanın zorunlu olduğuna inanıyorum.” Fakat bu ilişkinin hangi  anlamda alınması gerektiği sorusuna açıklık getirmez. Foucault, aynı makalesinde Kant’ın tarihe ayırdığı metinler arasındaki ilişkinin de altını çizmek ister. Fakat dikkat çekilen bu ilişkinin de hangi anlamda alınması gerektiği sorusuna açıklık getirmez Foucault. Aynı makalesinde “bu küçük metnin bir anlamıyla eleştirel düşünce ile tarih üzerinde düşünmenin kavşağında durduğudur” diye belirtse de bunun ne anlama geldiğine açıklık getirmez.

Kant’ın bu makalesi onun bütün felsefe kuramının en özlü ifadesidir ve olgunluk dönemi metinlerinde doğrudan başlıkta gördüğümüz “eleştiri” kavramını hangi anlamda almamız gerektiğine yani yalnızca bir felsefi kuramlar eleştirisi değil, aynı zamanda hakikatin kendisinin pratik bir eleştirisi olarak da alınması gerektiğine ilişkin bir bakışı sergilemektedir. Bu nedenle Kant’ın “Aydınlanmacılık Nedir? Sorusuna Yanıt” başlıklı makalesi genel felsefi eleştiri programından koparılamaz, tersine onun en özlü ifadesi olarak alınmalıdır.

Kant’ın söz konusu felsefi eleştiri programı, Klasik Modern Avrupa Felsefesi‘nin kapsamlı eleştiri programının bir ifadesidir. Descartes’ın tüm metinlerinde olduğu gibi Kant’ın tüm metinlerinde de büyük soru, kavramın hem geniş anlamında hem de dar anlamında kendi çağının nasıl bir çağ olduğu sorusudur. Kant bunu örneğin erken dönem metinlerinde son derece dinamik olan modern dönemi kavrayabilmek için felsefenin de Ortaçağ felsefesinin ve teolojisinin eleştirisi olarak son derece dinamik olarak kurgulanması gerektiğinden hareket eder. Bunu yapabilmek için şimdiye kadar yalnızca betimleyici yani hiçbir şekilde eleştirel olmayan felsefe yapma tarzını, felsefeye ‘negatif büyüklüğü’ yerleştirerek aşmak ister. Böylece felsefe salt betimleyici olmaktan kurtulacaktır. Bununla birlikte felsefede de pozitif olan ile negatif olanın birliği sağlanmış olacaktır. Bu, sürekli hareket halinde, değişen dönüşen dünya ve dünyada oluşan ve yok olan ile sürekli beraber hareket eden felsefeye dünyayı kavrama yetisi kazandıracaktır.

Felsefe eleştirel olmak zorundadır. Kant bu yaklaşımıyla felsefeyi çağının içinde bulunduğu değişimin yönlendiricisi olarak tasarladığını gösterir. Olgunluk döneminin metinlerinde eleştiri felsefi bir program olarak karşımıza çıkar ve bu hiç kuşkusuz bir rastlantı değildir.  Kant, eleştiriyi felsefi bir program olarak geliştirmesiyle çağı arasındaki bağı Saf Aklın Eleştirisi‘nde doğrudan kurar. Kant’a göre modern çağ bir eleştiri çağıdır. Felsefenin kendi çağını kavraması ancak kendisini eleştirel olarak yeniden kurgulamasıyla mümkün olacaktır. Üç Eleştiri‘den oluşan felsefi eleştiri programı, bir eleştiri çağı olan modern çağı kavramlaştırma çabasından doğmuştur.

Leibniz modern bir metafizik kuramının ortaya konuşu olarak düşünülmüş olan Monadoloji‘nin 22. paragrafında modern çağın şimdiki zaman odaklı olduğunu ve geçmişi ve geleceği şimdiki zamanda kavradığını gösterir. Geçmiş zaman şimdiki zamanda kapsanıp aşılmıştır ve gelecek şimdiki zamanda potansiyel olarak bulunmaktadır. Leibniz’in zamanın üç boyutunu bu şekilde ilişkilendirmesi, güçlü bir tarih felsefesini zorunlu kılmaktadır. Kant’ın felsefi eleştiri programının mümkün kaynaklarından birisidir Leibniz’in bu yaklaşımı. Zaten Baruch de Spinoza’nın doğa ile tanrıyı felsefi olarak eş anlamda kurgulamasıyla felsefenin şimdiki zaman odaklı olmaktan başka gidebileceği yol kalmamıştır. Spinoza bunu yaparken elbette hem empirist hem de rasyonalist geleneğin şimdiki zaman odaklı felsefi yaklaşımını ölçü almaktadır. Zira Descartes’ın “düşünüyorum” ilkesi ile Francis Bacon’ın “deneyim”  ilkesi şimdiki zaman odaklıdır. Modern felsefenin kurucu unsuru olan Descartesçı rasyonelizm ile Bacobcı empirizm yani Hegel’in tabiriyle modern felsefenin iki partisinin de dünya tasarımı şimdiki zaman odaklıdır.

Bunun ne anlama geldiğini en iyi betimleyenlerden birisi Hegel’dir. Hegel Tinin Fenomenolojisi‘nin önsözünde 8. paragrafta modern çağda insanlıkta ve felsefede şimdiki zaman odağının nasıl kurulduğuna dikkat çekerken, insanlığın tininin “zorla” öbür dünyadan bu dünyaya döndürüldüğüne işaret ederken, bununla “Kopernikçi  Devrim” ile birlikte başlayan, tüm toplumsal, kültürel, ahlaki, siyasi vesaire devrimlere işaret eder. Türkiye’de cumhuriyetin kurulması dünya çapında yaşanan bu dünyevileşme devriminin bir parçasıdır. Bu nedenle Kant’ın gerçekliğin bir eleştirisi olarak kurguladığı ve Üç Eleştiri‘de ifadesini bulan felsefi eleştiri programı şimdiki zaman odaklıdır ve düşüncede devrim yapmayı amaçlarken aynı zamanda aydınlanmaya başlamış olan çağın pratik ilerleyişinin teorik olarak da önünü açmak olduğunu söyleyebiliriz. Buraya Türkçede pek bilinmeyen Pedagoji Üzerine adlı metninden bir pasaja dikkat çekmek istiyorum. Bu pasajda ifade edilen düşünce tüm eleştiri felsefesine bir çeşit anahtar niteliği taşımaktadır. Şöyle diyor Kant: “Biz disipline etme, kültür ve sivilleşme döneminde yaşıyoruz, fakat ahlakileşme döneminden hala çok uzaktayız.” Buna göre eğitimin amacı içinde bulunduğumuz çağda insanları toplumsallaştırmaktır, sivilleştirmektir. Onları kültürlü varlıklar haline getirerek aynı zamanda ahlaklı varlıklar olmalarının koşulunu da sağlamak amaçlanmaktadır. İnsanların ahlaki olabildiği çağ gerçek anlamda “aydınlanmış çağ” olacaktır. Ve bundan ne yazık ki hala çok uzaktayız. Kant’ın eleştiri felsefesinin içeriği ve amacı bu bir cümlede saklıdır. Hegel, Tinin Fenomenolojisi‘nin önsözünde paragraf 11’de “çağımız bir doğum ve yeni bir döneme geçiş çağıdır” derken Klasik Alman Felsefesi’nin Kant’tan beri oluşan içeriğine dikkat çekiyor aynı zamanda.

“Sapere Aude!” Çağrısı Neden Yapılır?
“Düşünmeye Cesaret Et!” Çağrısı Ne Anlama Geliyor?

Kant Aydınlanmacılığı insanın kendisinin sebep olduğu yani kendisinden başka kimsenin sorumlusu olmadığı reşit olmama durumundan çıkma olarak tanımlıyor. Reşit olmama durumunu Kant, insanın “kendi anlama yetisini bir başkasının katkısı olmadan kullanamama” olarak tanımlıyor. Bu belirlemesiyle mantıksal olarak tutarlı bir şekilde “sen kendi aklını kullanmaya cesaret et!” çağrısında bulunuyor. Kant’ın özellikle bu çağırıyı yapmasının somut bir bağlamı var. İnsanlara her taraftan düşünmeyin emri yağıyor. Örneğin subay askerlere “düşünmeyin, talim yapın!” diye emreder. Maliyeden sorumlu olan, yurttaşlara “düşünmeyin, ödeyin!” diye emreder. Din adamı  “düşünmeyin, inanın!” diyor. Bunların hepsi insanların üzerinde “efendi” pozisyonunda ve insanlara, düşünmeyin, emirlere uyun!, diye emrediyorlar.

Buna karşın “(d)ünyada yalnızca tek bir efendi: istediğiniz kadar ve istediğiniz konuda düşünün; fakat itaat edin!” diyor. Bu ‘efendi’ Büyük Friedrich’dir. Kant, çağını “Aydınlanmacılık Çağı” olarak tanımlarken, onu çekinmeden aynı zamanda “Friedrich’in yüzyılı” olarak tanımlar.

Büyük Friedrich çoğu Aydınlanmacı filozofun toplum ve siyaset felsefesi çerçevesinde tanımladıkları “aydınlanmış despot” düşüncesinin en iyi örneği olarak alınır. Bununla ilişkili olarak da onun kral olarak bulunduğu Prusya despotizmi dönemi “aydınlanmış despotizm” dönemi olarak kabul edilir. Fakat Büyük Friedrich aslında dünya tarih sahnesinin trajik bir figürüdür. Büyük Friedrich’in babası ünlü filozof Christian Wolff’u idam ile tehdit ederek Prusya’yı 48 saat içinde terk etmesini emreden I. Friedrich Wilhelm’dir. Bu kral bilim ve felsefe düşmanı olarak bilinir ve Prusya’yı büyük bir askeri güç haline getirdiği için “asker kral” olarak anılır. Müzik ve felsefe ile ilgilenen, edebiyatı seven Büyük Friedrich babasının Prusya’da kurduğu düzeni dayanılmaz bulduğu için Fransa’ya kaçmak ister. Fakat refakatçisi ile yakalanır. Gözlerinin önünde refakatçisinin kafası kesilir. Kendisi kurşuna dizilme tehlikesiyle savaş mahkemesinde yargılanır. Fakat sonra her şey yoluna girer ve 1740 yılında kral olarak tahta oturur.

Büyük Friedrich’in trajik bir figür olması onun kraliyet dönemi ile ilgilidir. Büyük Friedrich Machiavelli’ye karşı ünlü “Anti-Machiavelli” denemesini yazmıştır ve kralları uyruklarının hükümdarı olarak değil, hizmetçileri olarak belirlemiştir. Fakat tahta çıktıktan sonra mutlakiyetçilik ilkesini vücuda getirmiştir. Yaşam tarzı bakımından Epikürosçuluğu savunmaktadır, fakat Stoacı olarak yaşamak zorunda kalmıştır. Fransa ile ilgili olan her şeyi seven birisi olarak Fransa’ya karşı savaş yürütmüştür. İşte bu nedenle yani hep olduğunun tersi olmak, yapmak istediğinin hep tersini yapmak zorunda kaldığı için dünya siyaset tarihinin trajik figürlerinden birisidir. Fakat ünlü Aydınlanmacı Fransız tıpçı ve filozof Julien Offray de La Mettrie öldüğünde hakkında kaleme aldığı denemesi onu felsefi bilgi bakımından döneminin doruk noktalarından birisi olarak göstermiştir. Bu nedenle Büyük Friedrich “aydınlanmış despot” olarak da anılır ve “asker kral” olarak anılan babasının tersine “filozof kral” olarak bilindiği için de Prusya despotizmi onun tahtta oluşu nedeniyle “aydınlanmış” olarak anılır.

İşte bu nedenle yani sistemin her tarafından yurttaşlaram “düşünme, emirlere uy!” sloganı yükselirken, Büyük Friedrich “istediğiniz kadar ve istediğiniz konuda düşünün; fakat itaat edin!” demekle düşünmeye cesaret etmeye çağırmış olmaktadır. Ve bu çağrının cesaretlendirdiği düşünme eylemi Kant’a göre insanlığın içinde bulunduğu mevcut durumdan çıkması için en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Zira düşünme yetisini kullanmasını bilmeyen ne içinde bulunduğu mevcut durumun reşit olmama durumu olduğunu ne de bu durumdan çıkışın nasıl mümkün olabileceğini bilebilir.

Kant veya Foucault: ‘Klasik Aydınlanmacılık’ mı yoksa ‘Yeni Aydınlanmacılık’ mı?

Kurulmuş olan geleneksel feodal sistemin her tarafından yurttaşlara karşı “düşünme, emirlere uy!” sloganı yükselirken, Büyük Friedrich bizzat babasının kurduğu sistemin karşısında “istediğiniz kadar ve istediğiniz konuda düşünün” diye seslenir. Yeter ki “itaat edin!” diye ekler koşulunu. Yasalar, tüzükler, kurallar, formüller; kısacası, kurulu düzen bir bütün olarak düşünmeyi yasaklamıştır. Kant’a göre insanın düşünmesini engelleyen tüzükler, formüller “insanın doğa tarafından bahşedilen yetilerinin bir mekanik veya daha çok kötüye kullanımıdır, ebedi reşit olmama durumunun ayak kelepçeleridir.” Büyük Friedrich kuşaklar arası kopuşa iyi bir örnektir. Babasının darağacıyla tehdit ederek ülkeyi 48 saat içinde terk etmek zorunda bıraktığı Aydınlanmacı filozof Christian Wolff’u danışmanı (Geheimrat) olarak atar. Büyük Friedrich sistem veya yapı ile özne arasındaki ilişkinin incelenmesine dair örneğin Georgi Plehanov tarafından Tarihte Bireyin Rolü Üzerine adlı eserinde önemli tarihsel bir örnek olarak alınır. Sistem feodal ve gericidir. Fakat sistemin başındaki kral

“aydınlanmış despottur” ve toplumunu yeni ve ileri bir çağa taşımak istemektedir. Kant bu durumda ‘sapere aude!’ çağrısı yapmıştır.

Kant’ın bu çağrısı elbette Descartes’ın “düşünüyorum, o halde varım” özdeyişini hatırlatır. Descartes’ın bu belirlemesi bazen bağlamından koparılır ve sanki kilisenin tahakkümünün gerekçelendirmesiymiş gibi sunulur. Fakat unutmayalım ki Ortaçağ’ın en yüce erdemi inanma idi. Descartes inanmanın karşısına bilgiyi mümkün kılan düşünmeyi en yüce erdem olarak koyar. Ve ancak bilgi ve düşünceye dayanan inanmayı tek mümkün inanç biçimi olarak kabul eder. Öyleyse ‘sapere aude!’ çağrısı aynı zamanda herkesin kendisinde de gerçekleştireceği toplumun bir bütün olarak içinde bulunduğu cehaletten bilgilenerek çıkışa bir çağrıdır. Fakat bu söylenenler yukarıda Büyük Friedrich ve onun “aydınlanmış despotluğu” hakkında söylenenlerin ışığında alınınca Kant’ın ‘sapere aude!’ çağrısı aslında aynı zamanda aydınlanmaya açık, aydınlanmayı mümkün kılan ‘yeni ve daha uygar bir çağa geçmeye cesaret et’ çağrısı olarak da alınabilir. Bu çağ insanın ahlakileşeceği çağa doğru ilerleyişin de önünü açacaktır.

Teker teker insanların kendilerini, onların “neredeyse doğası olmuş olan reşit olmama” durumundan kurtarması oldukça “zordur”. Mümkündür, fakat çok zordur. Fark edileceği gibi Kant’ın vurgusu sisteme, yapıyadır. Bu nedenle örneğin Foucault’dan farklı olarak aydınlanmayı herkesin kendi çabasına bırakmak yerine bir bütün olarak sistemin değiştirilmesine yapar. Fakat Kant teker teker insanları kendilerini aydınlatma yükümlülüğünden muaf tutmaz. Elbette herkes ancak kendisini aydınlatabilir. Kant, toplumsal yapılar, ilişkileri, süreçler aydınlatılmadığı sürece  teker teker bireylerin aydınlanma çabasının rastlantısal olacağına dikkat çeker. Bir toplumun yani Kant’ın tabiriyle “bir kamuoyunun eğer ona özgürlüğü verilirse kendi kendisini aydınlatması daha çok mümkündür, hatta neredeyse kaçınılmazdır.” Buna karşın Foucault post-yapısalcı tutumuna uygun olarak değişimin nesnesi olarak yapıları ve süreçleri düşünmenin kapsamının dışında tutar. Foucault’ya göre “eleştiri artık evrensel değerlere sahip biçimsel yapıların aranması için değil, fakat daha çok, kendimizi, yaptığımızın, düşündüğümüzün, söylediğimizin öznesi olarak kurduğumuz ve tanıdığımız olayları tarihsel sorgulayan olarak uygulanacaktır. Bu anlamda bu eleştiri, aşkınsal değildir ve amacı metafiziği mümkün kılmak değildir…” Foucault burada “eleştiri, aşkınsal değildir” derken, önermiş olduğu ‘yeni aydınlanmacık’ açısından değişimini konusunun artık yapılar ve süreçler olmadığını ima ediyor. Yani Foucault’ya göre, Marksçı kavramlarla ifade edecek olursak, ‘yeni aydınlanmacılık’ değişimin nesnesi olarak “üretim biçimini” ve “üretim ilişkilerini” tamamıyla düşünümün dışında bırakmaktadır. Foucault sınıf kavramının yerine kendi başına çabalayan bireyi koymaktadır. Buna uygun olarak da ‘yeni aydınlanmacılık’ açısından “metafiziği mümkün kılmak”, metafiziğin nasıl mümkün olduğunu araştırmak bir amaç değildir, yani bireyleri aşan yapılara ve süreçlere yönelen felsefi bilinç durumlarının kurulması anlamsızdır. Böylelikle Foucault Kant’ın kamusallık dediği ve benim toplumsallık değim toplumsal özneyi hiçlikte çözmektedir. Oysa Kant kalıcı değişimlerin ancak yapıların, ilişkilerin ve süreçlerin ilkesel olarak değişmesiyle mümkün olacağını düşünmektedir. Bu konuyu Frankfurt Okulu bağlamında da Modern Felsefe adlı kitabımda (s. 109-114) ayrıntılı olarak tartıştım.

Doğa insanı kendi başına düşünebilmesi ve davranabilmesi için gerekli yetilerle potansiyel olarak donatmıştır. Kant’ın kendi tabiriyle söyleyecek olursak doğa insanları “yabancı yönlendirmeden muaf etmiştir”. Fakat insanlar korkak veya tembel, korkak ve tembel oldukları için, hatta bu onların “neredeyse doğası” olduğu için, doğanın kendilerini donattığı yetilerini geliştiremezler, onu aktüel ve işler hale getiremezler. Böylece insanların tüm üstün yetileri çöker ve çürür. Reşit olmama durumu yani başkasının yardımı olmadan anlama yetisini kullanma becerisinden yoksun olma durumu, alışkanlık halini alır ve sonunda insanların severek katlandıkları bir durum halini alır. Kendi durumunun, kendi halinin bilincinden olmayan, kendi kendinin de bilincinde olmaz, bir öz-bilinç geliştirme olanağından yoksun olan birisinin kendisini bilmesi de mümkün olmayacaktır.

Böyle bir insanın “korkak ve tembel” olmasından daha ‘doğal’ bir şey olamaz. Tembel olurlar, çünkü zamanında işler kılınmamış, dolayısıyla çürümeye yüz tutmuş olan anlama yetisini sonradan çalıştırmaya girişseler de bunu, bir yöntemden yoksun oldukları için de çoğu kez başaramazlar ve kendilerine yenik düşerler. İnsanların anlama yetileri böylece zamanla tembelleşir, en sıradan yargılarda bulunmaları bile olanaksızlaşır ve giderek işlemez olur. Korkak olurlar, çünkü anlama yetisini kullanmasını bilmeyen insanların korkak olmaktan başka seçenekleri yoktur. Burada söz konusu olan korkaklık, insanın kendisini dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı koruması için, dikkatli olmak amacıyla bir nevi bir erdem olarak geliştirdiği korkaklık değildir. Burada Kant’ın işaret ettiği korkaklık, durumunu bilmezlikten, kendini bilmezlikten, ne olacağını bilmezlikten kaynaklanan korkaklıktır. Ve elbette bu durumda bütün bunları bildiğini sandığı otoritelerden kaynaklanan korkaklık da eklenir. Anlama yetisini kullanma becerisinden yoksun olma; alışkanlık sonucu doğal hal almış olan tembellik ve korkaklık; ve bundan kaynaklı olarak mutluluk yanılsaması yani mutsuzluğu mutluluk olarak algılayan bilinç yanılsaması sonucu “vasiler” (Vormünder) insanlığın büyük çoğunluğu üzerinde gözetim ve kontrol (Oberaufsicht) kurar. İnsanlığın büyük çoğunluğunun içinde kadınların yani “güzel cins”in (das schöne Geschlecht) tamamı bulunmaktadır. Kant’ın burada “vasiler” olarak tanımladığı Platon’un ve Thomas Aquinas’ın “çoban” olarak betimlediği krallardan başkası değildir. Kant metninde kimi kastettiğini açıkça belirtmek yerine “başkaları” kavramını kullandığı için, ünlü akşam yürüyüşlerini sıkça beraber yaptığı ve eski bir öğrencisi olan Johann Georg Hamann tarafından “cesur” olmamakla suçlanmıştır. Hamann’a göre Kant herkesi cesur olmaya çağırmaktadır, fakat kendisi cesur davranıp, kimi kastettiğini açıkça söylememektedir. Ama Kant’ın metninden kimlerin kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca Kant içerik bakımından son derece açıktır ve sözünü de esirgememektedir. Örneğin “vasiler” insanlar üzerinde tahakküm kurunca onlara kendilerinin

“ev hayvanı” gibi davranırlar. Onları “önce aptallaştırdıktan ve bu sakin yaratıkların içine kapattıkları koşum arabasının dışında hiçbir şekilde kendi başlarına yürümeye kalkmamalarını için dikkatlice önlem alırlar; bu amaçla sonra onlara, eğer kendi başlarına yürümeye kalkarlarsa, tehlikeyi gösteriyorlar.” Fakat Kant’a göre tehlike göze alınmaya değer. Zira mesele özgürlük meselesidir. İnsan kendi başına yürümeye çalışırken hiç kuşkusuz birkaç defa düşebilir. Ama sonunda yürümesini muhakkak öğrenecektir.

Aydınlanmacılığı Hangi Anlamda Almalıyız?
Aklın Kamusal ve Özel Kullanımı Arasındaki Ayrım Ne Anlama Gelmektedir?

Peki, Kant’a göre Aydınlanmacılık nedir? Kant’ın söz konusu metni okunup bitirildikten sonra genellikle akılda yazının ilk cümlesi kalıyor: “Aydınlanmacılık, insanın kendisinin sebep olduğu reşit olmama durumundan çıkıştır.” Bu cümle genellikle ezbere bilinir ve söylenir.

Kant reşit olmama durumunun ne anlama geldiğini, reşit olmamanın ne demek olduğunu insanın bizzat kendisinin edimlerinin ve tutumlarının sonucu olarak betimler. Sonra reşit olmama durumundan çıkış için perspektifsel bir politik yönelim ve uygulama önerir. Bu bağlamda ünlü aklın “kamusal kullanımı” ile aklın “özel kullanımı” arasında ayrım yapar. Kant’ın bu ayrımı yapmadan önce reşit olmama durumundan çıkışın sonunda durumun ne olacağına ve buna ulaşmanın yolunun ve yönteminin ne olduğuna ilişkin açıklaması gözden kaçtığı zaman sonrasında söylenenlerin anlaşılması mümkün olmuyor. Hatta anlamsız çok anlamsız bile gelebiliyor. Zira Kant’ın reşit olmama durumundan çıkışın sonunda oluşacak olan duruma ve bu duruma ulaşmanın yolunun ve yönteminin ne olduğuna ilişkin açıklaması gözden kaçarsa, aklın kamusal ve özel kullanımına ilişkin yapmış olduğu ayrım reşit olmama durumunun idarecileriyle yani vasileri ile bir çeşit uzlaşmacılık (konformizm) olarak bile algılanabilir.

Reşit olmama durumundan çıkış ne anlama gelmektedir, bunun sonunda oluşacak olan durumu hangi anlamda almalıyız? Kant hedefe yerleştirdiği durumu nasıl betimliyor? Kant, kamuoyunun geçmişini, mevcut durumunu ve geleceğini ilgilendiren konular hakkında düşünümlerinde özgür bırakılırsa kamusal tartışma sürecinin sonunda en doğru olanı bulabileceğinden hareket ediyor. Hatta toplum kendisini ilgilendiren konularda kamusal veya ortak akıl yürütme konusunda serbest bırakılırsa, aydınlanması kaçınılmaz olacaktır. Zira bu durumda toplum demokratik bir şekilde farklı yaklaşımları ve görüşleri beraber tartacak ve sonunda muhakkak en doğru ortak akla ulaşacaktır. Hatta toplum kendini ilgilendiren konularda serbest bırakılırsa, meşruluğu geleneğe, dine, doğaüstü güçlere vesaire dayanan kralların yerine aydınlanma güzergahında kendisinin yönlendiricisi olabilecek kendi başına düşünme yetisini elde etmiş olan ‘doğal liderlerini’ de ortaya çıkarabilecektir. Kant, burada benim halkın ‘doğal liderleri’ olarak kavramlaştırdığım kişilerin niteliğini betimlerken reşit olmama durumundan çıkışın her bir insan için ne anlama geldiğini tanımlıyor. Şöyle diyor Kant: “…reşit olmama durumunun boyunduruğunu kendileri atıp kurtulduktan sonra her  insanın kendi değerinin ve mesleğinin değerlendirmesini yapacak bir tine göre kendi  başına düşünmesini kendi etraflarında yayacaklardır.”

Kant bu pasajda reşit insanı betimliyor. Reşit insanın başkasının yardımı olmadan kendi anlama yetisini kendi başına kendisinin kullanmasının ne anlama geldiğini tanımlıyor. Reşit insan yani başkasının yardımı olmadan kendi anlama yetisini kendi başına kullanabilen insan kıskançlık, rekabet duygusu, imrenme ve öykünmeden arınmış bir şekilde “kendi değerini ve mesleğini” kendisi değerlendirebilecektir. Eş deyişle böyle bir insan kendisi olacaktır, kendisini bilecektir. Dikkat edilirse Kant burada insanın kendini belirlemesi, kendi güçlerini ve yetilerini bulup keşfetme sürecinde hiçbir toplumsal yaptırımdan bahsetmemektedir. Burada söz konusu olan, yakından bakılırsa görülecektir, Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi, Ahlakın Metafiziğinin Temellendirilmesi ve Ahlakın Metafiziği‘nde (özellikle Erdem Öğretisi‘nde) ahlaka dair geliştirdiği düşüncelerin bir özü, özeti verilmektedir: Reşit insan kimdir, nasıl düşünür ve nasıl davranır?

Yukarıda aktardığım pasajda Kant reşit topluma ilişkin herhangi bir tanımlama işine girişmiyor. Böyle bir toplum aydınlanmış ve insanların gerçekten ahlaki olabilecekleri bir toplum olacaktır. Böyle bir toplumun oluşması yine toplumsal bir süreçtir. İşte, Kant’ın aklın kamusal kullanımı ile özel kullanımı arasındaki aslında çelişki dolu ayrımı bu süreç bağlamında anlam kazanmaktadır. Bu ayrım çelişki doludur, çünkü gerek özel kullanımda gerekse kamusal kullanımda kullanılan aynı akıldır. Bir alanda yani kamusal alanda özgür olması ve özel kullanımda yükümlülüklere boğulması anlaşılır değildir. Fakat söz konusu çelişki Kant’ın düşünsel çelişkisi değildir. Aydınlamış topluma geçiş sürecinin kendisi çelişki dolu bir süreçtir. Kant aklın kamusal kullanımını özgürleştirmek istemekle feodal sistemin hemen hiç tanımadığı kamusallığın oluşmasını amaçlamaktadır. Kamusallığın oluşması, toplumsallığın aydınlanmış çağa doğru ilerlemesinin de koşuludur. Bu süreçte aklın özel kullanımına getirilen sınırlar ancak dişler sıkılarak kabul edilebilecek bir şeydir. Kant’ın tüm felsefi külliyatı böyle kamusal bir özgürlük perspektifinin yakalanması ve bu yönde güzergahın önünün açılmasına dairdir. Kant’ın biyografisinin yazarı Arseni Guliga’ya Aydınlanmacı projenin üç sütun üzerinde yükseldiğine dikkat çekiyor. Bunlar; birincisi en iyi toplumsal düzen nedir ve bu nasıl mümkündür sorusu etrafında şekillenen düşüncelerdir. İkincisi; bilginin temellendirilmesi ve yayılması ile aydınlanmanın sağlanması. Bu ise kamusallığın oluşması ve eğitimle mümkündür. Üçüncüsü; insanlığın aydınlanmış çağa ereceğine dair iyimser bakış. Bu bağlamda değişimin zorunlu ve mümkün olduğunun temellendirilmesi yapılmaktadır. Bu çaba modern felsefede, Hegel’in üst uğrağını temsil ettiği diyalektik felsefenin kurulmasına götürecektir. Bu kadar çelişkili olan bir dünyanın kavranması ve yine çelişkilerle dolu olan değişim sürecinin başka türlü örgütlenmesi mümkün değildir. Kant’ın yukarıda genel hatlarıyla tartıştığımız makalesinin üzerinde yükseldiği bu üç sütundur. Yukarıda sunduğumuz bakış bu farklı perspektiflerden okunmaya, zenginleştirilmeye, derinleştirilmeye ve tamlanmaya açıktır ve muhtaçtır.


[*] Elinizdeki yazı Bilim ve Ütopya dergisinin Mart 2021 (27/321, s. 19-26) sayısında yayınlanmıştır.

[2] Ülkemizde ne yazık ki pek bilinmeyen, fakat Klasik Alman Felsefesi üzerine çok önemli eserler vermiş olan Arseni Guliga için bkz.: http://filosofia.dickinson.edu/encyclopedia/gulyga-arseny/ (erişim: 12.02.2021). 3 Arseni Guliga, Immanuel Kant, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a.M., 1985, s. 7.

Doğan GÖÇMEN