Kenarında geçip giderken dünyanın, ölmek için acı çekiyoruz. Ne istediğimiz için dünyaya geliyoruz ne de kendi isteğimizle ayrılıyoruz bu dünyadan. Aşkı, üzüntüyü, acıyı, kederi ve ölümü bu iki çizgi arasına sığdırıyoruz. Çoğu zaman bizi kedere boğan, göğsümüzün üstüne bir yumruk gibi oturan, nefesimizi kesen duygulardan kaçıyoruz.
Hep başkalarından istiyoruz; Memnuniyeti, sevilmeyi, birilerinin bizi sürekli övmesini, alkışlamasını. Birileri bize aşık olsun, ayrılırsak önce biz ayrılalım ki acı çekmeyelim istiyoruz.
Acıyı, ayrılığı nasıl karşılıyoruz?
Sevdiğimiz kişinin bizi terk etmesi, sevdiğimiz bir eşyayı kaybetmemiz, sevdiğimiz bir kişinin ölümü karşısında önce şok sonra inkâr mekanizmamızı devreye sokuyoruz. Çünkü öteki ile aramızdaki bağın hasar görmesine dayanamıyoruz. Sonra ne mi oluyor? N’olacak ki acının dibine vuruyoruz.
Gerçek yaramızın acısını dindiremediğimiz için de bütün enerjimizi kaybettiğimiz bize acı veren o nesnenin tasarımına yatırıp daha sonra onunla bağ kurmayı unutuyoruz, o imgenin sesi, görüntüsü, bize hissettirdiği duygu; bedenimizde, zihnimizde, beynimizde hiç bitmeyen bir yasa dönüşüyor. Ta ki o acıyla bağ kurup o acıyı gözyaşlarına, sözlere ya da benim gibi yıllar sonra yazıya dökene dek. Bunu yapmadığımız sürece de hiç bitmeyen yaslarımız, acılarımız olur, oluyor da.
Her kayıp geçmişteki kayıpların hortlamasını sağlıyor, o acıyı alıp bedenimizde gezdiriyor. Acıyı her defasında bu kadar derinden duymak perişan ediyor insanı.
Bir de aldatılmak var tabii. Aldatıldığımızda yeniden yetim kalırız. Çocukluğumuzda bizi terk edenleri yeniden hatırlar ve bizi sürekli aldatan biri ile ilişkimiz sürdürür, terk edilmenin yeni yolarını ararız. Böylece geçmişimiz yaşadığımız hayatın kaçak yolcusu olur. Ruhlarımızı başkalarının silahlarıyla kurşuna dizeriz.
Bütün bunları yaparken hiç durmadan aşk acısından yakınırız. Oysa en büyük kötülüğün, bizim kendimize yaptığımız kötülük olduğunu bilmeyiz. Bu politik yaşamın renginde de kendini belirtir, çocukluğumuzda bize şiddet uygulayan, bize bağıran, çağıran, aşağılayan babamızın, öğretmenimizin, komşumuzun yerine politik figürleri koyarız.
Bu sefer de o politik figürlerin şiddetine, bağırmalarına bizi aşağılamalarına huşu ile alkış tutarız. Sonra onları da terk etmenin bir yolunu bulur, yeni politik figürler buluruz. Acımızın ana vatanında kendimizi kurşuna dizmekten, bıkmadan usanmadan aynı şeyi yapmaya devam ederiz. Bitmemiş yasımız, dinmeyen aşk acımız geçmişte donup kalan parçamızla kör topal yürümeye çalışırız. Tuhaf bir şekilde acıyı bedenimizde gezdirmek hoşumuza gider ama biz fark etmeyiz.
Yüreğimiz, ruhumuz gecelik yolcuların konakladığı handır artık. Aynı kişi tarafından sevilmeyi, eziyete uğramayı kabul etmişiz bir kere… Bu anayurdumuz çocukluğumuzun izleridir. Çünkü çocukluğumuzda da bize eziyet eden ve bizi seven ebeveynlerimizle aynı evde, aynı sokakta, aynı mahallede ve aynı kentte değil miydik? O zamanlar o mekânları terk etme şansımız yoktu. Onun için de çocukluğumuzun hapishanesi yetişkinliğimizin zindanı olmadı mı? Mesela biri bizi terk ettiğinde “ama onu çok seviyorum” deriz, bu da bizi hep aynı noktada tutmaya devam eder. Onun için acı çekmek ve sevmek arasında mazoşistçe bir bağlantı olduğuna inanıyorum. Olmak ve ölmek arasındaki çizgide o bağlantıda durduğumuz sürece acı çekmek için her zaman biz istemesek de biri geliyor, kapımızı çalıyor, kapıyı açtığımızın farkında olmuyoruz. Biz de kendi acı celladımızı hiç tereddüt etmeden eve alırız ve acıyı bedenimizde gezdirmekten vazgeçmeyiz.
Kuşkusuz kenarından geçip gittiğimiz dünyanın cilveleridir tüm bunlar.
- Yazar Takdir bekler mi? - 14 Ağustos 2024
- Kör İnanç ve Terör - 4 Ekim 2023
- Z Kuşağı ve Deprem! - 9 Şubat 2023