Bilim ve insan ilişkisi söz konusu olduğunda aklımıza hemen Jean-Jacques Rousseau‟nun bilimler ve sanatlar üzerine olan ünlü denemesi gelir. Bilimlerin ve sanatların yeniden kuruluşu ahlak açısından ilerletici mi olmuştur yoksa yıkıcı mı? Rousseau, ünlü Bilimler Üzerine Söylev başlığıyla kısaltılan denemesinde bilimleri ve sanatları ilkesel bir eleştiriye tabi tutmuştur.[1]Bilimler ve sanat insanlık uygarlığını mümkün kılmıştır. Uygarlığın yaratılması insanın olanaklarını ve kapasitesini müthiş geliştirmiştir. Diğer bir deyişle insanın ilkesel olarak bilinçli ahlaklı bir yaşam sürmesinin koşullarını oluşturmuştur. Fakat diğer taraftan aynı gelişme insanlığın içinde bulunduğu ve her bakımdan ahlakî çürüme olarak tanımlanması gereken durumun oluşması da yine bilimlerin ve sanatın gelişmesi sonucu olmuştur. Çağımızın ünlü Alman filozoflarından Otfried Höffe, Modernliğin Bedeli adlı kitabında Rousseau‟ya da işaret ederek modernliği yeniden sorguladığımız bugünlerde bilimlerin statüsünü de yeniden sorgulamamız gerektiğine işaret etmiştir.
Bilimlerin Kullanımı ve Kötüye Kullanımı
Modern toplumun kuruluşundan beri kuşkusuz en başa oturttuğumuz bilimlerin ürettiği ürünlerinin kullanıldığı nice savaşlar olmuştur; bu savaşlarda gör kaç yüz milyon, gör kaç bin milyon insanın hayatı elinden alınmıştır. Savaşsız geçen dönemler birer epizot gibi kısacıktır. Bugün çok çeşitli sayısız kitlesel imha silahları yapılmıştır. Bu gelişmelerin ışığında, insanın dünyanın etkili politikacılarına, lütfen akan kanı durdurun, diye yalvarası geliyor. Bunun nafile olacağını biliyoruz, çünkü yalvarırsak, bunu yapanın ilk yapanın biz olmayacağımızı biliyoruz. Bu savaşların ve savaşlarda yaşanan katliamların hiçbirisinin bilimlerin asıl amacıyla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Bilimlerin asıl amacı, insanlığın durumunu her bakımdan iyileştirmek ve ilerletmektir. Fakat ne yazık ki bunların hepsi bilimlerin araçları ve ürünleri kullanılarak yapılmıştır. Çevre kirliliği, doğanın tahribi, insandan kaynaklanan olumsuz iklim değişimi; bunların hepsi bilimlerin, sanatların ve zanaatların gelişmesi sonucu olmuştur. Fakat buna bilimlerin kötüye kullanımının sonucu demek daha doğru olacaktır elbette.
Jean Jacques Rousseau’ya Dönüş Ahlaklı Olmanın Bir Önkoşulu
Bu gelişmelerin ışığında Höffe, Rousseau‟nun bilimlerin ve sanatların yeniden inşasının insanlığın ahlaken ilerleyip ilerlemediğini konu alan denemesine geri dönmemiz gerektiğini ileri sürmüştür. Buna göre eğer bilimlerin yapısı, işlevi ve statüsü eleştirel bir şekilde yeniden gözden geçirilecekse, işe oradan başlanması gerekmektedir.
Özetle belirtecek olursak; Rousseau‟nun söz konusu denemesi, bize ne diyordu? Oluşan uygarlık, bilimlerin ve sanatların eseridir. İlk insanlar naif ve dürüst insanlardı, çünkü mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan yalancı ve kurnaz olmalarını gerektiren bir durum bulunmamaktadır. Fakat buna karşın uygarlığının ve kültürün başında, insan, gelişmişlik düzeyi bakımından istese de ahlaklı olamazdı. İnsanın ahlaklı olabilmesi için, karşılık beklemeden diğerinin acısını ve mutluluğunu paylaşabilmesi ve hiçbir şey beklemeden diğerine yardım edebilmesi, diğerini amaç edinebilmesi gerektirmektedir. İnsanın bunu yapabilmesi için ise önce diğerinin ne halde olduğunu ve yardıma ihtiyacı olup olmadığını, yardıma ihtiyacı varsa, ihtiyacının ne olduğunu bilebilmesi gerekmektedir. Bunu ise insan ancak diğeriyle duygudaşlık veya empati kurabildiği oranda yapabilir –ki burada aslında kullanılması gereken doğru kavram “sempati” kavramıdır. Öyleyse Rouseau‟ya göre insanların birbirleriyle az çok ahlaki ilişkiler kurabilmesinin öznel koşulu, insanların birbirleriyle duygudaşlık ilişkisi kurabilmesinin zihinsel yetilerinin gelişmesidir. Bu ise insanın ancak maddi yaşam koşullarını iyileştirebildiği oranda mümkündür. Tüm uğraşı yaşamını idame etmek olan insanların ahlaklı yaşam üzerine düşünmesi mümkün değildir. Bu ancak insanın üretim kapasitesinin artması sonucu oluşacak olan boş zaman ile mümkündür.
Ahlaklılığın Önkoşulu Olarak Fantezi ve Empati
Fakat insanın diğeriyle empati kurabilmesi için, fantezi veya tahayyül gücüne gereksinimi vardır –ki tahayyül gücü ilk insanlarda olmayan bir şeydir Rousseau‟ya göre. İnsanlar tahayyül güçlerini ancak zamanla emek ve üretim süreçleri geliştirebildikleri oranda elde edebilmişlerdir. Bu ise ancak bilimlerin ve sanatların gelişmesiyle mümkün olmuştur. Bilimler ve sanatların gelişmesiyle insan her bakımdan gelişmiştir ve ahlaklı bir varlık olmanın maddi ve manevi önkoşullarını oluşturmuştur.
Ne var ki, bilimlerin ve sanatların yaratmış olduğu kültür ve uygarlık hali, insanın, istese de ahlaklı olmasına müsaade etmemektedir. İlk insanlar, ahlaklı olmanın koşulları olmadığı için, isteseler de ahlaklı olamıyordu. Bilimlerin ve sanatların gelişmesiyle gelişen uygarlık sayesinde insanların ahlaklı olmasının koşulları oluşmuştur. Fakat bu sefer insanlar isteseler de, ahlaklı olmanın koşulları oluşmuş olmasına rağmen, ahlaklı olamamaktadır. Alıp satma, para pul ve mülkiyet ilişkilerinden ibaret olan piyasa ilişkileri ahlaki olmaktan başka her şeydir, çıplak çıkar, güç ve iktidar ilişkilerini ölçü ve temel aldığı için kesinlikle ahlaki değildir. Halimiz kısaca bugün de budur. İnsanlık, Rousseau‟nun zamanında olduğu gibi bugün de ahlaksızlık içinde debelenip durmaktadır.
Ahlaksız Çağda Ahlaklı Kalmanın Bir Kıstası
Bu nedenle bugün bilimlerin anlamından çok bir bütün olarak bilimlerin gerekliliği tartışılır olmuştur. Bilimlerin ve mantığın gereksiz olduğu düşünülür olmuştur. Bunun karşısında bilimin asıl görevinin ve işlevinin insanlığın durumunun iyileştirilmesi ve ilerletilmesi olduğunu hatırlamak gerekmektedir. Söz konusu iyileşme ve ilerleme ahlaklılığın kurulmasının da önkoşuludur. Bu nedenle her şeye rağmen felsefeden, mantıktan, bilimlerden, bilimsel anlayış ve bakıştan, sanatlardan ve zanaatlardan (eğer bu ayrımı kabul edersek) kesinlikle vazgeçemeyiz.
Bu durumda ahlaklılığı kurmak ve korumak, insan onuruna ve bilimlerin amacına uygun olarak yaşayabilmek için, ister günlük hayatımızda verdiğimiz kararlarda olsun, ister bilimciler ve felsefeciler olarak çalışırken olsun, bir çıkış olarak, çağdaş ahlak felsefecilerinden Bernard Williams‟ın bir önerisini verimli kılabiliriz. Williams çeyrek yüzyıl önce yayınlanan Making Sense of Humanity (İnsanlığı Anlamlandırma) adlı kitabında insanların yapıp ettikleri için “ahlaken müsaade edilir” olma şartını getirmiştir. Fakat ahlaken neyin müsaade edilir, neyin müsaade edilmez olduğuna herkes kendisi karar verecektir. Buna göre, hangi bağlamda olursa olsun, ister bireysel ve özel alanda olsun, isterse toplumsal ve kamusal alanda olsun, yapıp ettiklerimizin ahlaken yapılabilir olması için, gündemde olan sorunları çözücü, durumu iyileştirici olma kıstasını yerine getirmesi gerekmektedir.
Öyleyse, hayatımızın hangi alanında olursa olsun, yapıp ettiklerimizin ahlaken savunulabilir olması için, her durumda yeniden sormamız gerekmektedir: „Verdiğim karar, gerçekleştirmek istediğim eylem, sorunu çözüyor mu?, durumu iyileştiriyor mu?‟ Bu soruya olumlu yanıt verebildiğimiz oranda vermek istediğimiz karar ve gerçekleştirmek istediğimiz eylemin ahlaken az-çok savunulabilir olmasından hareket edebiliriz. Eğer verdiğimiz karar durumun iyileştirilmesine en ufak bir katkı sağlamıyorsa, davranışımızın ahlaken doğru olduğundan söz etmemiz mümkün değildir.
[1] Burada sanat kavramını Rousseau‟nun kullandığı en geniş anlamda, insanın saf doğal olanı değiştirdiğine sanat denmesi anlamında almak gerekir, çünkü bugün yaygın olarak yapılan „sanat‟ ve „zanaat‟ ayrımı yenidir ve kanımca içinde aristokratça seçkici bakışları da barındıran bir ayrımdır.