“Dünyayı ele geçirmek isteyen nice kişinin sonu kendi ateşiyle kavrulmak olmuştur. Bunlar pişmanlıkların en kötüsüyle ölürler.” (Murathan Mungan- Cenk Hikayeleri)
Sedat Peker, kendi ateşiyle kavrulurken, iktidar aygıtının kanlı alevlerinin renklerini avuçlarından topluma akıtıyor usulca…Bu kanlı alevin nasıl harlandığını gösteriyor; bizzat bu yangının, bu kanlı savaşın kısır döngüsünün içinden gelen biri olarak… Yani çarkın bir dişlisi olarak… Vicdanında ne kadar ve nasıl bir hesaplaşma içinde olduğunu bilemeyiz, zira insan denen varlığın duygu dünyası oldukça karmaşıktır. Lakin bildiğimiz tek şey, iktidar aygıtının duvarına çarpan bu kez kendisidir.
Mayıs ayından bu yana her hafta Sedat Peker videolarını bekler hale geldik. Sedat Peker, hayatımıza aksiyon dizisi gibi girdi ve gerilimi sürekli arttırıyor. Tüm bu olan bitenleri, Peker’in ifşalarını izlerken, aysbergin görünmeyen yüzünde ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Mafya siyaset ilişkilerinden ise cinsiyetçiliğin en kaba hali pançak pançak dökülüyor. Eril zihniyetin toplumun her zerresine nasıl sirayet ettiğini ve bunun sokağa, günlük yaşama nasıl yansıdığını göürüyoruz. Bu zihniyetin sonuçları her gün gazete haberlerine kadın cinayetleri olarak geçerken, sonuçtan nedene ; bu sonucu doğuran nedenlerin köklerine inmek gerekiyor.
İster cinsiyetçiliğin köklerinin izini sürelim, ister mafya- siyaset ilişkilerinin izlerini araştıralım yahut herhangi bir başka kökün izini sürelim; “ bütün yollar Roma’ya çıkar” deyiminde olduğu gibi takip ettiğimiz bütün izler bizi devlet denen aygıtın derin ve karmaşık yapısına götürür. Bu bütün devlet yapıları için geçerlidir. Demokrasinin sembolü olarak görülen ülkelerde dahi Parlamento’nun arka bahçesinde biraz gezinirsek, yine o derin ve karmaşık devlet yapısına çıkar yolumuz. Bu yol fırtınalarla, kasırgalarla karşılar bizi… Çünkü bütün devletler, kan ve alevler üzerinden inşa olmuştur. Sadece 19. yüzyılın ulus devlet modelinden bahsetmiyorum. 16. yüzyılın imparatorluk modelinden, devlet aygıtının ilk çıkış sürecine kadar incelemek lazım, Bu öykü homo sapiensin hikayesidir özetle… Ilkel komünal toplumdan sınıflı toplumlara yol alan homo sapiensin savaşlarla dolu acımasız dünyasının hikayesidir. İşte bu yüzden Sedat Peker’in anlattıkları bu hikayede okyanusta bir damladır.
“Bilişsel Devrim’den bu yana, Sapiens böyle bir günlük ikilikle yaşıyor. Bir tarafta nehirlerin, aslanların ve ağaçların nesnel gerçekliği; öte yanda tanrıların, milletlerin ve şirketlerin hayali gerçekliği. Zaman geçtikçe hayali gerçeklik daha da güçlendi; öyle ki bugün nehirlerin, aslanların ve ağaçların yaşamı hayali varlıklar olan tanrılar, milletler ve şirketlerin insafına kalmış durumdadır. ( Yuval Noah Harari- Sapiens)
« Tanrıların, milletlerin ve şirketlerin insafına kalmış” doğa ana isyanını iklim kriziyle dile getirirken tüm insanlığı uyarıyor usulca. Zira doğa ananın sabır taşı çatladığı anda intikamı fena olur. Kendisini kirleten insan soyuna öyle bir ders verir ki, insan soyu yerle yeksan olur.
İnsan soyu sadece doğayı yok etmekle kalmıyor aynı zamanda kendi sonunu da hazırlıyor. İnsana dair tüm erdemleri, değer yargılarını yok ediyor. Alan bebeğin kıyıya vuran mülteci ölü bedeni vebalini, ahını tüm insanlığın omuzlarına koca bir insanlık suçu olarak yüklüyor ve mührünü vuruyor. Homo sapiensin uzun yolculuğundan günümüze gelirsek; Suriye savaşı (- ki sadece bir iç savaş değil aynı zamanda lokal bir dünya savaşıdır), insanlığın dibe vurduğu karanlık bir süreci başlatan dönüm noktasıdır. Sedat Peker’in de kişisel hikayesinde, iktidar oyunlarında aldığı rolün yolunun kesiştiği yer burasıdır.
Biliyorum, şimdi bu yazıyı okuyanlar haliyle bana soracak, Sedat Peker ifşalarından homo
sapiensin, kanlı ve ateşten yolculuğuna nasıl bağladın, ne anlatmaya çalışıyorsun diye. Elbette ne anlatmaya çalıştığımı sizlere açıklayacağım sevgili kardeşlerim- Bu karmaşık denklemde sıkılmayın diye Sedat Peker ses tonuyla sesleneyim dedim. Bu hafif tebessümden sonra tekrar karmaşık denklemimize dönelim.
Son on yılda yaşanan siyasal gelişmeler, gerek Türkiye’de gerek Avrupa’da patlayan bombalar, insanların yaşamlarında onulmaz acılar bıraktı. Suriye’de ise ortaçağ karanlığını yaşadı insanlar, köle pazarlarında kadınlar satıldı. DAIŞ tarafından, iki Türk askeri diri diri yakılırken, alevler içindeki iki askerin gözyaşlarında boğulan çaresiz çığlıkları kaldı kulaklarımızda. Bir korku filminin kareleri değildi bu, gerçekti ve gerçek olması daha korkunçtu. Hikayenin başladığı yer Suriye savaşıydı. Hani Rusya’nın yıllar sonra Akdeniz’e indiği, Çin’in bile dahil olduğu bu emperyal paylaşım savaşı. Tüm emperyalist devletler, Suriye halklarının tepesine çökerken, DAİŞ korkunç bir dizayn aracı olarak çıktı karşımıza. Türkiye’de SADAT yapılanması o günlerde kuruldu. Siyasal islam kendi derin devlet mekanizmalarını yaratırken, Sedat Peker bu çarkın bir dişlisi olarak kendine verilen rolü keyifle oynadı. Zira onun rolü korku iklimini meydanlara taşımaktı. Tam da o günlerde tüyler ürperten tehditini bir miting meydanında kalabalık kitlelerin önünde haykırdı: “Kanlarıyla duş alacağız.”
Tüm bu süreçlerde hepimiz acılardan payımıza düşeni aldık. Buradaki hepimiz ile bahsettiğim Türkiye’de ve yurtdışında yaşayan tüm muhalifler. Ki bu süreçte birçok insan mülteci hayatına başlamak zorunda kaldı. Adeta dünyanın üzerine ortaçağ karanlığı çökmüştü. DAIŞ in insan kafası keserken yayınladığı videolardan sonra tekbir sesini nerede duysak koyu bir ürperti giriyor içimize. Elbette bütün savaşlar korkunçtur ama Suriye savaşı lokal bir dünya savaşı laboratuvarı gibiydi. Türkiye stratejik derin analizle, kendini Suriye savaşının göbeğinde buldu. Yalnız, Sedat Peker’in değil o dönem iktidar mekanizmasında yer alan, rol alan herkesin anlatacağı çok şey vardır muhakkak. Sedat Peker yaşadığı iktidar çatışması vesilesiyle rögarın kapağını açtı ve adeta foseptik patlaması yaşandı.
Yazımı sonlandırmadan neden Sedat Peker’in ifşalarından homo sapiensin yolculuğunu birleştiriyorum sorunuza gelirsek; Sedat Peker, videolarında bizi temiz bir toplumun olamayacağına ikna etmeye çalışıyor. Aslında Sedat Peker’in konuşmalarından onlarca felsefik tartışma çıkar. Siyaset, sanat, mafya ilişkilerinden, bazı gazetecilerin bu ilişkiler ağında nasıl tetikçilik yaptıklarından, “pambıkörenin” üzerine çöktüğü servetler, uyuşturucu ticareti ve onlarca karanlık ilişki ağında isimleri geçenleri araştırmak yargının görevi. Hoş, henüz bunu yapacak bir yürekli savcı çıkmadı.
Ben daha çok Sedat Peker’in konuşmalarının altında yatan mantalitesine takıldım. Sokak kabadayılığından, örgütlü mafya yapılanmasına varan hayat hikayesi üzerine de çok şey yazılır elbet, ki yazılıyor… Sedat Peker, temiz bir toplumun olamayacağı sonucuna varmış ve bizi de buna ikna etmeye çalışıyor. Geçmiş yıllarda bir röportajında şöyle diyor: “Yaşadığımız toplum o kadar kirli ki, ister istemez o kirliliğe bulaşıyorsunuz, hayatta ve ayakta kalmak için. Şiddetin iyi bir şey olmadığını şimdi de savunuyorum ama toplum beni doksan derece değiştirdi.”
Yaşar Kemal romanlarından fırlamış bir çukurova tiplemesini çağrıştırıyor bana bazen. Yaşar Kemal’in “Yılanı Öldürseler” romanında, toplumsal cinnetin bir çocuğu katil olmaya sürüklemesinin hikayesidir Hasan’ın öyküsü… Aslında kurban kim? Sadece kurşuna hedef olup öldürülen mi? Oysa tetiği çeken katil, bir avcı olsa da kurban olmaktan kurtulamaz. Toplumsal cinnetin bir figüranıdır yalnızca…
Peki, bu toplumsal cinnetle nasıl baş edeceğiz? Ya avcı ya av olmaktan başka seçenek yok mu? Gücü, gücü yetene dünyasında, gayretullahtan mı medet umacağız? Gayretullah, yani Allah’ın gazabı. Sedat Peker vesilesiyle gayretullah kavramı da hayatımıza girmiş oldu.
İnsanlığın en büyük arayışıdır adalet. Adalet ile devlet mekanizması arasındaki bağ nasıl olmalı? Bu enkazın ardından yeni olan nasıl inşa edilir? Yahut yeni olan da eskinin bir benzeri mi olacaktır? Başka bir dünya sadece güzel bir hayalden mi ibarettir? Organize edilmiş kötülük varsa, iyiliği de organize edemez miyiz? İyi de bu kurtlar dünyasında nasıl? Belki de ilk başta birbirimizin kurdu olmaktan vazgeçmeliyiz. Homo sapiensten bugüne tarih boyunca filozoflar, adaleti tartışmışlar ve de insanın içindeki kötülüğü… Bu döngüden nasıl kurtulacağız? Kurtlara yem olmayalım derken bir kurda dönüşmeden yaşamanın yolu var mıdır? Başka bir dünya mümkün ama prtatıkte nasıl olacak?
Şimdilik burada bırakayım, yazı fazla uzadı. Uzun yazılar genelde okunmuyor. Haftaya kaldığım yerden tartışmaya devam edeceğim. Kendinize iyi bakın kardeşlerim. Sorgulamaktan korkmayın. Bugüne kadar bildiklerinizden bile şüphe edip sorgulamaktan çekinmeyin. Haftaya yeni bir yazıda görüşmek dileğiyle, sağlıcakla kalın.
- HTŞ’nin Cicim Ayları - 15 Aralık 2024
- Şam Düşerken - 9 Aralık 2024
- Puslu Havada “Etki Ajanlığı” Yasası - 2 Kasım 2024