“Hakikati yüksek sesle söyleyenler, önce yalnız kalır, sonra susturulur; ama sonunda tarih onları ayakta alkışlar.”
Sokrates, antik Yunan düşünce dünyasının temel taşlarından biri, bilgelik arayışının cesur yolcusudur. M.Ö. 5. yüzyılda Atina sokaklarında dolaşarak insanlara soru soran bu filozof, gerçeği bulmanın en etkili yolunun sorgulamak olduğuna inanıyordu. Yazılı hiçbir eser bırakmamış, düşüncelerini öğrencileri aracılığıyla bize miras bırakmıştır. Onun felsefesi, ezberleri bozmak, görünene değil özü olana ulaşmaktı. “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, hem alçakgönüllülüğünü hem de hakikate duyduğu derin saygıyı özetler. Sokrates, yalnızca bir filozof değil, düşüncenin kendisidir ve düşünmekten korkmayan herkesin çağdaşıdır.
Sokrates, Atina demokrasisinin altın çağında yaşamış bir düşünürdür; ancak tarihe, bir “zehir içirilerek susturulmuş hakikat” olarak geçmiştir. Onun suçu, gençleri “yoldan çıkarmak” ya da tanrılara inanmamak değildi aslında. Onun asıl suçu, aşırı haklı olmaktı. Göz önünde, herkesin susmayı seçtiği bir çağda, o sormaya devam etti: “Emin misin?” “Gerçekten biliyor musun?” “Adalet nedir?” Bu sorular, yalnızca düşünceye değil, düzenin çürümüşlüğüne de ayna tuttu. Ve işte o ayna, kırıldı. Çünkü toplumlar, çoğu zaman kendi çirkinliğini gösteren aynalara düşmandır.
Bugün, aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen hakikatin sesi hâlâ hedef alınmakta. Sokrates’in idamı belki fizikseldi, ama modern dünyada bu “idam” daha sinsi, daha rafine yöntemlerle sürdürülüyor. Artık zehir kadehi yok, ama linç kültürü var; artık mahkeme salonları değil, sosyal medya mahkemeleri var. Aşırı haklı olanlar, yani düşünceleriyle sarsanlar, bugün de sistemin konforunu bozan rahatsız edici figürler olarak görülüyor. Onlar ya görmezden geliniyor, ya da itibarsızlaştırılarak yalnızlaştırılıyor. Gerçeği yüksek sesle söylemenin bedeli; işini kaybetmek, dışlanmak, etiketlenmek hatta yaşamdan soyutlanmak olabiliyor. Çünkü gerçeği söylemek, sadece bir ifade değil, bir meydan okumadır ve çoğu zaman toplum, meydan okuyanları değil, boyun eğenleri ödüllendirir.
Bu çağda düşünceyle, hakikatle ortaya çıkmak hâlâ tehlikeli bir eylemdir. Bilimin, sanatın ya da sade yurttaşın sesi; eğer mevcut düzenin ya da çoğunluğun konforunu zedeliyorsa, o ses tehdit olarak görülür. Tehdit ise her zaman susturulmalıdır – tarih boyunca bu ilke değişmemiştir. O yüzden bir düşünürün söyledikleri ne kadar doğruysa, başına gelecekler de o ölçüde ağır olur. Bugün de susmayı reddedenler; susturulmaya çalışılıyor. Bazen sansürle, bazen ekonomik baskıyla, bazen de yalnızca sessizlikle boğuluyorlar. Oysa tarih gösteriyor ki, hakikat geçici olarak susturulabilir ama asla sonsuza dek yok edilemez. Çünkü düşünce, bir kez doğduğunda artık kimsenin mülkiyetinde değildir; onun ışığı, en karanlık zamanlarda bile bir yerlerde yanmaya devam eder.
Modern çağın en etkili susturma biçimi, bir insanı tamamen gözlerden silmek, onun varlığını görmezden gelmek, sesini kısmak ve fikirlerini marjinalleştirmektir. Eskiden filozoflara zehir içirilirdi, şimdi ise onları görünmez kılarak, etkisizleştirerek, fikirlerini “uç” ya da “aykırı” etiketiyle itibarsızlaştırarak cezalandırıyoruz. Susturmak, artık yüksek sesle değil; sessizlikle yapılan bir eylem haline geldi. Kimi zaman bir düşünür konuşur ama kimse onu duymaz; kimi zaman hakikati yazan bir kalem, okunmadan çekmecelere kilitlenir. Bu da en az fiziksel idam kadar acı vericidir. Çünkü insan, bedeniyle değil, sesiyle yaşar.
Hakikat, kolay taşınabilir bir yük değildir. O; rahatsız eder, yerinden oynatır, alışılagelmiş olanı sorgulatır ve çoğu zaman ezberleri bozar. Bu yüzden insanlar, hakikati değil, huzuru seçme eğilimindedir. Ancak bu “huzur”, bir yanılsamadır; çünkü hakikatten kaçılarak kurulan her düzen, çürümeye mahkûmdur. Günümüzde “aşırı haklı” olanlara çoğu zaman yaşama hakkı değil, yalnızca susma hakkı tanınır. Çünkü onların varlığı bile bir aynadır ve o aynada toplumun görmek istemediği çelişkiler, adaletsizlikler, sahte inançlar görünür hale gelir. Kimse bu aynaya bakmak istemez. Bu nedenle gerçekleri dile getirenler, kahraman değil, tehdit olarak görülür. Onların haklılığı arttıkça, toplumun tahammülü azalır. Ve sonunda ya yalnızlaştırılırlar ya da simgesel olarak “idam” edilirler. Çünkü hakikatin karşısında en büyük savunma mekanizması, kulakları tıkamaktır.
Oysa ilerlemenin temel taşı, işte o aşırı haklılardır. Onlar sayesinde paradigmalarda değişim olur. Galileo, “Dünya dönüyor” dediğinde, Newton “doğa yasaları vardır” dediğinde, her biri çağının aşırı haklısıydı. Önce dışlandılar, sonra susturuldular, ama sonunda tarihe yön verdiler.
Bu yüzden bugün de sorulmalı: Sokrates yeniden yargılansa, biz hâkimler arasında mı olurduk, savunmasında mı?
- Kent Planlamasında Sosyologların Rolü: Diyarbakır Örneği - 22 Mayıs 2025
- Sırrı Abi: İnsanlığın Soluğu - 8 Mayıs 2025
- Aşırı Haklı Olmak: Düşüncenin Suç Sayıldığı Bir Dünya - 21 Nisan 2025