Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Hangi Zeminde Gündeme Geldi
Dibâcê
Türkiye’nin, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen sistemle mesaisini ele alacak uzun, upuzun bir yazı (dizisi) planlıyorum. 2012-2013 kavşağında bir anda, adım adım Türkiye’yi (ve AKP’yi) bu sisteme “mecbur” bırakan koşullar neydi, hatta gerçekten buna “mecbur” muyduk; Erdoğan’ın gücü arttı mı, azalan gücü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’le mi örtülmeye çalışıldı; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte Erdoğan’ın tek adamlaşması, bir tek (unique) adamlaşma mı yoksa tek (only) adamlaşma mıydı; muhalefet gerçekten parlamenter sistem mi istiyor yoksa Erdoğan’ın sahip olduğu gücü mü; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bir “geçiş” mi, “dönüşüm” mü yoksa bir “araf” mı; Erdoğan’dan sonrası ne olacak… soruları uzatmak mümkün ama Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılına doğru ilerlerken, en az İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş kadar kritik bir kararlar silsilesinin arifesinde olduğumuzu görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bunların hepsine cevap arayacağım; “arayacağım” diyorum çünkü sadece kendim yazmayacağım. Konunun tarafları, siyasi partilerin temsilcileri ve bu konuda çalışan arkadaşlarımdan da yardım almak istiyorum: Türkiye “mış” gibi değil, güzü azalan Erdoğan’ın iktidarını takviye eden bir payanda, onu ayakta tutan bir manivela, bir destek olarak hiç değil, “gerçekten” başkanlık sistemine ihtiyacı var mı, bunun şartları ve koşulları nedir bu sorulara cevap aramak istiyorum. Gerçek bir başkanlık sisteminin bu sistemden farkları nelerdir bunları yazmak/konuşmak/konuşturmak istiyorum. Yok değilse, parlamenter sisteme geri dönüş nasıl olacaktır. Bu sistemin öncesindeki Meclis Hükümeti Sistemi ne kadar işlevseldi ve gerçekten ona, 12 Eylül Darbesi sonrasında tepemize geçiriliveren sisteme dönmek istiyor muyuz, bunları konuşmalıyız.
Eteklerimizdeki taşları dökelim; gök kubbenin altında söylenmedik söz kalmasın istiyorum.
Anayasa Tartışmalarının “Zemini” Üzerine – Biraz Tarih
Gezi Direnişi
Yaklaşık olarak 2013 yılı haziranından eylül başına kadar devam eden ve tüm yurda yayılan Gezi Direnişi, AKP iktidarının -sözün gelişi değil bizzat “iktidar”ının- sorgulandığı bir toplumsal hareket oldu. Gezi gibi bir toplumsal haraketi ortaya çıkaran tek bir sebepten bahsetmek zor. Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi, hareketin fitilini yakan kibritse, AKP’nin 10 yıllık iktidarı sürecindeki izlediği politikaların biriktirdiği grizu da Gezi Direnişi adı verilen toplumsal hareketin nedenini oluşturuyordu. Kibrit, Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında trafiğin yer altına indirilmesi için çalışmalar devam ederken Topçu Kışlası’nın yeniden inşasına karar verilmesi; 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca, Topçu Kışlası’nın yeniden inşasının “kamu yararına uygun” bulunmadığı için reddedilmesi; buna karşın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “reddi reddederiz” diyerek inşaata devam etmesi ve toplumun buna gösterdiği tepkilerdi. “Grizu” ise AKP’nin 2002-2013 yılları arasındaki iktidarının biriktirdiği gerilim ve artık onun son kullanma tarihini doldurduğu düşüncesiydi. Nihayet Gezi Direnişi, Türkiye denilen maden ocağında, Taksim Yayalaştırma Projesi vesilesiyle çakılan kibritle, AKP’nin 10 yıllık iktidarının biriktirdiği grizunun patlamasının yarattığı bir sarsıntı olarak kayıtlara geçti. Teşbihte hata olmazmış, Gezi’yi bir maden ocağındaki patlamaya benzetmem bu sebepledir. Gezi, toplumla-iktidarın karşı karşıya geldiği önemli bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Gezi’de, toplum iktidara yenildi(k) ama -vallahi- “çok güzel yenildi(k)”. Gezi (toplum), iktidara (AKP’ye), Seyit Rıza’nın da giderayak dediği gibi “Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” der gibi yenildi. Gezi’de patlamaya sebep olan biriken grizu olsa da ona yol açan çakılan kibritti. Grizuyu biriktirenler, kibriti çakanları yendilerse de bu dert maden ocağını yönetenlerin zihninden hiç çıkmadı; onlara dert oldu.
Çözüm Süreci ve…
2012’den sonra adım adım gelinen Barış/Çözüm/İmralı Süreci ve onun somut adımı olarak Dolmabahçe Mutabakatı, Gezi’nin hemen sonrasına denk geliyordu.[1] 16 Aralık 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Abdullah Öcalan görüşürler; görüşme İmralı Adası’nda gerçekleşir. Başbakan Erdoğan 28 Aralık 2012’de görüşme ile ilgili olarak kamuoyunu aydınlatır. 28 Aralık’taki TRT ortak yayınında sorulan “Şu sıralarda halen görüşme var mı? sorusu üzerine “Halen var. Çünkü netice almamız lazım. Biz, bu ışığı görebiliyorsak, o adımı atmaya devam ederiz, baktık ki artık ışık yok, orada keseriz.” diye karşılık verir (Radikal, 28.12.2020).
2013 Ocak ayının başlarında BDP mensuplarından oluşan bir heyet de Abdullah Öcalan’la görüşmek üzere İmralı Adası’na gider. Çözüm Süreci girişimi, Abdullah Öcalan’la bir istişare ekseninde koordine edilecek bir süreç olarak kurgulanacaktır. Çatışmanın bitirilmesi için üç aşamalı plan şu şekilde tasarlanmıştır: Birinci Aşama: PKK unsurlarının Türkiye topraklarından tedrici çekilmesi İkinci Aşama: Hükümet’in yapacağı demokratik reformlar Üçüncü Aşama: Silahsızlanmanın ardından PKK unsurlarının siyasi ve sivil hayata entegrasyonu (Köse, 2017:17-18).
28 Şubat 2015’te İmralı Heyeti’nde yer alan dönemin HDP milletvekilleri Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken ve dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal ile Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya gelirler. Aynı gün Başbakan Ahmet Davutoğlu Çözüm Süreci’nin yeni bir aşamaya girmiş bulunduğunu, silah dilinin sona ererek demokratik yaşama geçileceğini söyler. 1 Mart’ta Abdullah Öcalan silah bırakma çağrısı yapar, aynı gün ABD’de Öcalan’ın açıklamasını memnuniyetle karşıladığını belirtir. 11 Mart’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Öcalan’ın silah bırakma çağrısının güven ve barışın, istikrarın tesisi için önemli olduğunu söyler ve bu vaatlerin sözde kalmayarak uygulamaya geçirilmesi temennisinde bulunur.
21 Mart 2015; Öcalan bu tarihte Diyarbakır’da okunan Newroz mesajında şunları söyler; “Ülkemiz halklarının, demokrasi, özgürlük, kardeşlik ve onurlu barışı için yürüttüğümüz mücadele bu gün tarihi bir eşiktedir. Kırk yıllık hareketimizin acılarla dolu geçen bu mücadelesi boşa gitmediği gibi aynen sürdürülemez bir aşamaya da varmış bulunmaktadır. Tarih ve halklarımız bizden dönemin ruhuna uygun bir demokratik çözümü ve barışı talep etmektedir. Bu temelde tarihi Dolmabahçe Sarayında, hepimizce resmen ilan edilen on maddelik deklarasyon temelinde yeni bir süreci başlatma görevi ile karşı karşıyayız şartına bağlandı.” Öcalan ayrıca; “Deklarasyon gereği ilkelerde mutabakat oluşmasıyla birlikte PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yaklaşık kırk yıldır yürüttüğü silahlı mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin ruhuna uygun siyasal ve toplumsal strateji ve taktiklerini belirlemek için bir kongre yapmalarının gerekli” olduğunu da vurgular. Öcalan’ın ifadesiyle “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde özgür ve eşit Anayasal yurttaşlık temelinde demokratik kimlik sahibi demokratik toplum olarak, barış içinde ve kardeşçe yaşama sürecine” girilmektedir. Böylelikle “90 yıllık Cumhuriyet tarihinin çatışmalarla dolu geçmişini aşıp gerçek barış ve evrensel demokrasi kriterleri ile örülmüş bir geleceğe [yürümeye başlanmıştır.]” BBC-Türkçe’den (21.03.2015) Kumru Başar, Öcalan’ın açıklamaları için “Mesaj da aslında bekledikleri gibiydi. Ama bu 21 Mart’ı mesajları, katılımı ve ruhu bakımından öncekilerden farklı kılan şey Kobani’ydi.” Der. Bu noktaya yazının ilerleyen kısmında tekrar değineceğim.
…Suriye: “Ey Doktor Şimdi Sıra Sende!”
Evet, Suriye iç savaşını, Kobani ve Rojowa deneyimlerini anlamadan Barış Süreci-AKP-Devlet ilişkisini anlamak zor görünüyor. Mısır ve Tunus’taki toplumsal hareketliliklerden etkilenen Suriyeli gençler, Muaviye Sayasna ve arkadaşları, okullarının duvarlarına “Ey doktor şimdi sıra sende!” yazdıktan sonra Suriye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Sayasna ve arkadaşlarının Dera’da yazdıkları bu duvar yazısı, öğrencilerin gözaltına alınmaları ve ailelerine uygulanan şiddet üzerine, 15 Mart 2011’de, Cuma namazı çıkışı Şam ve Dera’da protesto gösterileri düzenlenir. Devlet Başkanı Esad’ın bu protestolara sert karşılık vermesi, onlarca sivilin hayatını kaybetmesiyle neredeyse günümüze kadar devam eden iç savaşın fitili de ateşlenmiş olur.[2]
İç savaş, 2003 yılında Kürtler tarafından Suriye’nin kuzeyinde kurulmuş bir siyasi parti olan Demokratik Birlik Partisi’ni (PYD Partiya Yekîtiya Demokrat) de etkin bir siyasi güç haline getirir. 2011’den sonra Suriye halkının yarıdan fazlası yerinden edilir. Savaş başladığında örgütlü bir silahlı gücü olmayan Demokratik Birlik Partisi, artık ABD ve Rusya’dan destek gören, Batı başkentlerinde temsilciliği olan, ülkenin dörtte birinden fazlasını kontrol eden bir güçtür. PYD, askeri kanadı Halk Savunma Birlikleri (YPG-Yekîneyên Parastina Gel) ile savaşın aktif unsurlarından biri olur.
İşte kritik nokta da buradadır. Türkiye Devleti Suriye iç savaşı sonrası tam anlamıyla bir “fenomen” haline gelen PYD-YPG’nin PKK ile bağlantılı bir örgüt olduğunu iddia etmeye başlar. Türkiye devleti haklıdır da. PKK ve YPG birbirlerinin aynısı değillerse de apayrı örgütler hiç ama hiç değildirler. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı resmî sitesinde, “PYD/YPG’nin PKK ile ilişkisi olduğu, PYD/YPG 2003 yılında PKK terör örgütünün kontrolü altında kurulmuş olup, iki terör örgütü, aynı lider kadrosu, örgütsel yapı, strateji, taktik, askeri yapı, propaganda araçları, mali kaynaklar ve eğitim kamplarını paylaşıldığı iddia edilir.[3] 20 Temmuz 2016’da, Europol tarafından yayımlanan Avrupa Birliği Terörizm Durumu ve Trendi 2016 adlı raporda PYD ve silahlı kanadı YPG’nin PKK’nın Suriye’deki uzantıları olduğuna dair ifadelere yer verilir. İşin ilginci PKK’nın PYD-YPG içindeki gücü ve etkinliği değil saklanacak, utanılacak, aksine övünülecek bir rabıta olarak altı çizilir.
İslamcı Darbe Girişimi: FETÖ
Tarihler 16 Nisan 2017’ye, o gün yapılacak olan Anayasa değişikliği referandumuna doğru gelirken üç -ama aslında iki- önemli eşiği böylece özetlemiş oldum. 2012’den bu yana adım adım kuvveden fiile geçmeye başlayan Barış Süreci’nin somut adımları atılmış 21 Mart Newroz’unda Öcalan’ın açıklamaları ile artık yepyeni bir sürece girilmiştir. Ama 2012’de, daha net bir tarih vermek gerekirse 16 Aralık 2012’deki Fidan-Öcalan görüşmesi ile kuvveden fiile akmaya başlayan Barış Süreci, Muaviye Sayasna ve arkadaşlarının Suriye’deki okul duvarına yazdıkları üzerine yaşananları protesto eden siyasal hareket ve bu siyasal harekete Beşar Esad’ın 15 Mart 2011’de verdiği cevapla kesişirler. Kumru Başar’ın BBC’de yer verdiği gözlemleri bu noktada önemlidir, daha önce de alıntı yapmıştım, şöyle diyor Başar: “Mesaj da aslında bekledikleri gibiydi. Ama bu 21 Mart’ın mesajları, katılımı ve ruhu bakımından öncekilerden farklı kılan şey Kobani’ydi.” Devamını okuyalım:
Soğuğa ve yağmura rağmen yüzbinler yine akın akın Newroz Alanı’na aktı ve bir kez daha PKK lideri Abdullah Öcalan’ın cezaevinden yolladığı mektubu dinlemek için saatlerce bekledi. Mesaj da aslında bekledikleri gibiydi. Ama bu 21 Mart’ı mesajları, katılımı ve ruhu bakımından öncekilerden farklı kılan şey Kobani’ydi.
IŞİD’e karşı direnişin, Kürtler arasındaki sınırların, siyasi ve örgütsel farklılıkların önemini azalttığını taşınan bayraklardan bile izlemek mümkündü.
Alanda, sadece YPG ve YPJ’nin değil Irak’taki Kürdistan Özerk Bölgesi’nin bayrakları da dikkat çekiyordu.
Konuştuğum herkes sözü bir noktada Kobani’ye ve orada IŞİD’e karşı gösterilen direnişe getiriyor gururla ve “Dünya bizi tanıdı” diyor.
İşte Gülen’in İslamcı darbesi bu noktada (15 Temmuz 2016) gündeme gelir: Suriye ile kesişen Barış Sürecine tepkiler şekillenirken siyaset Gezi’ye doğru akmaktadır. Yıldıray Oğur’un Türkiye (11.08.2015) gazetesindeki Şimdi Söz Sırası Kronolojide başlıklı yazısından yararlanarak özetleyeyim tüm yaşananları: 8 Ocak 2013’te Paris’teki PKK ofisindeki saldırıda Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez öldürülürler. 9 Haziran 2014’te Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanlığı’nın bahçesindeki bayrak bir PKK’lı tarafından indirilir. Bu olayın ardından da bir süre gerginlik yaşanmamasına karşılık 19 Ağustos 2014’te Lice’ye PKK’lı Mahsuni Korkmaz’ın heykeli dikilir. Mahkeme yıkım kararı verir. Olaylar çıkar 1 kişi ölür. 6-7-8 Ekim 2014’teki KCK ve HDP’nin halkı Kobani için alan tutmaya, direnmeye çağırmasıyla sokağa çıkanlar Hüda-Par ve AKP’lilerin parti, dernek ve dükkanlarına saldırırlar. Saldırılardan ve ardından yaşanan çatışmalarda 52 kişi hayatını kaybeder. 11 Ekim 2014- Cemil Bayık, Meclis’ten geçen tezekere savaş ilanıdır der ve çekildiklerini bütün birlikleri geri gönderdiklerini açıklar. Daha sonra bir süre daha sakin geçen gelişmelerden sonra 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta Kobani’ye gitmek için toplanan SDGH’li gençlerin açıklama yaptığı sırada bir IŞİD’li canlı bomba kendini patlatır 32 kişi hayatını kaybeder.
Oğur yazısına “20 Temmuz 2015’te ayrıca Adıyaman’da PKK’lılar ile askerler arasındaki çatışmada Uzman Onbaşı Müsellim Ünal hayatını kaybetti. 20 Temmuz 2015’teki gelişmelerin ardından KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık halkı silahlanmaya ve tünel ve siper hazırlamaya çağırdı. Ve bugüne dek süren sıcak gündem, hergün gelen şehit haberleri…” diye devam ediyor. İşte 15 Temmuz Darbe girişimi bu sürecin üzerine oturacaktır.
Darbe girişimine giden yolun taşları da 2012’den sonra döşenmeye başlar aslında. 7 Şubat 2012’de MİT Başkanı Hakan Fidan ve bazı MİT görevlilerini ifadeye çağırılırlar; Hakan Fidan bir nev’i Gülen’in AKP siyaseti üzerindeki gücünü “dosta düşmana” göstereceği bir ibret gibi kurgulanır. 7 Şubat 2012 tarihli MİT kriziyle ilgili 2011 yılı sonbaharında, o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir dizi konsültasyon yaptırdığı ve ameliyat için gün alındığı belirtilerek, bu durumu fırsat bilen FETÖ’nün ilk etapta stratejik hedef olarak görülen MİT Müsteşarı Hakan Fidan için hazırlanan planı yürürlüğe koyduğu ifade edilir.
Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hakan Fidan, Ocak-Şubat 2010’da ilk kez Oslo görüşmelerine katılır. 24 Mayıs 2010 tarihinde MİT Müsteşarı olur. 31 Mayıs 2010’da İsrail Mavi Marmara gemisine saldırı da tam bu dönemde gerçekleşir. Haziran ayında da Haaretz gazetesinde, “Mossad’ın Hakan Fidan’ın atanmasından rahatsız olduğu” yönünde haberler çıkar. Nitekim 1 Ağustos 2010’da İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Hakan Fidan’ın İran’a bilgi sızdırma ihtimalinden bahseder.
12 Haziran 2011’de Türkiye milletvekili genel seçimleri yapılır. AK Parti yüzde 46,66 oy oranıyla birinci parti olur. 14 Temmuz 2011’de PKK Silvan’da silahlı saldırı gerçekleştirir. 13 Eylül 2011’de MİT yetkililerinin PKK üyeleriyle Oslo’da yaptıkları bir görüşmeye ait olduğu iddia edilen ses kaydı internette yayımlanır. Yayımlanan ses kaydında, “Hakan Fidan’ın, Öcalan’la ve PKK’lılarla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla ve özel temsilcisi sıfatıyla görüştüğünü ifade ettiği” belirtilir. 16 Eylül 2011’de, Alp Kağan Polatkan, Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığına ses kayıtlarına dair şikayet dilekçesi sunar ve ifadesi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir. 19 Eylül 2011’de Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na CHP Bolu Milletvekili Tanju Özcan, MİT görevlileri Hakan Fidan ve MİT Eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş hakkında şikayet dilekçesi verir ve bu dilekçe de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir. 12-19 Ekim 2011’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının soruşturması kapsamında savcı Adnan Çimen, Gemlik Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdiği yazıda 1 Ocak 2010’dan 12 Ocak 2011’e kadar Öcalan’ın avukatlar ile arasında yapılan görüşmelerinin ses kayıtları ve ses çözümlerini ister. 24 Ekim’de belgeler gönderilir. 22 Kasım 2011’de Öcalan’ın avukatlarına yönelik KCK operasyonu düzenlenir ve “polis birimlerinin örgütün bütün mail trafiğini ele geçirdiği, gözaltına alınanlar arasında avukat İrfan Dündar ve gazeteci Cengiz Kapmaz’ın da bulunduğu belirtilir. 25 Kasım 2011’de İrfan Dündar serbest bırakılır, Cengiz Kapmaz ise tutuklanır. Bu süreçte, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ofislerine dinleme cihazı yerleştirilir. 25-26 Kasım’da Erdoğan’ın ofislerine dinleme cihazları yerleştirilir ve Erdoğan o tarihte ameliyat olur. 5 Aralık 2011: MİT’in haber elemanı Murat Şahin yakalanıp ertesi gün tutuklanır. 19 Aralık 2011’de Cumhuriyet savcıları Sadrettin Sarıkaya ve Bilal Bayraktar, gizli tanık “Bahar”ın MİT’le ilgili 49 sayfalık ifadesini alır. 19 Aralık 2011’de İstihbarat Şube Müdürlüğünce, gazeteci Mustafa Özer’in de aralarında bulunduğu 66 kişi hakkında “PKK/KCK faaliyetleri” konulu yazı Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüne gönderilir. 20 Aralık 2011’de PKK “basın komitesi” yapılanmasına yönelik soruşturmada çok sayıda kişi yakalanır. İstanbul’da Mustafa Özer’in aralarında bulunduğu 67 kişi gözaltına alınır. 22 Aralık 2011’de Özer’in ifadesi alınır ve 23 Aralık’ta serbest bırakılır. 26 Aralık 2011’de Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Nuri Yiğit tarafından, müşteki Alp Kağan Polatkan tarafından şikayet edilen Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve MİT görevlileri hakkındaki soruşturmanın 2011/3611 nolu sıraya kaydedilmesi ve bu numara üzerinden soruşturmaya devam edilmesi istenir. 28 Aralık 2011’de Uludere olayı yaşanır, hemen ardından FETÖ’ye mensup çevreler olayın mesuliyetini MİT’e yükleyen haberler yapmaya başlar. 28-29 Aralık 2011’de MİT, Başbakanlık ofislerindeki dinleme cihazlarını bulunur. 12 Ocak 2012’de İstanbul merkezli 11 ilde 67 adres için yakalama-arama kararı verilir. 13 Ocak 2012: DTP Diyarbakır il binasında yapılan aramada, Oslo görüşmelerine ait ses kayıtlarının bulunduğu harddiskin ele geçirildiği belirtilir. 13 Ocak 2012’de Savcı Sadrettin Sarıkaya imzasıyla 19 kişi hakkında gözaltı kararı verilir. 27 Ocak 2012: Savcı Sarıkaya TEM’e gönderdiği yazıda, “PKK’ya yönelik çalışmalar kapsamında bir kısım devlet görevlileriyle ilgili gizli tanıklarla soruşturma şüphelileri Cengiz Kapmaz, İrfan Dündar, Mustafa Özer ve Menderes Öner’in önemli beyanlarda bulunduklarını” belirterek gerekli araştırmanın yapılmasını istenir. 31 Ocak 2012 tarihinde bazı MİT yetkililerinin kullandıkları telefon hatları tespit edilir ve 3 ay süreyle dinlenilmesi kararı alınır.13 Şubat 2012’de DTP Diyarbakır il binasında ele geçirilen harddisk, Bilişim Suçları ve Sistemleri Şube Müdürlüğüne imaj alınması maksadıyla gönderilir. 4-5 Şubat 2012 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü, harddiskte yer alan ses kayıtlarının çözümünü yapılır. 7 Şubat’ta Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya tarafından MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ile istihbarat çalışanları Yaşar Hakan Yıldırım ve Hüseyin Emre Kuzuoğlu şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılırlar.[4]
FETÖ’nün tüm bu gelişmelere cevabı 17-25 Aralık soruşturmalarıyla olur. Eylül 2012 ve Şubat 2013’teki bir dizi ihbarla başlar soruşturmalar. 17 Aralık 2013 günü Cumhuriyet Savcısı Celal Kara’nın gözaltı talimatları ve ilgili mahkemelerin arama kararları ile tüm Türkiye operasyonlardan haberdar olur. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından gerçekleştirilen soruşturmada aralarında iş adamları, bürokratlar, banka müdürü, çeşitli düzeyde kamu görevlileri ve 61. Türkiye Hükûmeti kabine üyesi dört bakan ile üç bakan çocuğunun olduğu kişiler hakkında “rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık” suçlarını işledikleri iddiası yer almıştır.
Hükümet, 16 Ocak 2014 tarihli Hakimler ve Savcılar Kurulu kararı ile soruşturmayı başlatan Cumhuriyet Savcısı Celal Kara’nın görev yerini değiştirirse de FETÖ ve Hükümet arasındaki kavga her zeminde devam etmektedir. 5 Ocak 2015’te TBMM’de yapılan oylamada eski bakanların Yüce Divan’a gönderilmemesine karar verilir.
Son olarak, Rıza Sarraf 19 Mart 2016’da Amerika Birleşik Devletleri’nin Miami kentinde banka dolandırıcılığı ve kara para aklamanın yanı sıra ABD’nin İran’a yönelik ambargosunu delmek suçlamaları ile göz altına alınır ve ardından mahkeme tarafından 75 yıla kadar hapis istemiyle tutuklanır. Reza Zarrab’ın avukatı Benjamin Brafman aracılığıyla Manhattan Bölge Mahkemesi’ne yaptığı 50 milyon dolarlık kefalet başvurusuna, New York Güney Bölge Başsavcısı Preet Bharara, 17 Aralık fezlekesini delil göstererek itiraz eder.
Bir Zorunluk Olarak Özet
Evet biliyorum her şey birbirine girdi. Şimdi sözü toparlayarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile tanıştığımız Anayasa Değişikliği sürecindeki zemini, yaşanan siyasi olayları özetleyelim. Ayrıntıların tamamını bir yere koyacak olursak 2012’den sonra AKP iktidarı için zor bir döneme girildiği aşikardır. Aslında bu, Türkiye siyasi hayatı için de bir kırılmadır. 1950 14 Mayıs’ından bu yana devam eden helezon, o tarihlerden bu yana Merkez Sağ Partileri, Askeri İdare Hükümetleri- Koalisyon Partileri arasında salınıp giden Türkiye siyasi hayatı yepyeni bir rotaya doğru savrulur. “Savrulur” dedim çünkü mevcut helezon ne eskisi gibi devam eder, ne de artık yepyeni bir döneme (Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi) girdiğimizi kabul ederiz. Eski yıkılır ama yeni hala -bugün de- kurulamaz.
Başa alalım, Gezi Direnişi 2013 Haziran’ında başlar ve Ağustos sonuna kadar devam eder. Bu tarih Barış Sürecinin (16 Aralık 2012) taşlarının döşenmeye başladığı, Mart 2013’te fiili ateşkesin tesis edildiği tarihten hemen sonrasıdır. Hemen sonrasıdır ama aynı zamanda Barış Süreci ile Suriye’de 15 Mart 2011’den sonra şekillenen iç savaşın yollarının PYG üzerinden kesiştiği bir dönemdir de. 2014 yılına gelindiğinde tüm bunların üzerine (nihayi hesaplaşması 15 Temmuz 2016’da görülecek olan) FETÖ darbesinin taşları döşenmeye başlanır. İşte 10 Haziran 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın beklenenin çok ötesinde oy aldığı seçimler ve peşinden 7 Haziran 2015’te hükümetin fiilen yıkılışı tüm bu süreçlerin üzerine tuz biber eker.
Bir başka ifadeyle, Anayasa değişikliği ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi garabeti yani 16 Nisan 2017 Referandumu; Gezi (28 Mayıs-20 Ağustos 2013), Çözüm süreci (2012 sonrası) ve Suriye İç Savaşı (15 Mart 2011) sonrasında FETÖ-AKP ilişkilerinin iyiden iyiye bir kan davasına dönüştüğü (ve nihayi hesaplaşmanın 15 Temmuz 2016’da gerçekleşeceği) bir siyasi iklimde gerçekleştirilen 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve peşinden gerçekleştirilen 7 Haziran-1 Kasım (2015) seçimlerinden sonra gündeme gelir. Gündeme gelmesi, ülkenin yönetim sistemi ile ilgili bir tartışma ile değil, yukarıda sıraladığım faktörlerin kesişiminde AKP’nin iktidarını devam ettirebilmesine yönelik bir hamle olarak kurgulanır. Bu yazıda “zemin”i kurguladım. Zeminin üzerindeki “olay”ı ve “örüntü”yü ilerideki yazılara bırakıyorum