AKP Sonrasını Düşünmek – IX

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 25-26 Temmuz 2020 tarihindeki 37. Olağan Kurultayı’nda İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’ni açıklamıştı. Beyanname, partinin, 1923’te ilk asrını tamamlayacak ve ikinci yüzyılını yaşamaya başlayacak olan Cumhuriyet’e dair stratejilerini ortaya koymayı hedefliyordu. 13 ana başlığa sahip bu beyannamenin ilk maddesi mevcut hükümet sistemine dair eleştiri ve öneriler ile ilgili ilgiliydi. Beyanname’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) ile ilgili olarak şu ifadelere yer verilmekteydi:

1. “Yeni bir Anayasa ile Güçlendirilmiş Demokratik Parlamenter Sisteme geçilecektir.

Güçlü Demokratik Parlamenter Sistem için öncelikle geniş bir toplumsal mutabakat sağlanacak, her türlü vesayetten uzak, darbe hukukundan arınmış, gücünü milletten alan yeni bir Anayasa yapılacaktır. Bu Anayasada öncelikle;

1.1 Cumhurbaşkanının tarafsız olması sağlanacak, Partili ve yanlı Cumhurbaşkanı uygulamasına son verilecektir.

1.2 Kuvvetler ayrılığı esas alınacak, gerekli denge ve denetim mekanizmaları kurulacaktır. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı kesin olarak sağlanacak; Hâkimler ve Savcılar Kurulu, Anayasa Mahkemesi, yüksek yargı organları ve mahkemeler üzerinde yasama ve yürütmenin doğrudan ya da dolaylı vesayetine son verilecektir.

1.3 Yasa tasarı ve teklifleri TBMM komisyonlarında görüşülürken, uzmanların, ilgili meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin görüşleri mutlaka alınacaktır.

1.4 Düşünceyi ifade, örgütlenme ve basın özgürlüğü koşulsuz güvence altına alınacaktır. Meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları üzerindeki her türlü baskıya son verilecek, medya özgürlüğü evrensel ölçülerde güvence altına alınacaktır.

Partinin, 25 Temmuz 2021’deki MYK’sında kabul ettiği Demokratik Hukuk Devleti İçin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Rapor Taslağı -Bağımsız ve Tarafsız Yargı- Üzerine başlıklı raporu, bir anlamda, bir yıl önce kabul edilen İkinci Yüzyıl Beyannamesi’nin ilk maddesi ile ilgili detaylı bir çalışması olarak düşünülebilir.

Rapor, insan hakları, demokrasi ve hukuk sacayakları üzerinde yükseldiği ifade edilen “…denge ve denetim düzeneklerine dayanan, görev, yetki ve sorumluluk ilkelerini yansıtan, hesap verebilir bir parlamenter hükûmeti eksen alan ve erkler ayrılığı ile yargı bağımsızlığını vazgeçilmez kabul eden bir anayasa değişikliğinin gerçekleştirilmesi” amacıyla kaleme alınmış. Böylesi bir anayasa ve onun sınırlarını çizdiği bir parlamenter sisteme ulaşmak için yapılacak anayasa değişikliğinin başarıya ulaşması için Rapor, üç aşamalı bir ön çalışmanın planını ortaya koymakta.

İlk aşama fikrî aşama; bu aşama Rapor’da, “raporlama” olarak adlandırılmış “…öngörülen değişikliğin düşünsel altyapısının kurulması” olarak tanımlanmış. Anayasa değişikliğinin ikinci aşaması yeni anayasa metninin yazım aşaması (ya da Rapor’da geçtiği şekliyle, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Aşaması) olarak tanımlanmakta. “İkinci aşama[da], ‘demokratik devlet’ ekseninde parlamenter rejimin anayasal çerçevesini oluşturacak olan, ‘yasama-yürütme-yargı’ ile sınırlı bir anayasa taslağı” yazılması planlanmaktadır. Raporda, hazırlanacak böylesi bir metnin, “…hak ve özgürlükleri güvence altına almaya elverişli bir anayasal çerçeve” olmasına özen gösterileceği de vurgulanmaktadır. Raporda ayrıca “…yargı bağımsızlığına dayalı erkler ayrılığı düzeneklerini kuran bir Anayasa[nın], hak ve özgürlüklerin kullanılabildiği bir toplumsal düzenin ön koşulu” olduğu da vurgulanmakta. Raporda bahsi geçen üçüncü aşama, Hak ve Özgürlükler Aşaması ki bu aşamada “… hak ve özgürlükleri de kapsamına alan değişiklikler bütününü yansıtan bir taslağın en geniş katılımla yazılması ve tartışmaya açılması” hedeflenmekte[1]. Bu üç aşamaya yön veren üç de ilke belirlenmiş: Bilgi (doğru ve gerçek bilgi), katılımcılık (çalışmaları katılımcı bir anlayışla yürütmek) ve saydamlık (sürecin baştan sona saydam olması).

CHP’nin Demokratik Hukuk Devleti İçin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Rapor Taslağı tarihsel bir değerlendirme ile başlamaktadır. Bu bölümde Tanzimat’tan günümüze Osmanlı-Türkiye siyasal hayatı anayasal-parlamenter yapı üzerinden özetlenmektedir. Gayet açık, net, detaylarda boğulmadan derdini anlatabilen bir özet olduğunu belirtmeden geçmemeliyim. Tarihsel geri plan, bu konudaki zorlukların (Rapor’da geçen ifade ile “kırılmalar ve sorunlar”) ve kolaylaştırıcı faktörlerin (Rapor’da “kazanımlar” başlığında toparlanmışlar) serinkanlılıkla ortaya konduğu gayet güzel bir (tabi-i caizse) SWOT analizi ile devam etmekte; parti müstakbel yeni anayasa yazım sürecinin (yönetim bilimleri ağzıyla) “güçlü”, “zayıf” yönlerini eldeki “fırsatlar”ı ve olası “tehditleri” bir güzel sıralamakta. Tarihsel arka plan 1982 Anayasası’nın geçirdiği değişiklikleri de tarihsel bir perspektiften ele almakta. Güzel ki, bu başlıkta, bir sürü anayasa değişikliği kanunu tarih ve sayıları ile sıralanmak yerine belirli bir bağlam içinde toparlanmış durumda. Değişiklikleri kabaca üç başlıkta toplamış Rapor. 1987-2004 arasındaki anayasa değişiklikleri “TBMM’de uzlaşma yoluyla gerçekleştirilen değişiklikler” olarak adlandırılmış ve bu değişikliklerin “…yüzyıllık siyasal ve anayasal geleneğin ilerlemeci çizgisine koşut özellik taşımakta olduğu [ve] Avrupa anayasacılığı ile “ortak payda alanı”nı da pekiş[tirdikleri]” vurgulanmış.

Rapor’un tasnifine göre, 1982 Anayasası’nın geçirdiği değişikliklerin ikinci türü ise 2007-2017 arasındaki değişikliklerdir. “Demokratik olmayan ortam ve koşullarda sandığın araçsallaştırılması yoluyla kabul edilen değişiklikler, siyasal ve anayasal gelenekten uzaklaşma yönünde olduğu gibi Avrupa anayasacılık geleneğinden aşikâr biçimde ayrılma anlamına da gelmektedir.” 2017 Mühürsüz Referandumu[2] sonrası yürürlüğe giren değişiklikler Rapor’da apayrı bir yerde 2017 Anayasa Değişiklikleri ve Demokratik Hukuk Devleti Ekseninden Kopuş başlığında ele alınırlar. Rapor’da CHP 2017 değişikliklerinin “istismarcı değişiklikler” olduklarını vurgular.

Mühürsüz Referandum’dan İstismarcı Değişiklikler’e: 2017 ve sonrası

CHP bu Mühürsüz Referandum sonrası yürürlüğe giren değişikliklerin “Neden (sorunlar) ve sonuç (çözümler) ilişkisi bakımından, zaman (ortam ve koşullar), usul (biçim ve izlenen yol) ve içerik (kurum ve kurallar) yönlerinden” istismarcı değişiklikler olduğunu dile getirmektedir. Rapor ayrıca bu değişikliklerin “Anayasa hukuku, siyaset bilimi bakımından meşruluk sorunları” taşıdığını dile getirmekte bu meşruiyet sorunlarını “istismarcı anayasa değişikliği”, “istismarcı geçiş süreci” ve “istismarcı uygulama” başlıkları altında toparlamaktadır.

Rapor, Anayasa değişikliğinin bizzat kendisinin “istismarcı” olduğunu dile getirmekte ve bunu “Anayasa değişikliğini engelleyen ortam ve koşullar gözetilmemesi”, “OHAL’de anayasal kamuoyu oluşmaması” ve “2017 değişiklikleri, demokrasinin asgari standartları ile bağdaşmaması” (hükûmetin lağvedilerek Osmanlı Devleti- Türkiye Cumhuriyeti mirasının reddedilmesi, parlamenter rejim kaldırılması, yasama yetkisini devir yasağının ihlal edilmesi, yargı bağımsızlığının kurumsal güvencesinin kaldırılması ve kişiselleştirilen iktidarın, hesap vermekten bağışık tutulması) ile ilişkilendirmektedir. Sonuç olarak “Devlet yönetiminde tarihsel kopuşa yol açan 2017 Anayasa değişikliği, olağanüstü ortam ve koşullarda dayatmacı bir yol ve yöntemle yapıldığından, ülkedeki demokratik gelişimin ve anayasacılığın kendi doğal tarihsel sürecini mecrasından saptırmıştır. Anayasal ve siyasal tarihimizde -askerî yönetimler dâhil- ilk kez kurul halinde siyasal karar alma usulleri kaldırılarak, Devleti temsil ve hükûmet yetkileri tek kişide birleşmiş, bu kişinin parti genel başkanlığı nedeniyle siyasal münavebe yolunu tıkamaya yatkın, antidemokratik bir kurgu uygulamaya konulmuştur. Kayda değer bir anayasacılık deneyimi ile karşılaştırmalı anayasa hukuku incelemelerinde de yerini almış olan Türk anayasa hukuku, 2017 değişikliği ile demokratik hukuk devleti ile bağdaşmayan bir mecraya yönelmiştir. Kolektif siyasal karar usulünün yokluğunun yönetilememe sonucunu doğurduğu, uygulama ile doğrulanmıştır.”

“Anayasal” Devlet”ten “Anayasalı” Devlete

Rapor, Mühürsüz Referandum ile inşa edilen yapının Türkiye’yi üç koldan bir anayasal devletten (hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı, anayasanın hukuk hiyerarşisinin en üstünde yer aldığı, yargı bağımsızlığının garanti edildiği bir devletten) bir anayasalı devlete (şeklen, kâğıt üzerinde, görünüşte bir anayasası olan, bir otoriter devlete) doğru dönüştürdüğü tespitini yapıyor. Rapora göre Anayasal devletten anayasalı-otoriter bir yönetime geçiş, üç ayrı koldan beslenmektedir:

  1. Anayasa’nın iç tutarlılığını ortadan kaldıran, demokratik hukuk devleti ile bağdaşmayan düzenlemelerden (2017 düzenlemeleri ve özellikle Anayasa’nın 104., 105. ve 159. maddelerinde yapılan değişiklikler.)
  2. 2017 değişiklikleri sonrasındaki çoğu Anayasa’nın 2. maddesine aykırı, gayrı resmî talimat, fiili durum ve keyfilik temelli uygulamalardan ve
  3. Bizzat 2017 değişikliğinin kendisine aykırı uygulamalardan.

Rapor, yaşamakta olduğumuz sorunların, 1982 Anayasası’nın değiştirilmesiyle değil, bizzat yeni bir anayasanın yazılması ile aşılabileceği düşüncesini paylaşmaktadır. Yeni bir anayasanın gerekliliği raporda 8 ayrı nedende özetlenir. Yeni bir anayasayı elzem ve zarurî hale getiren sebepler şöyle sıralanırlar:

  • Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, yürütmeye bağımlı bir organa çevrilmesi, yargı bağımsızlığının yok edilmesi gibi demokrasinin asgari koşulu olan erkler ayrılığının artık tamamen rafa kaldırılmış olması.
  • Yasama organının yürütmeyi denetleme mekanizmalarının kaldırılması, yürütme bünyesinde ortak akla dayalı hükûmetin lağvedilmesi, bütün önemli kararların, denetlenmeyen tek bir kişiye teslim edilmesi ve Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlardan dolayı yargılanmalarının zorlaştırılmaları gibi nedenlerle sistem içindeki “denge ve denetim mekanizmaları”nın kaldırılmış olması,
  • Halk egemenliğinin varlığının asgari bir gereği olan hesap verebilirlik ilkesinin yok edilmesi nedeniyle, yöneticiler açısından görev, yetki ve sorumluluk ilişkisinin, yürütmenin yasama organı önündeki sorumluluğunun kaldırılmış olması,
  • Demokratik toplumun temeli olan siyasî ifade özgürlüğü ve siyasî partiler arasında eşit rekabetin kaldırılması, Cumhurbaşkanı’nın parti genel başkanı olması ve yargının bağımsızlığını yitirmesi,
  • Keyfî şekilde koyulup kaldırılan, yorumlanan, uygulanan ya da uygulanmayan kurallar yüzünden, hukukî belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerinin kaybolması,
  • Temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olması gereken yargının, bağımsızlığını yitirmesi sonucunda, bizzat bir hak ihlali kaynağına dönüştürülmesi,
  • Kamu hizmetine girmede kanun önünde eşitlik ve liyakat ilkelerinin etkisiz kılınması ve
  • Anayasa, toplumda hukuka olan inanç ve saygıyı yok edecek şekil ve ölçüde, iç tutarlılığını yitirilmesi.

CHP Ne Öneriyor?

CHP önerilerini yasama, yürütme ve yargı başlıkları altında toparlamış ve söz konusu Rapor’da bunları detaylı bir şekilde tartışmıştır. Yürütme ve yargı başlıklarındaki önerileri bir kenara bırakarak, yeni anayasa ve CHS’nin tasfiye dilerek güçlendirilmiş bir parlamenter sisteme dönülmesi ile ilgili önerilere yoğunlaşılan “yasama” bölümündeki önerilere biraz daha yakından bakıldığında TBMM eksenli bir anayasal kurgunun ön plana çekildiği görülmektedir. Partinin bu konudaki önerileri şöyle:

  1. TBMM’ye giden yollar demokratikleştirilmeli ve güçlendirilmelidir.
  2. TBMM’nin yapısı ve temsil niteliği pekiştirilmelidir.
  3. Yasama girişimi, üçlü (yasa önerisi, halk girişimi ve yasa tasarısı) olmalıdır.
  4. Muhalefet hakkı, somut güvencelere kavuşturulmalıdır.
  5. Yasama komisyonları, uzmanlık ilkesi temelinde işlevsel kılınmalıdır.
  6. Nitelikli yasa, hukuk devletine dayanan gerekçeleri ile birlikte tasarlanmalıdır.
  7. TBMM’nin hükûmeti denetleme yolları işler ve etkili hale getirilmelidir.
  8. Karar çoğunlukları, nitelikli yasa yapım sürecine katkı sağlayıcı olmalıdır.
  9. TBMM’de kabul edilen yasalar üzerinde halk vetosu tanınmalıdır.
  10. Yasama sorumsuzluğu, istisna içermeyen bir hüküm olarak düzenlenmelidir.
  11. Yasama dokunulmazlığı, temsil yetkisinin amacına uygun olarak düzenlenmelidir.

“Güçlendirilen”(!) Ne?

CHP’nin Demokratik Hukuk Devleti İçin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Rapor’u, üzerinde gayet titizlikle çalışılmış bir rapor. Rapor’un bir “anayasa metni” şeklinde kaleme alınmayıp, “anayasayı tartışma ve değiştirme zemini” olarak sunulması da onun güçlü yönünü oluşturuyor. Şöyle ki, CHP bir anayasa taslağı kaleme almamış, yeni bir anayasaya giden sürecin (parti içi) fikri zeminini, (partiler, sendikalar, meslek odaları… gibi sivil toplum kuruluşları ile karşılıklı yürütülecek) kolektif müzakere sürecini, somut olarak bir anayasal metnin konsensüsle kaleme alınmasını ve (geçiş dönemi de düşünülerek) bu metnin anayasal statüye kavuşturulmasını da içeren bir ortak “söylem, eylem, işlem” sürecini tartışmaya açmıştır -ki bunları tartışmaya başlamak bile Türkiye için çok önemli bir kazanç olacaktır.

Tüm bunlara karşın CHS’ne karşı ortaya konulan “güçlendirilmiş” parlamenter sistemin neyi ne kadar “güçlendirdiği” tartışmalıdır. CHP’nin önerilerinin, 2017 öncesi sisteme geri dönüş olarak adlandırılması zor. Bu açıdan partinin önerilerinin İyi Parti’nin İyileştirilmiş, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem öneri/lafazanlığından fersah fersah önde olduğunu belirtmek gerekiyor. İyi Parti’nin önerilerinin iki temel sorunu vardı: İlki, metnin bir “temenni” diliyle ele alınması, önerilerin çoğunun “iyi niyet ifadelerinden” mürekkep olmaları, somut karşılıklarının olmamaları ve nasıl hayata geçirileceklerine dair bir yol haritasının sunulmaması. İkincisi ise bu “temenni”lerin 12 Eylül sonrası, 2017 öncesi sistemin idealize edilmesi ile şekillenmiş olmalarıydı. İyi Partinin, (ana hatlarıyla) 2017 öncesini idealize ederek onu önümüze “İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş” markasıyla sunmaya çalıştığı ayan beyan ortadaydı. İyi Parti’nin neyi “iyileştirdiği” ve “güçlendirdiği” oldukça tartışmalı ve muğlaktı. Partinin İyileştirilmiş, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem taslağına baktığımızda da kabaca “Tanzimat, erken Cumhuriyet, Türk milleti, ilerleme, kalkınma ve Atatürk kavramları etrafında örülmüş bir retorikten ötesine geçmekte zorlandığını görmekteydik. Oysa CHP’nin metni bundan çok daha fazlası; lakin yine de ben -aşağıda sıraladığım hususlarda- Rapor’un yetersiz kaldığını düşünüyorum. Çok detaya girmeden şöyle özetleyebilirim:

  • Bikameral sistem tartışmaları yok sayılamaz: CHP’nin taslağının yetersiz kaldığı konuların başında bicameral (çift-parlamentolu) sistemin, göz ardı edilmesi gelmektedir. Sorun, partinin neden bikameralizmin savunulmadığından daha derin bir sorundur: Böyle bir alternatif tartışılmaya bile gerek duyulmamış, unikameral (tek-meclisli) sistemin neden tercih edildiği tartışmaya birkaç cümleyle olsun açılmamıştır; bunun sehven yapıldığını düşünmek imkânsız. Oysa günümüzde çift-meclisli sistem, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Muharrem Erkek’in Mukavemet TV’deki (18.08.2021) ifadelerinin tersine sadece federatif ülkelerde uygulanan bir sistem değildir. Aksine Avrupa’da yaygın olarak uygulanan bir sistemdir. Kaldı ki çift-meclisli sistem, Osmanlı-Türkiye Anayasa pratiğinde de [1876-1920 (Ayan ve Mebusan meclisleri) 1960-1980 (BMM-Senato)] tecrübe edilmiştir.
  • Başbakanlığın konumunun “amir”den “eşitlerarası birinci” ye (primus inter pares) indirilmesi: 1982 Anayasası’nın parlamenter sistemde yaptığı değişiklikler sadece iki meclisli yapının kaldırılması, cumhurbaşkanının yetkilerinin “sembolik-devlet başkanı” ötesine taşınması ve ülke barajının getirilmesine indirgenemez. Başbakanlığın konumunun koordine edici, konumdan icra edici, bakanları tabiri caizse “yönetici” konuma yükseltmesi de 1980 Darbesi sonrası yaşanan siyasal tahribattandır. CHP, Rapor’unda bu konuya da hiç ama hiç değinme ihtiyacı duymaz.

Son olarak şu soruyla bitirmek istiyorum: Eğer parlamenter yapı güçlendirilecek (bunu “demokratikleştirilecek” şeklinde okumak doğru olur diye düşünüyorum) ise bu demokratikleştirme, ikili meclis ve bakanlıkların güçlendirilmesi ile yapılmayacaksa ne ile yapılacak?

 


[1] Rapor’un, III. Demokratik Anayasa İçin Öncüller başlığı altında bu konuya yeniden dönülmekte. Bu defa söz konusu üç aşama “İlk aşama, bu raporla anayasal hedefin belirlenmesi ve yol haritasının çizilmesidir.   İkinci aşamada, bu raporun hedeflediği anayasal metnin bağımsız bir kısım olarak yazılmasıdır: Bu da Anayasa’nın, [Cumhuriyetin Temel Organları’na] ilişkin 3. Kısım metninin ortaya çıkarılmasıdır. Üçüncü aşama ise, Anayasa değişikliğinin hak ve özgürlükler kısmına da yansıtılmasıdır.” Şeklinde ifade edilmektedir.

[2]Mühürsüz Referandum; 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu’nun 16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulması sürecinde Yüksel Seçim Kurulu, mühürsüz oyların da geçerli olabileceğine dair şöyle bir karar almıştır: “Bazı sandık kurullarının seçmene oy pusulası ve zarflarını sandık kurulu mührüyle mühürlemeden verdikleri yolundaki yoğun şikayetler üzerine bugün toplanan Yüksek Seçim Kurulu, sandık kurulu mührü taşımayan oy pusulası ve zarfların dışarıdan getirilerek kullanıldığı kanıtlanmadıkça geçerli sayılmasına karar vermiştir.” Bu karar 16 Nisan Referandumunu, Türkiye seçim tarihinde -sonuçlarından bağımsız olarak- meşruiyeti sorgulanan bir seçim halinde getirmiştir. Nitekim bu referandum, Osmanlı son dönemini de içine katarak konuşacak olursak, Türkiye siyasî tarihinin üçüncü şaibeli seçimi olmuştur. Şaibeli seçimlerin ilki, 1912 yılında muhalifleri darp ederek sonucu etkilemeye çalışan İttihat ve Terakki’nin suçlandığı seçimlerdir. Bu seçimlere “Sopalı Seçim” adının verilmesine neden olan olay, muhalif Mustafa Nuri Bey’in dövülmesidir. Siroz’da Hürriyet ve İtilaf Fırkası şubesi açacak olan Mustafa Nuri Bey, İttihat ve Terakki fedailerince sopalarla dövülür ve hayatını kaybeder. Siyasî hayatımızın ikinci şaibeli seçimi, 1946 seçimleridir. Bu seçim de siyasî tarihimizde “Hileli Seçim” olarak anılır. Bu seçimlere şaibe karıştırmakla suçlanan parti ise CHP’dir. Seçimlerin gizli oy ve açık sayım esasına göre yapılması kararına, hatta dönemin İçişleri Bakanı ve CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’ın ilgililere bu konuda dikkatli olmalarını emreden yazısına karşın, gizli oy açık sayım kuralı yaygın şeklide ihlal edilmiştir. Üçüncü şaibeli oylama ise 2017 Referandumudur. Şu noktanın altını bir kez daha çizmek gerekiyor, “şaibe” sonuçlarla değil meşruiyetle ilgili bir sorunun altını çizer: Nitekim ne Sopalı Seçimler’de ne de 1946’daki Şaibeli Seçimler’de demokratik olmayan (şaibeli) yollara sapılmasaydı da sonuçlar değişmeyecek, değişemeyecekti. Belki, 2017 Referandumunda da mühürsüz oyların geçerli kabul edilmesi gibi bir “şark kurnazlığı”na gidilmeseydi de sonuçlar değişmeyecekti. Bu konu ile ilgili olarak Bkz.: Mete Kaan Kaynar, Referandum: Bir Pirus Zaferine Dair Notlar, Birikim, 18.04.2017.

Mete Kaan KAYNAR